Miyadun milano hatında moda rüzgarı

Hayat ayrıntıda, ayrıntı da fotoğrafta saklıdır. Bazen küçük bir ayrıntı insanın bakış açısını, düşünce biçimini değiştirir. Fotoğraf bu ayrıntıları ölümsüzleştiren sanatlardan biridir. Anı yakalar, belge olarak insanların önüne serer, düşünce dünyalarına reel bir katkı sunar, zaman sarmalını görünür kılar ve tarihi tarih yapan bir eylem haline dönüşür…

Bu nedenle fotoğrafı önemsiyorum. Bütün teknolojik araçlara rağmen, fotoğraf çekmenin teknolojik bir sonuç olmadığını, beyinsel bir üretim olduğunu düşünüyorum.

Bas, geç meselesi olmadığını biliyorum. Her anın bir hikayesinin olduğunu, insan yüreğine dokunan bir gerçeklik olduğunu görüyor, yaşıyorum…Bu nedenle de fotoğrafı önemli buluyorum.reklam (1).jpg

Çok değişik yerlerde fotoğraf çektim. Dünyanın değişik ülkelerine gitmek için vaktim, bütçem olmadı ama gidebildiğim yerlerin göze çarpan, görülen ve görülmeyen yönlerini fotoğrafladım. İmkanım olsaydı belki de bir gezgin olur, dünyayı dolaşırdım. Ama olmadı talihsiz bir şekilde  öğretmen oldum. Öğretmenliği küçümsediğimi düşünmeyin. Müthiş bir meslek. İnsana dokunan, kendinde olanı veren ve karanlığı yırtan bir meslek. Ama bizde öğretmen önce memur olduğu için, kendinden bir şey vermesi başına iş açabilir, mesleğinde kırmızı kart görebilir.Ve ben nihayetinde oyun dışı kaldım, yıllar önce…

Belki de  ben memurluktan uzak, gezgin bir öğretmen olmalıydım, eski çağlarda olduğu gibi.

Neyse çok gezdim, diyemiyorum, yeterince gezmeye çalıştım, öğrenmeye, öğrendiklerimi aktarmaya çalıştım. Bazen uzaklara, bazen yanı başımdaki hayatı fotoğrafladım, hikayelerini dinledim ve zaman zaman kaleme aldım. Yadırgandığım günler oldu, tepki aldığım ve cezalandırıldığım zamanlar oldu.

Ama hoş tarafı ışık peşinde maratonum hiç bitmedi, biteceğine de benzemiyor.

Reklam kokuyor bu kelimeler.

Doğru aslında sözü bir yerde reklama getirmek istiyordum da ondan.

Yoksa ben kim, reklam kim.

Milano, Paris,  Sao Paulo ve daha bilmediğim başka kentler, moda merkezleri…Oradan bütün dünyaya yayılan ve giderek hayatımıza giren stiller…Farkında olmadan ve üstelik devasa bütçeler harcayarak, hayatımıza aldığımız giyim, kuşam ve yaşam tarzları.

Ne kadar direnirsek direnelim, moda her yerde, her koşulda kendine yer açıyor ve kendisini pazarlıyor. Dar gelirli de olsak, bu rüzgardan etkilenmemek mümkün değil. Her şey modanın çizgilerinde gelişiyor, dünyayı avuçlarına alıyor.

Moda denilince, haliyle reklam devreye giriyor. İliklerimize kadar işleyen, günün her saatinde varlığını hissettiren reklam. Her adım başı karşımızda duran, zihnimizi esir alan reklam araçlarıyla moda dünyaya yayılıyor, hayat buluyor.

Çok moda ile işim yok. Ben de rüzgarın yönüne kapılan milyonlardan biriyim. Modayı takip etmem, moda beni talip eder, kendisinin ürettiklerini tüketmeme neden olacak zeminleri hazırlar ve beni kendi tüketim çemberine alır.

Ben hiç farkında bile olmam. Bir bakarsın giydiğim tişörtün rengi değişmiş, kumaşı farklılaşmış ve belki de hiç hoş olmayan bir stille üzerime oturmuş. Moda bu, ürettiklerini iyi pazarlayan bir sistem.

Çuval olsa giymek zorunda kalıyor insan.

Bu aş, Paris’ta pişiyor, Milano’da görücüye çıkıyor, Sao Paulo’da pazarlanıyor ve en küçük yerleşim yerine kadar ışık hızında yayılıyor. Önce reklam araçları, sonra modanın kendisi.

