Şahmaran Miti üzerine bir deneme

Eski Mardin olarak bilinen ve asırlık çarşı ve evlerden oluşan kadim kentin ara sokakların birinde, eski ve tarihi bir yapıda atölye açan ve yıllardır resim, heykelle uğraşan Selim Gökçen aynı zamanda bir Şahmaran Ustası. Ahşap levha üzerine yakma tekniğiyle yaptığı Şahmaran tabloları oldukça ilgi görüyor. Yıllardır bu işi severek yapan usta “Efsaneyi yaşatmaya çalışıyoruz. Binlerce yıllık bir halk söylencesi. Damıtılarak bu günlere geldi.
Sümer kabartmalarında yılan…

Küçüklüğümden beri zihnimde olan bir söylence var. Bu gün hala Mardin, Adana, Tarsus  çevresinde oldukça sık anlatılan ve değişik versiyonları bir çok kentte dile getirilen  Şahmaran Mitolojisi  çok eskilere, tarih öncesi dönemlere kadar gider. Sümer ve Hitit mitolojisinde bahsedilen, Yunan Mitolojisinde anlam bulan ve Mezopotamya’da bambaşka bir ruh kazanan Şahmaran hikayesi yeryüzünde dilden dile dolaşır, Sümer kitabelerinde ölümsüzleşir, Evliya Çelebi’nin günlüklerine yansır, bazı toplumların tarihi vesikalarına girer ve günümüze kadar gelir. Öyle bir yayılır ki, hemen hemen her toplum kendine has bir anlamlandırma ile söylenceyi anlatarak, yaşamasına olanak sunar…

Selim Gökçen bir çalışma sırasında…

Küçükken annemin anlattığı ve oturma odamızın çelpekli beyaz toprakla sıvanmış duvarına asılı, bez üzerine işlenmiş  Şahmaran betimlemesi, o yıllarda hemen hemen her evde bulunur, söylencesi masal şeklinde anlatılırdı. Ayrıca çocukluğumda Şahmaran hikayesini resmeden ressamlar, halı ve kilimlere dokuyan, kanaviçe olarak işleyen genç kadınlar vardı.

Bu gün bu ustalardan kalan olmuş mudur bilmiyorum ama özellikle Mardin Yöresinde Şahmaran betimlemesinin halen işlendiği ve anlatıldığına tanık oluyoruz. Cama değişik renklerde çizilen,  ahşap levhalara yakma tekniğiyle ifade edildiğine tanık oluyor, okuyor, izliyoruz. Eskisi gibi olmasa da, Şahmaran hala bazı tarihi konakların, ev ve iş yerlerinin, modern mekanların duvarlarını süslemeye devam ediyor.

şeyhmuscakirtas

Peki nedir bu Şahmaran hikayesi. Geçmişi nereye, hangi kavime ve zamana dayanıyor?

Bu sorunun cevabını bulmak için bir süredir zihnimi biraz zorlayarak, dinlediklerimi kafamda demleyerek ve günümüzde yazılanlara göz atarak ortaya bir fotoğraf çıkartmaya, yorumlamaya çalışıyorum.

Ben zihnimi zorladıkça yeni bilgiler çıkıyor ortaya ve tarihin karanlık tünelinin en gerisinden ışık huzmesi ortalığı aydınlattıkça merakım artıyor ve ben Şahraman hikayesinin peşine düşüyorum. Tarihin derinliklerini kazdıkça yol uzuyor, ta Sümerlere, hatta gerilere kadar ulaşıyor ve 6 bin yıllık bir söylencenin tam ortasında kendimi buluyorum.

şeyhmuscakirtas

Şahmaran bir söylence olsa da, tarihin bir özeti gibi. Çünkü insan için yılan imgesinin bütün çağlarda öne çıktığı gerçekliği var. Her devir, her çağ yılan imgesiyle şu ya da bu şekilde ilgilenmiş ve yılana farklı farklı anlamlar yüklenmiş. 12 bin yıllık geçmişi olan Göbeklitepe’de bulunan  taş anıtların yüzeylerine yılanlar çizilmiş. Göbeklitepe’de taşlara kazınan yılanların hangi amaçla yapıldığını tam olarak bilmemize imkan yok, belki hiçbir zaman bu sorunun cevabına ulaşamayacağız.  Ama bütün uygarlık katmanlarında yılan imgesinin olması bir tesadüf mü yaksa insanın özellikle seçtiği bir özne mi?

Benim için zor ve henüz yanıtı olmayan bir soru.

Tarihin karanlık tünelinde o kadar çok yılan imgesi var ki, hangisini hangisine bağlayacağımı bilemiyorum. Bildiğim şudur ki, yılan bütün zamanların en gizemli hayvanı, iktidar ve güçlü olmanın sembolü. Kimi zaman insan için bir koruyucu, kimi zaman gücün temsilcisi ve aynı zamanda bir iyileşme iksiri, belki kutsal. Kötücül yönü ise bedeninde ölümcül bir zehir taşıması.

Toplumların yılan imgesini sık sık kullanmasının nedeni korku da olabilir, tanrısal bir yaklaşım da. Gerçek olan şu ki yılan tarih boyunca var olmuş, kendisini değişik mecralarda yaşatmış, tarih sayfalarına konu olmuş, güç ve gösterişin sembolü olmuş. Her hayvan her coğrafyada, her mevsimde yaşamıyor ama yılanın yaşamadığı yer yok gibi. Bu bile tek başına tarih sahnesinde baş rol almasına neden olabilir.