Bu dolaşımın baş döndürücü ve alımlı havasının dışında kalan Köyümüz Miyadun ne Milano’yu bilir, ne de Sao  Paulo’yu. Belki Paris’i ajans haberlerinde duymuş, belki de birkaç kişi oraya yerleşmiş bile olabilir.

Ama moda yönlerini pek bilmez.

Bilmez ama moda rüzgarı dediğim kentlerden, buraya kadar uzanmıştır.

Hem de devasa bir reklam brandasıyla.

Çok reklam aracı bilirdim ama böylesini hiç görmedim. Bazı yerlerde partilerin propaganda afişlerinin yağmurdan korunmak ya da derme çatma gece kondu evlerinin değişik bölmelerinde kullanıldığını gördüm, tanık oldum.  Ama böylesine büyük ve çarpıcı bir reklam brandasının, yine bu kadar çarpıcı bir estetikle samanları örttüğünü hiç görmemiştim…Bana çok uzak değil, doğduğum köyün tam ortasında devasa bir reklam brandasıyla karşılaştığımda şaşırmış, hiç tereddütsüz basmıştım deklanşöre. Köydeki nüfus ve gelen gidenlerin istatistiklerinin hesabını yaptığım zaman reklam sadece gökyüzünden, yeryüzünü izleyenlere yönelik görünüyordu. Muhtemel firma bu yönlü reklamı hiç hesaplamamıştı. Çünkü köyümüz  olan Miyadun, üç beş misafir dışında, oldukça kendince yaşayan bir yer. Hem şehirden uzak,hem de kapitalizmden…

Tahrip edilmiş bir doğanın içinde varlık savaşı veren bir köy. Ne reklamı bilir, ne de reklamın çevresinde dönen dolapları. Henüz peyniri ata tariflerini kullanarak yapar, şalvarı terzide diktirir. Ama İstanbul ve çevresine yoğun göç vermiş, nüfusu azalmış bir köy olarak da kayıtlarda yer alır.

Bu nedenle İstanbul Miyadun arası çok uzak değildir. Yakınlaşan mekanlar değil, zamandır. İstanbul’da yaprak kımıldasa, köyde samanlar uçuşur, ağaçlar uğuldar.

Bu kadar yakın yani.

Başka yakınlıklar da var tabii.

Reklam, Miyadun sokaklarına belki Milano’dan, belki de Paris’ten  gelmiş. Hem de devasa bir branda ile. Ama bu kez, samanlıkları örtmek amacıyla. Sadece yüksek bir tepeden ve uçaktan geçenlerin görebildiği bir reklam.

Nasıl reklam ama…

Mülteci zamanlar

Kimi insanlar için gün çok erken başlar. Henüz Güneş doğmadan, herkes uykudayken, onlar sokakta, dağda, bayırda ekmek derdindedir. Onlar için zaman, ekmek renginde, sıcaklığında ve binlerce yıldır değişmeyen özgün tadındadır. Ekmek yoksa, zaman kül renginde, gri tonda ve kapkaranlık bir örtü gibidir. Ağır, kurşuni ve insanı boğan bir gaz bulutu gibidir.

Yani zamanın zamansızlık halidir, ekmeksiz geçen vakitler.

Bu nedenle korkunç bir yarış içindedir. Kendisi gibi aç, yoksul ve yoksun olanlarla yarışır, erken uyanır, henüz herkes uykudayken, işe koşar. Bilir ki iş beklemeye gelmez. Gittin, gittin, gecikince başkası kapar ekmeği.

Böylesine korkunç, böylesine ağır bir yarıştır hayat.

Bildiğimiz çalışma saatlerini unutun, ihtiyaç  olduğu saatte çalışmak, verilen işi yapmak zorundadır gündelikçiler. Bir tanımları yoktur aslında. En ağır işlerde, en kirli yüklerde onlar akla gelir.

Kavak ağacını bilir misiniz?

Hani yemyeşil yaprakları, göğe uzanan boyu olan ve rüzgarda insanın ruhunu okşayan bir ses çıkaran ağacı bilir misiniz?

Suyu seven, çokça sulak alanlarda yetişen bir ağaç.

Bu mevsim kesim zamanıdır. Hızlı büyüdüğü için, kavaklar bu mevsim kökünden kesilir, gelecek yıl kesilen yerden yeniden filizlenir, boy atmaya başlar.

İşte bu ağacın satışa gelmesi için, birkaç gün güneşte kuruması gereklidir. Bunun için de kabuğu soyulur, güneşte bekletildikten sonra satışa sunulur.

İşte bu işi yapanlar genellikle çok yoksul, işsiz insanlar olur.

Küçüklüğümde böyleydi, şimdi de aynen devam ediyor.