Hiç unutmuyorum, annemin yıllar önce Şahmaran hikayesini anlattığı sesi hala kulaklarımda, zihnimde ve dilimde. Zaman zaman anlatırdı kendiliğinden, ya da birileri sorardı da anlatmaya başlardı. Tane, tane ve olağanüstü bir Zazacayla dile getirir, ifade ederdi. Dinlerken hepimiz mest olurduk ve zaman zaman korkar, sinerdik, gece rüyalarımıza girdiği de olurdu Şahmaran’ın.

Şimdi artık hayatta olmayan rahmetli annem derdi ki:  “Şahmaran kadın yüzlü, insana benzeyen bir yılandır. Yerin yedi kat altında yaşardı ve bütün yılanlar ona bağlıydı, hiçbir yılan onun emrinden çıkmaz, çünkü o yılanların şahıydı. Gövdesinin yarısı insan şeklinde dünyalar güzeli bir kadın yüzü, yarısı ise kocaman bir zehirli  yılandı.”…

Annemin bahsettiği, uzun kış gecelerinde anlattığı hikayenin kökeninin Sümerlere dayandığını belki de daha eskilere kadar dayandığını söylemek mümkün. M.Ö 4000-2000 yıllarda Mezopotamya’da varlığını sürdüren ve tarihte yazıyı bulan kavim olarak geçen Sümerlerde yılan hayatın kötücül tarafını sembolize  etse de, ağaç köklerinde yaşadığı için yaşamı da temsil eder. Bedeninde hem zehiri, hem de panzehiri barındırdığı için de kutsal kabul edilir. Sümerlerin yılan mitine Thasman adı verilen yazılı kaynaklarda rastlanır. Keza benzer yılan mitleri Sümerlerden önce tarih sahnesine çıkan ve aynı tarih sahnesinin bir bölümünü paylaşan Hititlerde de görülür. Doğu kültürü birbirini etkileyerek, yılan miti bütün coğrafyayı sarıp, dünyaya yayıldığında, Yunan Mitolojisinde bambaşka bir varlığa dönüşür. Saçlarında çok sayıda yılan olan bir kadından bahseder söylence. Medusa adı verilen mitolojik  varlığı görenleri kör edecek kadar güçlü ışıklar yayar ve kendisini göreni kör eder. Tahsman, Medusa ve Şahmaran aynı anlatımlar olmasa da, benzerlik gösterdikleri açık.

Yer, zaman farklı da olsa, yılan miti tarih sahnesinde hep yer almış, önemli bir canlı olarak insanla birlikte varlığını sürdürmüş ve zaman içinde mitleşerek günümüze ulaşmış.

Şahmaran hikayesinin geçtiği coğrafya belli olmasa bile, anlatımlardan çıkarımlar yapılarak bazı yerlerin söylenceyi sahiplenmesi doğaldır. Hiçbir zaman olayın geçtiği yer belli olmamış, böylelikle daha geniş alanda varlığını sürdürmüştür. Ama belli olan söylencenin doğu uyarlığının merkezi sayılan Mezopotamya’dan yayıldığı, varlığını sürdürdüğü ve buradan dünyanın değişik bölgelerine dağıldığıdır.  Bu nedenle  Şahmaran doğu kaynaklıdır ama artık insanlığın ortak sözlü mirasıdır. Yani artık bir yere ait olmasa da, kanımca en çok Mardin’e yakışır. Dengbejlerin dilinde, şairlerin dizelerinde, kadınların zılgıtlarında yaşayan bir efsane olması Şahmaran’ın yaşadığının göstergesidir.

Söylencenin değişik anlatımlarını okusam da, annemin anlattıkları ben de olağanüstü bir etki yaratmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Ancak bütün anlatımları derlemek, bir senteze gitmek de gerektiğini düşünerek, bir özet halinde değişik kaynaklardan derlediğim metin bir fotoğraf olup, zihnimde oluştuğunda sizinle paylaşma gereği hissettim. Bu söylence bildiğimiz söylence, herkesin kendisini biraz gördüğü, kendinden bir şeyler kattığı yılların söylencesi.

“Zamanın birinde anne ve kardeşleriyle yaşayan yetim bir çoban varmış. Bütün hayatı üç beş keçi ve bir iki koyundan ibaret olan çoban, bir gün keçilerini dağa otlamaya götürmüş. Baharın sıcaklığına yorgunluk da eklenince kendisini bir ağacın gölgesine atmış.

Uyku ile uyanıklık arasında  gidip gelen çobanın gözleri, kayaların arasındaki bal arılarının dansına takılır. Merak eder arıların kaya çevresinde dönüp, dolaşmalarını. Merakını yenemeyip, elinde ki çubuğuyla arıların girip çıktığı deliği eşelediğinde, giderek daha geniş ve derin bir oyuk ortaya çıkar. Oyuk büyüdükçe daha fazla bal arısı oyuk çevresinde dansa durur.  Biraz daha eşelediğinde petek petek bal olduğunu görür. Bir iki petek alsa da, asıl bal, oyuğun arka kısmında olduğunu görür. Daha fazla bal almak için oyuğun girişinde ki taşı kaldırmaya çalışır ama gücü yetmeyince iki sevdiği arkadaşını da çağırır. Üç çoban birlikte taşı oynatınca, derin bir kuyuya benzeyen mağaranın alabildiğince bal petekleriyle dolu olduğunu görürler. Bu olağanüstü manzara karşısında ne yapacaklarını şaşırsalar da, daha fazla bal almak için kendi aralarında iş bölümü yaparak, bal toplamaya başlarlar. Birkaç gün boyunca, yapılan iş bölümü gereği balı bulan yetim çoban iple aşağıya iner, petekleri tek tek toplar, arkadaşları da yukarıya çeker. İş biter, düşünemedikleri kadar bal toplamışlardır. İş yetim çobanın yukarıya çekmeye  gelmiştir artık. Ama maalesef arkadaşları çıkarılan balın çokluğu karşısında gözleri dönmüş, bir başlarına sahip olmak gerektiğini düşünmüşlerdir. Böylelikle balın yerini gösteren, arkadaşlarını mağarada bırakarak, bütün bala sahip olurlar, mağaranın üzerini kapatıp, oradan ayrılırlar.

Çobanın annesi dağ bayır yollara düşse de, bütün ağaç kovuklarına ve mağaralara baksa da oğlundan bir iz bulamaz. Çobana ihanet eden arkadaşları ise balı satmış, ceplerini doldurmuş, varlıklı olmuşlardır.

Fikret Otyam

Mağarada mahsur kalan çoban sesini kimseye duyuramaz, birkaç gün boyunca ne yapacağını düşünür, yorgun, argın uykuya dalar. Kaç gün, ne kadar uyuduğunu bilemez, tam umudunu kaybedeceği sırada karanlıkta bir ışık görür. Çubuğuyla ışığın geldiği yeri kazmaya başlar ve birden oyuk çöker. Çöken oyuk, bambaşka bir dünyaya açılır ve adımını attığı gibi de, daha aşağılara yuvarlanır, dehlizden derinlere sürüklenir.

Düşmenin etkisiyle bir süre kendisine gelemeyen çoban gözlerini açıp etrafına baktığında, her türlü güzelliğin, çeşit çeşit sebze ve meyvenin olduğu bir yerde olduğunu görür.

Bu muhteşem dünyanın içinde etrafında yılanlardan başka bir canlı yoktur. Bu manzara karşısında hem şaşırır, hem de korkmaya başlar.

Çobanın yanına yanaşan iki büyük yılan, onu kocaman büyük bir salona götürürler. Salon oldukça gösterişlidir. Salonun ortasında koltuğun üzerinde beline kadar yılan, belden yukarısı ise insan olan bir kadın oturur. Kadının güzelliği çobanı büyüler. Yarı insan yarı yılan kadının, başındaki  taç yılan başlarıyla süslüdür. Salonun etrafında da farklı farklı yılanlar vardır.

Koltukta oturan yarı yılan yarı kadın kendisini Şahmaran yani ‘’Yılanların Şahı’’ olarak tanıtarak kendisini tanıdığını ve karşılaştığı ihanet hikâyesini bildiğini söyledikten sonra ‘Korkmana gerek yok. Ben burada olduğum sürece yılanlar ne sana ne de diğer insanlara bir şey yapmaz.

Tacımdaki yılanlar da beynime bağlıdır.’ der. Çobanın başından geçenleri sanki kendisi yaşamış gibi ona anlatır. Çoban bu ilginç manzara karşısında şaşkına döner, neredeyse dilini yutar.

“Bütün isteklerin yerine getirilecek, rahatına bak.”der.

Çobanın yapacağı bir şey yoktur, yılanlar ülkesinde kalmaktan başka. Zaman içerisinde Şahmaran ve çoban arasında bir yakınlık oluşur ve yerin yedi kat altında bir aşk filizlenir.

Aradan bayağı zaman geçer. Şahmaran’dan istekte bulunmanın zamanının geldiğini düşünür ve ‘Her ne kadar seni sevsem de annem ve iki kız kardeşimi de özlüyorum.

Onlara bakacak kimse yok. Ne yapar, ne ederler bilmiyorum. Senden isteğim beni onların yanına göndermendir’ der.

Şahmaran çobanı çok sevdiğinden dolayı göndermek istemese de onu kırmaz. Ona ‘Seni göndereceğim. Ama biliyorum, seni göndersem ölümüm senin elinden olacak, beni öldürteceksin” cevabını verir.

Çoban ‘benim ölümüme de mal olsa seni asla ele vermeyeceğim’ sözünü verir. Şahmaran Çobana ‘Senin bilmediğini ben biliyorum. Senin gidişin benim ölümümdür. Ancak senin isteğin gitmekse seni göndereceğim’ der. Çoban sözünde ısrarcı olsa da Şahmaran’ın her şeyi bilip gördüğünü de bilmemektedir.

Aralarındaki bu konuşmadan sonra Şahmaran; ‘Seni göndermeden önce sana bazı şeyler anlatacağım” der:  “Yüksek yaylaları olan bir ülke vardır. O yaylaların üstünde de yüksek bir dağ vardır.

O ülkenin halkı her yıl yaylalara geliyor. Yılda bir gün halk pınarın başına gelip eğlendikten sonra kâselere süt doldurup bırakıyorlar. Halk gittikten sonra da tüm yılanlar gidip o kâselerden süt içip geri geliyoruz.

Bize adanmış olan o gün ben de oraya gelmiş olacağım”der.

Sonra, çobanın istediğini yerine getirmek için yılanlara talimat verir. Yılanlar onu yerin yedi kat altından yeryüzüne çıkararak bırakırlar. Böylelikle çoban Şahmaran’ın sırını öğrenir.

Çoban uzun bir aradan sonra köyüne döndüğünde kız kardeşlerinin büyüdüğünü, annesinin de keder ve ağlamaktan gözlerinin kör olduğunu, ona ihanet eden iki arkadaşının da baldan kazandıkları paralar ile zengin olduklarını görür.

Annesinin yanına gittiğinde annesi oğlunun kokusunu alarak onu tanır ve sevinçten gözleri açılır. Annesi oğlunun büyümüş ve güzel bir genç olduğunu görür. Yetim çoban köyde annesi ve kız kardeşleri ile bir süre yaşar, arkadaşlarının foyası ortaya çıkar.