Eskiden her kentin direkhaneleri olurdu. Çünkü evler toprak damla örtüldüğü için, kurutulmuş, kabukları soyulmuş kavak direkleri çatılarda kullanılırdı.

Biz mağ derdik, kitaplarda direk yazılırdı…

Çocukluğumun direkhaneleri yok artık. Sayıları giderek azalıyor ama hala bazı il ve ilçelerde kavak direkler yani mağ satışı yapan yerler var.

Bu yerlerden birisi de Adıyaman Gölbaşı ilçesi. Göl kenarında kurulan şirin bir kasaba. Sakin, gözden uzak ve oldukça da sulak.

Ortadoğu’nu kanlı sokaklarından, Adıyaman Gölbaşı’na gelen Suriyeli aileler kadın, çocuk, yetişkin hep birlikte Gölbaşı’nda, hayata tutunmaya çalışıyorlar.

Suriye’de kendi halinde bir yaşam sürdürürken ve iç savaşın patlak verdiği 2011 yıllından bu yana hayatları paramparça bir şekilde devam ediyor. Yakınlarını savaşta kaybeden, uzak ülkelere sığınmak zorunda kalan, sınırdan can havliyle en yakın yerleşim yerine kendilerini atan aileler, şimdilik kendilerini güvende görüyorlar. En azından uykularımızı parçalayan bomba sesleri yok diyorlar.

Bir gelecekleri olmasa da, onlarda Türkiye’deki yoksulların yanında toplumun bir parçası haline gelmişler. Kenar semtlerde yaşıyorlar, bir göz odada ömür geçirmeye çalışıyorlar. Çoğu en ucuz kiraların olduğu yerlerde kalmak ve ucuz işlerde çalışmak durumundalar.Kısacası işsizler ve Türkiye’nin ucuz iş gücüler. Çoğu bulabildiği işlerde çalışıyorlar, tıpkı komşuları gibi.

Gündelik işler, küçük tamiratlar ve kentin en ağır işlerine koşuyorlar. Sigortalı bir işte çalıştıklarını hiç duymadım, çalışan var mıdır bilmiyorum. Benim karşılaştıklarımın tümü gündelik işlerde çalışıyorlar. Tıpkı dar gelirli Türkiye vatandaşları gibi. Dolayısıyla en büyük sorunları, ülkenin temel sorunu olan işsizlik.

İşsizlik meselesini aşmak için bütün yöntemleri deniyorlar, en ağır işlerde çalışıyorlar, en kirli işlere bulaşıyorlar ve giderek karanlık tünellerde ışık arama durumuna geliyorlar.

Tıpkı bütün yoksulların yaşadıkları gibi…

Haşim Abdullah geçinmek, hayatta kalmak için her sabah erkenden, henüz kimselerin olmadığı saatlerde, Gölbaşı Direkhanesi olarak bilinen, genelde yörede sıkça yetişen kavak ağaçlarının satışının yapıldığı alana geliyor.

Burada yıllardır bu mevsimde kavak ağaçları kesilir, toprak damlı evlerde, ahır ve barakalarda kullanılmak üzere kabukları soyulur ve kurumaya bırakılarak, satışa sunulur. Bu kabuk soyma işi eskiden beri insan emeğiyle yapılır ve halen öyle de devam eder. Her direkhanede kavak ağaçlarını soyan işçilere rastlamak mümkündür. Özellikle de bu mevsimde.

Çocukluğumdan bilirim ki, kabuk soyma işi özellikle dar gelirli, yoksul insanlar için bir umut kapısıdır. Hem cüzzi bir miktar para kazanılır, hem de yakacak için soyulan kabuklar eve getirilir. Bu günlerde halen soyulan kabuklar eve götürülüyor sanırım. Kabuklar hem çabuk yanar, hem de ateşinde sac ekmeği harika pişer, ısınmak için çok işe yaramaz.

Henüz yeni kesilen kavak ağaçları güneşte iyice kuruması için kabuklarından ayrılmaları gerekir. Bu nedenle dokusu  yumuşakken,  dahre denilen kesici bir aletle kabukları soyulur. Ağaç su ile beslendiği  için kabuk kolaylıkla ayrılır ve sarımtırak ağaç gövdesi ortaya çıkar. Kağıt yapımında da kullanılan kavak ağacı yörede ise barınma amaçlı yapılan meskenlerin üstünün örtülmesi için kullanılır. Hem ucuz, hem de kolay yetişmesinden dolayı kavak tercih ediliyor.

Haşim Abdulah ve kendisi gibi sığınmacı onlarca insan, kavak ağaçlarının kabuklarını soyarak, hayata tutunuyor, tutunmaya çalışıyor.

Tıpkı yoksul Türkiye vatandaşları gibi. Mesaileri güneş doğar doğmaz başlıyor, akşam karanlığına kadar devam ediyor. Her ağaç başına 80 kuruş alınıyor. Bu ağaçların uzunlukları 5 metreyi , kalınlığı 5-10 cm buluyor.

Ne kadar ağaç, o kadar 80 kuruş ücret. Her şey soyulan ağaç sayısına bağlı.Şimdilik işler yolunda, günde 50 ağaç soyanda var, 100 soyanda. İşçiler arasında çok sayıda çocuğun olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor. Onlar oyun alanları yerine, yetişkinlerle birlikte ağaç kabuğu yememek için çalışıyorlar. Aldıkları ücret yetişkinlere göre daha az.

Gün batımına yakın bir zaman diliminde fotoğraf karesine sığdırdığım sığınmacı işçiler yarı Arapça, yarı Türkçe “ Ne kadar ağaç, o kadar 80 kuruş. Ve soyduğumuz kabuklar.”  diye ekliyorlar.

Akşam yorgun bedenler, fotoğraf çektirmek istemeyen kadınlar ve hala tedirginlikleri yüzlerinde okunan Suriyeli savaş mağdurları günün son deminde bir iki ağaç daha fazla soyma gayretindeler.

Birazdan gün bitecek, herkes evine dağılacak.

Zaman her şeyin üzerini kara bir örtü gibi örterken, işsizlik binlerce insanın kaderine dönecek…

Kemal Siyahhan: Hepimiz biraz mülteciyiz.

Fotoğraf: İrfan Gazetesi

Şeyhmus Çakırtaş yazdı.

Bir süredir yazar Kemal Siyahhan’ı takip etmeye, yazılarını okumaya, kitaplarını tanımaya çalışıyorum. Sağ olsun İnternet üzerinden kendisiyle röportaj önerimi kabul etti. Çok yoğun günler yaşamasına rağmen, sorularıma yazılı cevap verdi. Kendisine müteşekkirim. Kalemi her daim var olsun. Bir yazar olarak yazın hayatına ciddi katkıları olduğunu düşünüyorum. Sadece yerel değil, evrensel düzeyde çalışmalara imza atan birisi olarak, okunması gereken bir yazar olduğunu belirtmem gerekiyor. Adını daha önce duymuştum ama son iki yıldır yakından takip etmeye çalışıyorum. İmkan ve fırsat oluşursa, yüz yüze Kemal Siyahhan romanlarını konuşmak isterim. Röportajı hiç değiştirmeden, noktasına bile dokunmadan sizinle paylaşmayı doğru buldum…

Kemal Siyahhan - Sel Yayıncılık
  1. Adettendir röportaj yapıldığında kısa bir tanıtım istenir. Ben de okuyucuların sizi yakından tanımanız için edebi yönünüzü kısa yazabilir misin?

Cevap. Urfa Siverek doğumluyum. Yakın akrabamız olan Prf. Abdülkadir Karahan, Edebiyat Fakültesi Eski Türk Dili Bülümü’nün başındaydı. Babam Edebiyat öğretmeniydi. Bizim ailede üniversite bitirmek önemli olsa da benim öyle bir gayretim olmadı, okumayı sadece üniversite sürecine sığdırmak yerine bir ömre sığdırmayı yeğledim. Ticaret hayatıyla pekiştirerek iki faaliyeti paralel götürmeyi uygun gördüm. Çok uzun yıllar Türkiye’nin önemli mizah ve edebiyat dergilerine resimli öyküler çizdim ta ki bu benim için tatminkar olmaktan çıkana kadar. Sonraki süreç yazım süreci başladı, alışkanlık olsa gerek romanlarımı çizgilerimle beslemeyi de ihmal etmedim. Birçok yazarın yapmak istediklerini metni çizgilerimle beslemeyi çok yıllar önce başarmıştım.

  1. Neden roman? Ne zaman romana karar kıldınız?
Siverekli yazar Kemal Siyahhan'ın acı günü
Fotoğraf: Siverek İrfan Gazetesi

Uzun yıllar resimli roman yazıp çizmiş biri için kurgu tecrübesi kendiliğinden oluşur. Kısa öyküleri çizgilerle anlatmakla birikenleri ortaya dökemeyeceğimi anlamıştım, ancak ondan sonra roman yazmaya başlayabildim. Tabi bu kolay olmadı, kısa soluklu çalışmaları bırakıp uzun soluklu ve sorumluluğu ağır bir işe soyunmak gerçekten kolay değildi üstelik önceden oluşturduğum imajı da böyle bir teşebbüs zarara uğratabilirdi. Lakin birikimim o denli fazlaydı ki bunu hesaplayacak durumda değildim, dolayısıyla ardı ardına romanları yazabildim.