Çoban köyüne döndükten sonra ülkede kralın hastalandığı duyulur. Kralı iyileştirmek için tüm hekimler çağrılır. Kralın hastalığına çare bulamayanların kafası kesilir. Geriye tek bir hekim kalır. Kral onu da çağırır ve hastalığına çare bulmasını ister.

Diğer hekimler birçok ilacı denediklerinden hekim ona tek bir seçenek sunar. Kral’a ‘Senin ilacın Şahmaran’dır. Etini pişirip yersen iyileşirsin. Onun dışında senin hastalığına çare olacak ilaç yoktur’ der.

Kral ‘Peki Şahmaran’ı nerede bulabilirim’ diye sorar. Hekim Kral’a ‘Senin ülkende Şahmaran’ı gören biri var. Görenin sırtında Şahmaran işareti vardır. Büyük bir hamam kuralım ve ülkedeki tüm erkekleri getirtip bu hamamda yıkanmaları için üstlerini çıkarmalarını isteyelim. Sırtındaki işaretten Şahmaran’ı göreni tanırız’ şeklinde öneride bulunur.

Bunun üzerine ülkedeki tüm erkeklerin kralın hamamında yıkanmaları için ferman çıkarılır. Gelen erkeklerin tümü elbiselerini çıkarırken Kral ve hekim tarafından vücutlarında Şahmaran işareti aranır. Ülkede ne kadar erkek varsa hepsi kralın hamamında yıkanır, ancak aradıkları işaret hiçbirinde bulunmaz.

Çünkü Şahmaran’ı o güne kadar gören olmamıştır. ‘Geriye kim kaldı’ diye sorup soruşturulur. Kralın vezirleri bir yerde yaşlı bir kadının oğlunun kaldığını, yıllar önce kayıp olduğunu ve bir süre önce eve döndüğünü söyler. Bunun üzerine hamamda yıkanması için çobanı çağırır.

Çoban sırtındaki Şahmaran’ın işaretinden habersizdir. Kralın fermanı üzerine saraya gider. Üstünü çıkardığında sırtında iki kürek kemiği arasında altın renginde Şahmaran’ın işareti ortaya çıkar.

Hekim “Aradığımız adam bu” diye haykırır. O zaman Kral çobanı tutuklamaları için muhafızlara talimat verir. Çobana Şahmaran’ı nerede gördüğünü söylemesi için işkence yapılır. Çoban Şahmaran’a verdiği sözünü tutar ve Şahmaran’a ilişkin tek bir söz söylemez. .Çobandan hiçbir şey öğrenemeyen Kral çobanın annesini ve kız kardeşlerini getirtir. Çobana Şahmaran’ın yerini söylemezse ailesini öldürmekle tehdit eder.

Bunun üzerine çoban zayıf düşer ve  Şahmaran’ı gördüğünü itiraf eder. Ülkenin yüksek yaylalarında bahar yeşerip, çiçekler açtığında yılda bir yaylacıların bir pınar başına koydukları süt kâselerini içmek için yılanların yer altından çıktığını anlatan çoban, Şahmaran’ın da ancak o zaman ortaya çıkacağını söyler.

Çoban Şahmaran’ın dediği gibi ona ihanet etmiş, ölümüne neden olacak tüm bilgileri krala vermiştir. Kral çobanın anlattıkları üzerine hazırlıklarını yapmış Şahmaran’ın görüneceği günün gelmesini beklemeye başlamıştır.

Sonunda kralın beklediği gün gelir. Kral yanında hekimi ve muhafızları ile birlikte Şahmaran’ı yakalayacağı yere gider ve süt kâselerinin bırakıldığı pınarın başında pusuya yatar. O gün yaylaya çıkanlar yine pınar başında toplanır.

Eğlenir, ritüellerini yerine getirir, süt kâselerini pınarın başında bırakarak orayı terk ederler. Halk gittikten sonra her yıl olduğu gibi yine tüm yılanlar adanmış sütlerini içmek için birer birer yeraltından çıkarak süt kâselerinden birini içip geri yuvalarına dönerler.

Bu şekilde gün yarılanır. Şahmaran’ın geleceği yerde Kral ve askerleri pusuda bekler. Padişah yarı yılan, yarı kadın Şahmaran’ın da iki büyük yılanın sırtının üzerinde sütü içmek için pınarın başına geldiğini görür. Bunun üzerine harekete geçen askerler, Şahmaran’ı pusuya düşürür.

Şahmaran  pusuda esir düşmüştür, çırpınması, didinmesi işe yaramaz. O artık tutsak edilmiş, zincirlere vurulmuştur. Şahmaran,çobana dönüp dayanamayarak “Beni ele vereceğini biliyordum. Ancak beni götürmeden önce bırakın yılanlara bir şey söyleyeyim” der. Ve Şahmaran insanlar ile yılanlar arasında sonsuza kadar bir düşmanlığının olmaması için “Şimdi bir savaşa girişmeyin. Ben gidiyorum, ama haftanın dokuzuncu gününde geri döneceğim.

Ben o zaman geldiğimde insanlara karşı savaş başlatacağız. O güne kadar yılanlar yer altından çıkıp dünyanın her yanına dağılmalıdır. Ben gelinceye kadar her biriniz dünyanın bir yerinde olmalısınız” der.

Şahmaran bu şekilde esaretinden dolayı insanlara savaş açmaya hazırlanan yılanları engeller. Yılanlar ancak Şahmaran’ın talimatı ile yer altından çıkarak dünyanın her tarafına dağılmaya başlarlar.

Padişah esir aldığı Şahmaran’ı alır götürür. Hekimin öğütleri üzerine bir kurban gibi kesilen Şahmaran kafa, gövde ve kuyruk kısmı olmak üzere üç parçaya ayrılır. Her parçası da farklı bir tencerede kaynatılır. Hekim kafanın olduğu tencereyi kendisine, gövdeyi çobana, kuyruk kısmını da Krala ayırır.

Kafa kısmından yiyen hekim tüm canlı ve bitkilerin dilinden anlamaya başlar ve olacak olayları öncesinden görmeye başlar.

Gövde kısmını kralın baskısı ile yiyen çobana bir şey olmaz ama dostu ve sevdiğine ihanet edip onu ele verdiği için vicdan azabı ile yaşamaya başlar. Yılan zehrinin toplandığı kuyruk kısmının bulunduğu tencereden yiyen kral ise ölür.”

Kaynak: Vakipedia, zernews…

Gizemli bir yer altı kenti: Derinkuyu

Fotoğraf: Seba Ares/facebook

Bilinen çok ilgimi çekmiyor. Ben daha çok bilinmeyenlerle ilgilenmek, gizem dolu yaşamları, mekan ve yapıları fotoğraflamak isterim. Olanaklarım el verdikçe  kimsenin ilgilenmediği yerlere gider, kendimce bilinmeyenleri fotoğraflama, mitlerini not almaya, hikayelerini yazmaya çalışırım. Bunlardan biri de Kapadokya yöresinde bulunan Derinkuyu’dur. Bu gün artık bir turizm merkezine dönen Derinkuyu gerçekten tam bir bilinmezliği barındırır ve insanı hayretler içinde bırakır.

1 (1).jpg
Seba Ares/Facebook
DSCF3707.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Ben genellikle bir planlama ile yola çıkmam. Biraz rüzgarın yönüne kapılarak ilerler, Ara Güler’in izinde, yönteminde rastgele yürümek isterim.  Bu mantıkla Adana’dan yola çıktığımda kafamda Ihlara vadisi olsa da, Derinkuyu levhasını gördüğümde anında fikrim değişti, bir anda Ihlara Vadisi’ni unuttum ve böylelikle hiç bilmediğim yeraltı kentine yolculuğum başladı.

DSCF3715.JPG
Şeyhmus Çakırtaş
DSCF3722.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Yüksekçe engebeli bir tepenin yamacında yapılan yeraltı kentine adım attığımda hakkında tek kelime bilgim yoktu. Uzak ülkelerden gelen turistler büyük bir ihtimalle benden çok daha fazla bilgiye sahipti. Biraz da utanarak, sıkılarak Derinkuyu’nun kapısına doğru ilerlemiştim birkaç yıl önce. Dış dünyadan gelenlerin ellerinde ciltli kitaplar, haritalar, oldukça kaliteli fotoğraf makinaları, benim elimde ise onlara göre uyduruk bir fotoğraf makinası ve güneşten korunmak için ucuz bir şapka. İşte o an kendime gülesim gelmişti. Dünyanın diğer ucundan gelenlerle kendimi karşılaştırmış, onların olanaklarını biraz da kıskanmış, onlara imrenmiştim.

Neyse ki bu beni Derinkuyu’ya inmekten ve araştırma yapmaktan alı koymadı. Her zaman bildiğim gibi yaşamaya çalışarak, kendimce ilerledim, bilinmeyenleri anlamaya çalıştım, yorumladım.

seba ares.jpg
Seba Ares/Facebook
DSCF3874.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Adını 85 metre derinlikte yerin altında inşa edilen kuyudan alan yeraltı kentinin varlığı ilk defa 1963 yılında ortaya çıkarılmış ve uzun süre öyle kendi halinde bırakılmış. 1983 yılında araştırmalar derinleştirilmiş ve temizlik çalışmasına başlanılmış. Kimilerine göre 13 kat yerin altına doğru genişleyen kentin bu gün 8 kat ve çok az kısmı gün yüzüne çıkarılmış. Kimler tarafından, hangi amaçla yapıldığı tam olarak anlaşılmayan Derinkuyu olağanüstü bir yer. Hem yer altında olması, hem de bünyesinde bir çok bilinmezliği barındırması , bu sır dolu yeri ilginç kılıyor. Evler, mabetler, çarşılar, gıda depoları, su sarnıçları, zindanlar, kuyular, sosyal donatılar ve havalandırma mazgallarının olduğu bir yeraltı kenti. Tarihsel süreci bilinmezliklerle dolu. Bu nedenle buranın kimler tarafından yapıldığına dair bir çok iddia var. En ilginci ise Uzaylıların yaptığını ileri süren Tanrıların Arabaları adlı kitabın ünlü yazarı …

Yer altında adeta bir labirent gibi genişleyen ve giderek kat kat derine inen yapının tümünü gezme imkanı bulamadım. Ama yerin sekiz kat derinliğine kadar ilerledim ve zaman zaman iki büklüm olarak gezdiğim koridorlarda eski çağların bütün izlerini gördüm.

Derinkuyu’nın inşa edildiği alanda bulunan toprak yapısı, bu kentin inşa edilmesini sağlamış. Zemin kaya toprak karışımı olan ve işlemeye, oymaya müsait bir malzeme. Taş desem değil, toprak desem hiç değil. Benim tanımlayamadığım bir malzeme. Suya dayanıklı, sağlam ve taş gibi sert. Sanki yek pare devasa bir kaya kütlesi insan eliyle kazınarak, yontularak bu harika  yer altı yerleşkesi inşa edilmiş.