  1. Roman konularınızı, kahramanlarınızı seçmenizde hangi mekan ve zamanlar etkili olur? Yer, zaman, mekan açısından?

Kurguyu besleyen, oluşmasını sağlayan yer, mekan ve zamandır. Her yazar, gözlemleriyle biriktirdiği tiplemeleri ve karakterleri farklı mekan ve zamanlarda kullanabilir; kaldı ki ben de onu yapmaktan çekinmem muhakkak romanın kurgusundaki kahramanlarının bir kısmını bu birikimlerle oluşturabilirim. Romanın gerçekçilik hissine çok katkıları da olur. Mekanlar konuyla muhakkak örtüşmelidir. Yer ve mekan romanın kurgusuna bazen yön verebilir, demoğojik yapılar ya da sosyal konular işlenirken yer ve mekandan çokça söz edilebilir. Ben yer ve mekanı az kullansam da muhakkak detaylı araştırmayı ve oralarda yaşanmışlığı irdeleyip deşmek isterim.Bermal, Kemal Siyahhan, Sel Yayıncılık, 9789755705323, dukakitap.com

  1. Kendinize örnek aldığınız bir yazar var mı?

Bu soru çok konuşulacak ve okuyucuya göre değişebilecek bir konudur. Bir yazar olarak emek verilen her metni okumak isterim lakin bu kolay değil. Her ay yerli çok kitap çıkıyor, tümüne ulaşmak zaten mümkün değil. Klasikler dışında Irvın D. Yalom’u kendime yakın bulmuşumdur, nedeni insanı yazıyor oluşundan. Benim romanlarımda karakterlerin psikolojisine derinlemesine inmek istememden belki de ondandır, sevdiğim içindir.

5. Güncel olan sorunla ilgili olan Mülteci Romanından bahsedebilir misiniz? Neden Mülteci?

İlginç bir soru, bu soruya tebessüm ederken acı acı gülmekten kendimi alamıyorum çünkü biz İstanbul’da yaşayanlar da kısmen mülteci sayılmaz mıyız? Herkes yokluktan açlıktan, daha iyi yaşam koşullarına erişmek için köyünü memleketini bırakıp İstanbul’a gelmedi mi? Yaz aylarında köyüne memleketine özlem duyarak giden insanların sayıları azımsanamayacak kadar çok ve o insanlar nedense çoğu zaman hep geçmişiyle yaşarlar. Afganlara dair Mülteci konusunu yazmamda bu bakış açısı kolaylıklar sağladı bana. Ahmet Kaya bile şarkılarında çokça kullanmaz mıydı mülteciyi? Türkiye Cumhuriyeti geçmişin mirasını sırtlamış bir ülkedir, çevresindeki ülkelerde yaşayan bir çok insanın bu topraklara aidiyet duygularıyla bağlı olmalarını getirmiştir bu durum.”Yalnız Mor “romanımda Bulgaristan’dan gelen mültecileri işlemiştim. Bulgaristan’dan gelen soydaşlar, Saddam’dan kaçan Kürtler, Amerika ve Rusya’dan kaçan Afganlar, Pakistan’dan gelen yoksullar, Suriye’den gelen milyonlar daha niceleri. Hatta Libya ve Filistinlileri demiyorum bile… Mülteci Romanı Afgan Mültecileri anlatsa da tüm mültecilerin acılarının ortak yanlarını açığa çıkarmıştır.

Mülteci

Mülteci Romanı

“Beni unut! Oturma iznin olmadığı için biz yokuz derdin hep; sana kızardım. Şimdi hak veriyorum, biz yokuz; ömrümüz, kelebekler kadar. Geriye bakmadan kendine yeni bir hayat kur ve beni unut, bol şans sana.”

Vedaları, kayıpları, kimliksizleştirilmeyi, yok sayılmayı, açlığı, işsizliği, aşkı ve tutunma çabasını Türkiye’ye kaçmış Afgan bir mültecinin ağzından anlatan Kemal Siyahhan, Taliban’ın, Afgan kadınların yaşadıklarının, savaşın ve muhalifliğin etrafında uluslararası bir yarayı kanatıyor. Hikâyesi İstanbul’da kesişmiş, birbirinden farklı düşünceleri, beklentileri olan insanların çaresizlik içinde birbirlerine sarılmalarını ustalıkla resmederken mülteciler için umudun her şeye rağmen var olduğunu kanıtlıyor.

Kemal Siyahhan Kimdir?

1963’te Siverek’de doğdu. Erken yaşta iş hayatına atıldı ve tekstil (perde) sektöründe önemli başarılara imza attı. 1979 yılından itibaren Atmaca, Deli, Öküz, Hayvan, Esmer ve Deve gibi bazı mizah ve edebiyat dergilerine sayısız karikatür ve resimli öyküler çizdi.

Çizgi Roman, Edebiyat, Mizah kategorilerinde eserler yazmış popüler bir yazar olmasına rağmen, son yıllarda peş peşe romanlar

Başlıca kitapları alfabetik sırayla; Bermal, Hamal, Kenger, Lale Bahçelerinden Fransız Sokaklarına, Mülteci, Roza’nın Gözleri, Yalnız Mor, Öylesine Yaşadı,Sanrı ve Gerçek, Sandıkta ki Babam olarak sayılabilir.

Kemal Siyahhan kitapları; Leman Kitapları, Öteki Yayınevi, Sel Yayıncılık aracılığıyla kitapseverlerle buluşmuştur.

Amele Pazarlarında kayıt dışı dünyalar.

İstanbul’da  Küçüksu, Çağlayan, Aksaray, Sirkeci, Sultan Gazi, Esenyurt, Bağcılar Meydanı ve daha bir çok alan. Karaman’da Aktekke, Siverek’te Kanlıkuyu ya da Sulu Cami, Kayseri’de Kaleiçi, İzmir’de Basmane Çankaya, Kadifekale,  Urfa’da Su Meydanı,  Ankara’da Dış Kapı, Diyarbakır’da  Sur Balıkçılar, Bağlar Dörtyol, Antep’te Urfalılar Kahvesi,Tuzla’da İçmeler, Samsun’da Saathane, Adana’da Taş Köprü, Adıyaman’da Ulucami… Liste uzayıp gidiyor. İşsiz insanların sabah güneş doğmadan yolunu tuttuğu ve çoğunlukla gün boyu işe götürecek birilerini beklediği yerler Amele Meydanı olarak anılır.

Kentler, meydanlar, mekanlar farklı olsa da hikayeler aynı.Yoksun olmanın somut ifadesi ve zorunluluğun  hayattaki yansımasıdır amele meydanları.

Independent Türkçe

Çoğu birbirine benzer. Ya bir duvar dibidir, ya da bir köprü altı, cami avlusu ve son yıllarda işçi kahvesidir. Yoksulluğun değişmeyen yazgısı ve işçi bilincinin kırılma noktası olan amelelik asırlardır değişen mekanlarda, değişmez yazgısıyla varlığını benzer şekilde sürdürüyor, alanlara,meydanlara, mekanlara zaman zaman da tarihin kavşaklarına adını veriyor.

Günümüzde en yaygın çalışma şekli olarak görülen ve  kölelik tortusu olan Amelelik, yani gündelik işlerde çalışma zorunluluğu her kentin en orta yerinde kendine yer açıyor, varlığını sürdürüyor.

Amelelik, kölelikle birlikte ortaya çıkan, giderek daha fazla görülen ve zaman zaman köleliğin yumuşatılmış hali olarak da kabul edilen bir çalışma modeli. Düzenli bir işi olmayan, daha çok inşaat ve benzer ağır işlerde çalışanların yaptığı işler amelelik olarak kabul ediliyor. Yani geleceği olmayan, sosyal güvenceden yoksun ve gündelik işlerde çalışan insanların yaptığı işlerin genel adıdır.

DSC_3866.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Ameleliğin geçmişi asırlar öncesine dayanır. Kölelik düzeniyle, kucak kucağa varlığı sürmüş ve giderek daha çok insanın başvurmak zorunda kaldığı bir çalışma şekli olmuştur. Bu gün dünya metropolleri bile binlerce, on binlerce kaçak işçi yani amele çalıştırmaktadır. Her ülkenin, hatta her metropolün birden çok Amele Pazarı vardır demek abartı olmayacaktır. Ameleliğin istatistiğini tespit eden bir kurum ve kuruluş olmadığı için  sayıları konusunda net bilgi elimizde yoktur. Hem ucuz iş gücü olan, hem de sigorta ve sosyal güvencesiz çalışan amele sayısı toplam kayıtlı işçi sayısı kadardır desem size abartılı gelebilir. Ama sanırım rakam bundan bile fazladır. Her gün binlerce insan  değişik kentlerin meydanlarından amele olarak, birilerinin işini yapmaktadır.