DSCF3713.JPG

1850 yıllarına kadar yer üstünde tek yapının olmadığı anlatılan alan, keşfedilmesinden sonra kentin büyüklüğü anlaşılmış ve çalışmalar ancak 20 yıl sonra başlatılmış. Bu gün hala bir çok alanı kapalı olarak duran kent artık  bir turizm cazibe merkezine dönmüş.

Her gün yüzlerce insanın ziyaret ettiği kentin yakınlarında başka yer altı kentler de ortaya çıkarılmış. Bu yer altı kentlerin sayısı 36 olarak veriliyor. Buna benzer yapıları Ihlara Vadisi’nde görsem bile, ilk defa bu kadar düzenli ve büyük bir yer altı barınağı görüyordum. Bu gün Kapadokya’da benzer özellik gösteren bir kaç yer altı yerleşimi temizlenerek, turizmin hizmetine sunulmuş durumda.

DSCF3720.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

.

Tarihteki izi 5 bin yıl öncesine, Asurlara kadar giden  gizem dolu bu yerleşim yeri kazıldıkça insanı, arkeolojik çevreleri şaşırtmaya devam ediyor. Her kazılan alan yeni bilgileri gün yüzüne çıkarıyor. Bu karanlık ve gizem dolu kentin izlerinin 8 bin yıl öncesine kadar gittiği dillendiriliyor. Ne kadar doğru bilemiyorum, bilmeme de imkan yok. Bu daha çok arkeologların işi. Halen kazılmadık bir çok tünel, mağara, sığınak ve mabet olduğu düşünülüyor. Derinkuyu’da asırlar önce en az 20 bin kişinin yaşadığının tahmini bile tek başına insanı hayretlere düşürür. Eski çağlardaki olanaklar göz önüne alındığında bu rakam inanılmaz geliyor, insan kentin derinliğine inince şaşırmaktan kendisini alamıyor, asırlar öncesinden kalan bir yapı olduğuna inanamıyor.

DSCF3702.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Derinkuyu yer altı kentinin giriş kapısının yerini seçen ustalar eğimden faydalanmış ve giriş kapısı açısından  müthiş bir seçim yapmış. Giriş kısmının yağmurdan, sel sularından etkilenme oranı neredeyse sıfır. Ancak bir ikinci Nuh Tufanı olursa Derinkuyu sel sularıyla dolabilir. Giriş kapısı  yüksek  tepenin yamacında yapılmış olduğundan şiddetli yağışlar olsa bile, sel suları kentin bulunduğu alanın dışında daha alçak yerlere, daha aşağılara akıp gider.

DSCF3746.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

İnsan giriş kapısından içeri adımladığında, tehlike zamanında içerden kapanan bir taş kapı karşılıyor insanı. Kocaman dairesel kaya parçası, değirmen taşına benzeyen yuvarlak kapı insan eliyle yontularak iki kaya arasında yerleştirilmiş. Kayalarda taşın kolay hareket edebilmesi için kayanın içinde düzgün bir yuva yapılmış. İçerden kapatıldığında ise dışardan açılması imkansız olan bir mekanizma oluşturulmuş. Hiçbir teknolojik araç yokken, harika bir taştan kapı inşa edilmiş. Bu kapıdan daha güvenlisini düşünemiyorum.

DSCF3741.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Yerin derinliğine doğru ilerleyen ve oldukça dik olan merdivenlerden inildikçe insan hayretler içinde kalıyor. Bir insanın sığabileceği koridorlar, koridorlara açılan evler, sosyal donatılar, mabetler, sarnıçlar, zindan ve gıda depoları tek tek insanı karşılarken, kentin ortaya çıkarılan bölümleri tam sekiz kattan oluşuyor. Her katta değişik ölçülerde mazgallar, koridor ve mağaralar bulunuyor. Bir akıl hastanesi ve devasa bir zindanın da yer aldığı yeraltı kenti bütün gizemini içinde barındırıyor. Bu karanlık kent bazı yağlı tohum ve bitkilerden elde edilen  yağlar kullanılarak aydınlatılmış. Meşale yerlerinin belli olduğu kent, bu günkü metro istasyonlarının tünellerini çağrıştıran koridorlara sahip. Bu gizemli yer altı kentinin insan eliyle  yapıldığına, doğal kayanın oyularak işlendiğine  insan inanamıyor, hayretler içinde kalıyor.

İçerisi tam bir labirent. Bir çok koridor birbirine bağlı, katlar arasında geçitler söz konusu. Bir saldırı anında, günlerce içerde kalabilecek büyüklükte yerleşkeler, gıda depoları ve su sarnıçları var.

DSCF3872.JPG
Şeyhmus Çakırtaş

Şimdiki zamanın yöneticileri ziyaretçilerin yollarını şaşırmaması için yol güzergahları belirlemiş. Buna rağmen yolumu şaşırıp, kapalı koridorlara girdiği, kaybolma hissi yaşadığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. İşte o an ne yön duygusu kalıyor, ne de elindeki teknolojik araçların hükmü. Her şey zihninin açık olmasına bağlı. Paniklersen bu labirentten çıkma imkanı olmayabilir ama aklını kullanırsan, yol seni ışığa götürüyor. Yol güzergahı deyince  aklınıza düz yollar gelmesin. Dik merdivenler, yerin  altına doğru inen daracık merdivenli yollar.