Çağlar öncesine dayanan amelelik zamanla, devlet aygıtının zorunlu çalıştırma yasalarıyla hayatımıza girmiştir. “Yol yapımında zorunlu çalıştırma, eski çağlarda Mısır, Mezopotamya, Roma ve Çin’de, sonrasında Aztek ve İnka toplumlarında, Ortaçağdan itibaren Avrupa devletleriyle bu devletlerin Asya, Amerika ve Afrika’daki sömürgelerinde ve modern dönemde Kuzey Amerika’da uygulanmıştır. Uygulamanın Osmanlı’daki biçimi olan ve sivil halkın yollarda zorunlu olarak çalıştırılması anlamına gelen Amele-i Mükellefe uygulaması ise 1862 yılında başlamış ve 1952 yılında son bulmuştur.”* Kadir Yıldırım.

Fotoğraf: Ara Güler…

Öte yandan rahmetli babam bu konuda anısını zaman zaman bizimle paylaşır, o günleri hatırlatırdı. Urfa Diyarbakır karayolu her köyden, her aileden gençlerin zorunlu katılımıyla kazma kürekle yapıldığını söylerdi. Yani Amele-i Mükellef kanunuyla.

kayserilikhaber.jpg
Fotoğraf: Kayserilik Haber

Bu gün dünyada zorunlu çalışma yasaları var mı bilmiyorum. Bildiğim şu ki ,hem korkunç bir işsizlik , hem de insanı köle gibi çalışmak zorunda bırakan bir iktisadi sistem var. Her ikisi iç içe gelişiyor. İnsanlar bütün gücüyle koşuşturuyor ama çoğunlukla da düzenli bir gelire, işe sahip olmadığı için, ameleliği sürdürmek zorunda kalıyor. Bu nedenle issizlik amelelikten çok daha zordur.  Artık çoğu insan en küçük bir iş için bütün varlığını ortaya koyuyor.  Amele Pazarları, işçi kahvesi… İş Kur ve özel istihdam bürolarına rağmen, meydanlar amele çekmeye devam ediyor. Bu meydanlar ve başka mekanlar, yoksul ve yoksun olmanın ne anlama geldiğini en iyi şekilde anlatıyor,  tarihe dip not olarak düşüyor.

konyaamelepazarı1900yıllar.jpg
Konya Amele Pazarı 19 yy
evrensel 1.jpg
Fotoğraf: Evrensel

Hepsinin de ortak noktası, sabah henüz Güneş doğmadan insanlar iş bulma umuduyla meydanlara doluşuyor, akşam karanlık çökünce sessizliğe gömülüyor olması.  Umut gün boyu bekleyişle sürürken, akşam bir gün daha işsiz kalmanın hüznü yürekleri yakıyor.Amele yani  Gündelikçi olarak çalışanların, işverenleri çoğunlukla kayıt dışı. Bazen kendi evimin bir bölümü yapan sıradan yurttaş, bazen devasa bir holding. Ama sonuçta başı sonu belli, kısa süreliğine yapılan,en zor ve kirli işleri Amale Pazarlarında bekleyenler yapar. Çünkü çalışmak zorundadır, çalışmadığı gün ailesiyle birlikte açtır.

“Ulus’tayız bir sabah. Sabah dediysek de güneş henüz doğmuş. İşçiler amele pazarı olarak anılan o yolun üzerindeler. Güneş doğmadan çıkmışlar evden. Yol uzun, cepte para yok ki bir otobüse atlayıp Ulus’a gelebilsinler.”
Arş. Gör. Berna Öztürk, Upton Sinclair’in daha iyi bir yaşam için Litvanya’dan Şikago’ya göç eden bir ailenin hikayesini, Amerika’daki emekçilerin sefalete nasıl mahkum edildiklerini anlattığı eseri “Şikago Mezbahaları”nın geçtiği 1900’lü yıllardan 2017’nin Ankara’sına getiriyor sözü…
“Günlükleri 90-100 TL civarı. Genelde bir kamyonetle gelen işverenin ise tek bir derdi var, en ucuzunu bulmak. Bu da işçiler arasındaki rekabeti arttırıyor. Aralarında Jurgis gibi yurtlarını terk edip gelenler de var. Göçmen işçiler bunlar.”