Bu kenti inşa  eden ustalar, her şeyi düşünmüş, içerde hava alma kanalları iyi çalışıyor. Nereden, nasıl hava sirkülasyonu oluşuyor bilmiyorum ama insan hiç nefes darlığı çekmiyor. Yazın ortasında harika bir serinlik insanı kucaklıyor. Sanırım kışın da tam tersi yaşanıyor. Yerin üstünden daha fazla sıcaklık olur diye düşünüyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam ve aldığım notlar beni yanıltmıyorsa 4 ya da 5.katında devasa bir zindan ve akıl hastanesi olduğu belirtilen bölmeler var. Bütün bölmeler kayaların oyulmasından oluşturulmuş. Zindan kapısı bu kez içerden değil, dışardan kapatılma mekanizmasına göre inşa edilmiş. Dışardan bir değirmen taşından daha büyük dairesel taş kapatıldığında, insanın  buradan kaçma şansı imkansız gibi. Günlerce tünel kazıp, dışarıya ulaşması bile mümkün değil. Bütün yollar, bütün bölmeler birbirine bağlı iken, burada yollar körleşiyor, zindan olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Dışardan kapatıldığında karanlık bir kuyudan farkı olmayan tarih öncesine ait bir zindan. İnsanı ürküten, akla zarar bir hapishane.

Derinkuyu’nun en alt katında yani 8.katında bütün tüneller meydana benzeyen bir alana açılıyor. Bu meydanda kente adını veren ve oldukça derin bir kuyu var. Adeta yer kürenin içine açılan ve asırlar öncesinin gizini barındıran karanlık  bir kuyu.

Bu meydanda oturduğumda tarihin karmaşık, karanlık ve kan kokan tünelinde ilerlediğimi fark etmiştim. Bu meydan kim bilir nelere şahitlik yaptı, neler yaşandı, kimler geldi, kimler soluklandı?

Yerin sekiz kat aşağısında oturmak, tarih öncesi devirlerde dolaşmak, asırlık duvarlara dokunmak insana çok ama çok farklı bir haz veriyor, hayretler içinde bırakıyor. Günümüzün melodileri yerin 80 metre derinliğinde yankılanırken, duvarlardan eski çağların ağıtları yükseliyor sanki.

Akşam  Derinkuyu’da uyumanın ilginç olacağını düşünsem bile geri dönüş yoluna düşmekten başka çare yok. Eski dünyayı yerinde bırakarak, bu kez yerin üstüne doğru tırmanmaya başlıyorum. Dönüş yolu bu kez farklı bir güzergah olduğu için şaşırmaya devam ederek, ışığa doğru yol alıyorum.

Derinkuyu’nın çıkış kapısına vardığında Kapadokya’da gün batmak üzereydi. Gökyüzü kızıllaşmış, yollar ıssızlaşmıştı…

Kışın ortasında bahar kokusu.

Kankol

Kentin kalabalığından bir an kurtulmak, kışa rağmen yaşanan yalancı bahara eşlik etmek için kendimi köy yollarına bıraktım. Özlemişim sonsuz maviliği gökyüzünün. Kuşların cıvıltısını ve kayalar arasında sessizliğe gömülmeyi özlemişim. Müthiş sessizlik, teknoloji yok, insan az ve doğa kışa rağmen bahar güzelliğinde. Ama bir sorun var, şimdi her taraf kar olmalı, ağaçlar derin uykusunda olmalıydı. Mevsimler yer değiştiriyor sanki. Bazı ağaçlar şimdiden yeşermiş. Sıcağa kanarak sürüm verme eğilimine girmiş.

Geçmiş zaman olur…

Görsel

Zaman tünelimden bu güne yansıyan fotoğraflar. Değişik zamanlarda çektiğim kareler. Kimisi yayınlanmış bir yerlerde, kimisi daha yeni çıkıyor gün yüzüne.

Urfa Kalesinde bulunan tarihi sütun başlığı.
Antep İşi Bakırcılık
Antep İşi Bakırcılık
Viranşehir’de bir sokak. Kışın sert geçeceğine dair ibareler. Kar yağmış. 2007
Gün biterken, öylesine bir yer. Elektrikler kesik.
Bingöl yanlış hatırlamıyorsam, 2001 yılı
Eski bir fotoğraf arşivimden çıktı. Bana ait değil. 1950 yıllar. Ankara…Çeken kişi belli değil. Bilgisi olan yorum kısmında yazabilir.
Bingöl Dağları. 2001
Halfeti’nin son tahta kayıkları. 1999
Çay, usta ve el işi yüzükler. Zara Sivas
Bir memnuniyetsizlik göstergesi, satılık evlerin bileşkesi kent Urfa…
Kadınlar, daha ne yazayım. Bütün dünyanın yansıması değil mi? Yükleri hiç azalmadı, hep taşıdı, taşıdı, taşıdı. Urfa

Kuş uçar, bahtı açılır.

Urfa’nın en eski çarşılarını birbirine bağlayan dar ve dolambaçlı sokaklardan, Aşağı Çarşı diye adlandırılan bölgenin içine doğru yol aldığınızda, çok sayıda eski han çıkar karşınıza. Bu hanlar asırlar boyunca kimi zaman bir ticaret merkezi, kimi zaman mola yerlerine dönüşmüş ve bugünkü otellere karşılık gelen birer kervansaray olarak kullanılmış.

Aşağı Çarşı denilen bölge Urfa’nın en eski yerleşim alanıdır ve halen bir çok çarşıyı bünyesinde barındırır. Değişik meslek gruplarının bir arada kümelendiği çarşı, mistik yapısıyla geçmişi günümüzde yaşatan bir alandır.