Güncel Hukuk Kasım 2017, S.167”

DSC_3872.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

“Tuzla’da İçmeler Köprüsünün yakınında, bir kebap salonunun önündeki “amele pazarı” hem işsizliğin çarpıcı boyutlarını, hem de çalışma koşullarını gözler önüne seriyor. Büyük çoğunluğu 15-20 yaşlarında olan gençler, çantaları yolun kenarında, çalışmak için ‘iş’ bekliyor. İşten her gün eve dönerken geçtiğim bir köşe var, tam o saatte; kiloları, mantoları ve başörtüleriyle mesleği hanesine yıllardır ‘ev hanımı’ yazdıkları her halinden belli olan teyzeler bekleşeduruyor oluyorlar. Bu kalabalık da her geçen gün artıyor. İçlerinden süslü olan bir iki tanesini görünce evimin yakınlarındaki televizyon kanallarından birinin sabah şekerleri, (akşam akşam ne şekeriyse 😛 ) kuşum aydınla çılgın atmak, Esra Ceyhanla çemkirişme programlarından biri için beklediklerini düşündüm önce. Minibüsün kapısına, kapının yarısını kapatacak şekilde dikilerek “sen gel, sen gel” diye seçen amcaya da denk gelince bir gün, ‘ne çetrefilli katılma prosedürü varmış bu işin, kuşum aydınla her canı isteyen göbek atamıyor demek ki…” şeklinde düşünmüştüm. Lakin işin aslının öyle olmadığını çok geçmeden öğrendim. Bu tombul, herbiri en az üç çocuk sahibi teyzeler meğer, tekstil firmalarının günlük çalıştırdığı işler için bekleşiyorlarmış. Paketleme, istif gibi işi olduğu zaman işçi lazım olan firmaların da işine geliyordur demek ki, ne SSK yatırıyorsun, ne vergi… Teyzemler de artık kocaları işsiz kaldığı için mi, yoksa çoluk çocuk büyüdü biraz da para kazanayım diye düşündüğü için mi bu işlerin peşinde koşuyor bilemeyeceğim.” Yerel Basından…

amalepazarıcemberlitas.jpg
Çemberlitaş, amele pazarı

İşçiler bu bölgeyi “insan marketine” benzetirken, “Aradığınız her türlü insanı burada bulabiliyorsunuz, istediğinizi seçebiliyorsunuz” diyor. Zaman zaman para alamadıklarından şikâyet eden işçiler, gittikleri işten dönerken de kendi başlarının çaresine baktıklarını söylüyor.” * Medyascope.tv

evrensel.jpg
Fotoğraf: Evrensel
aragüleristanbul.jpg
Ara Güler.

“Amele pazarı” olarak da bilinen Eski Garaj’a gün doğmadan gelen işçiler, çalışmak için iş bekliyor. Günün doğmasının ardından Eski Garaj’da ekmek mücadelesi başlıyor. Yoldan geçen araçları gözleyen işçiler, kendilerine doğru yanaşan araçlara “iş var” umuduyla koşuyor. İş alan ameleler sevinirken, geride kalan işçiler ise bir başka aracın yolunu gözlüyor. Yıllardır süren bu ekmek mücadelesinde ise birçok işçinin sigortası dahi bulunmuyor.”*Anadolu’da Bugün.

Amele Pazarları binlerce yıllık kölelik tortusunu üzerinde taşırken, özellikle Ortadoğu’da savaş koşulları Amele Pazarlarını sürekli besliyor. Birinci Dünya savaşıyla başlayan süreç, son olarak Suriye’da yaşanan savaşın bir sonucu olarak yüzbinlerce insan ucuz iş gücü olarak Amele Pazarlarına dağılmış durumda. Bu Pazarlarda en çok Suriyeli, Afgan ve Afrikalı siyahileri bulmak mümkün. Hatta bazı kentlerde Amele Pazarları yetmiyor, kentin kendisi bir pazara dönüşmüş durumda.

mezopotamyaajansi.JPG
Fotoğraf:Mezopotamya Haber Ajansı

Urfa bunların başında geliyor. Zaten işsizliğin yüksek olduğu kent, Suriyeli Sığınmacıların gelmesiyle tam anlamıyla bir işsizlik faciası yaşıyor.  Bu nedenle gün boyu, kentin her yerinde iş arayan insanlara rastlamak mümkün.

Sığınmacı ameleler ucuza çalışıyor, her türlü ağır işe gitmek zorunda kalıyor. Bazen çalıştıklarının karşılığını almadıkları da oluyor. Şikayet merci yok, başvuru mekanizması yok.

Her şey vahşi iktisadi sistemin dişleri arasında ezilip, un ufak oluyor.

Amele Pazarında Amele Yanığı her halktan insanlar, evde ekmek bekleyen çocuklar…

Başka söze gerek var mı?

Ara Güler