Çarşılar iç içe olmakla beraber, birbirlerini destekler ve tamamlar niteliktedir. Bu çarşılardan biri de Kuşçular Çarşısıdır. Çarşıların arasına sıkışan Kuşçular Çarşısı insanı şaşırtacak kadar canlı ve otantik yapılıdır. Kantarma şeklinde inşa edilen taş yapılı dükkanlarda satılan çeşit çeşit güvercin alıcılarını beklerken, bir de kuş borsasının kurulduğu bir iki kahve vardır. Pandemi öncesi belli günlerde mezat kurulan ve açık artırmayla kuş alım satımlarının gerçekleştiği bu mekanlar şimdilik kapalı. Ancak mezat kahveden açık alanlara, semt pazarına taşınmış durumda. DSC_1957.JPG
Bu çarşıda bulunan dükkanların çoğu eski taş yapılardır. Esnafları da dükkanlar kadar eski, genellikle babadan oğula geçen bir sistematik burada seyrine devam ediyor. Dolayısıyla çocuklar küçük yaşlarda güvercinle tanışıyor, gökyüzünde süzülen, kanat çırpan kuşa bağlanıyor ve emeklemeye başladığında güvercinle arkadaş oluyor.DSC_1871.JPG
Sadece güvercin satan bu dükkanlardan birine girdiğinizde, keskin güvercin gübresi kokusu ve dar alanda kanat çırpmaya çalışan kuşların havada uçuşan tüyleriyle karşılaşırsınız. Satılmayı bekleyen kuşların rahat etmesi için duvarlara tahtadan konma ve tutunma yerleri yapılmış ve dükkan koca bir tel kafese dönüştürülmüş.
Müşteriler tel kafeslerin arkasında bekleyen güvercinleri almaya karar verdiklerinde tüylerine, kanat boyutlarına baktıktan sonra değerini sorup, alıp almamaya karar veriyor. Güvercin fiyatları 100 tl ile 100 bin tl arasında değişiyor. Gerçi ben 1000 liradan daha pahalı bir güvercine henüz denk gelmedim. Ama kuşçuların deyişine göre nadir bulunan bazı güvercin türleri için 100 bin tl verenler çıkabiliyor.DSC_3827.JPG
Bir gelin gibi süslenen, ayaklarına halhal takılan, kulaklarına küpe tutuşturulan kuşların fiyatından çok alımlı olmaları beni ilgilendirse de, güvercinlerin değerini kuşçular belirliyor.
Bir çok dükkanın içi içe, yan yana olduğu çarşıda güvercine dair her şeyi bulmak mümkün. Yediden yetmişe her yaştan müşterinin geldiği dükkanlara en çok erkekler rağbet ediyor. Kadın müşteri ise oldukça az. Bazen uzak illerden yada başka ülkelerden gelen turistler arasında kadın müşteriler de görülüyor.DSC_3830.JPG
Bu dükkanların dışında mezat yapılan bir iki kahvede pandemi öncesi haftanın belli günlerinde, özellikle akşam saatlerinde mezat kurulurdu. Güvercin almak isteyen bu mezatta katılır, açık artırma ile kuş alıp, satardı. Bu kahveler gündüz normal işleyişine devam etse de, müşterilerinin çoğu kuşçu diye tabir edilen güvercin besleyenlerdi. Gün boyu kahveye gelip, gidenlerin tek gündemi kuş olur, mezat saati geldiğinde, onlarca insan kahvenin tam orta yerinde kurulan tel kafesin çevresinde yerini alırken, bir yandan çay servisi yapılır, bir yandan da kuşlar açık artırmaya sunulurdu.
Kahvenin orta yerinde bulunan büyükçe tel kafese satılacak kuşlar konur ve zaman zaman kafesin dışına çıkarılarak, izleyicilerin daha yakından görmeleri sağlanır, almayı düşünenler dokunur, kanatlarını kontrol eder, ayaklarına bakar ve buna göre güvercinler değerlendirilir ve açık artırma ile hem alınır, hem de satılırdı.DSC_3836.JPG
Urfa’da güvercinlere kuş deniliyor. Neden böyle bir isimlendirme kullanılmış, bilmiyorum, bir açıklama yapana da rastlamadım. Sorduğumda ise tam bir cevap alamadım. Herkes kuş denilince, güvercinden bahsedildiğini hemen anlıyor. Dolayısıyla Urfa’da güvercinler bütün kuşlara baskın gelen canlılardır.
Güvercin bazılarımız için sıradan, basit bir hayvan olabilir. Ama kuş sevenler için adeta bir evlat gibidir. Korkunç bir bağlılık ve emek ilişki de. Kuş beslemek bir tutku, hem de uğruna aç ve sefil kalınacak kadar bir tutkudur. Kuş merakına düşen, kara sevda tutkusuna düşmüş sayılır. Öyle bir sevda ki, insanın aklını başından alır, hayatı güvercin kanadında görmesine neden olur. Öyle meraklılar vardır ki, damda kuşlarıyla yatar, onlarla kalkar ve hayatını onlarla geçirir.DSC_3838.JPG
Size abartı gibi gelebilir ama güvercine olan sevgi hiçbir hayvana karşı gösterilen sevgiye benzemiyor. Her şeyden önce sayıları sürekli artıyor ve alabildiğince ilgi ve alaka istiyor.
İlgilenilmeyen, beslenilmesine ve bakımına özen gösterilmeyen kuş, muhtemelen bir süre sonra uçup başka sürüye dahil olarak yuvasından ayrılabilir.DSC_3858.JPG
Eski Urfa’nın mimari yapısı kuş beslemeye uygun bir şekilde inşa edilmiş. Damlar çatısız ve eski konaklarda güvercinler için taka denilen çok sayıda yuva söz konusu. Bugün kent merkezinde özellikle tek katlı yoksul mahalleler ve Eski Urfa diye bilinen bölgede hemen hemen her evin damı bir kuş yuvasıdır. Hem de onlarca güvercin için. Özel olarak yapılan yuvalarda tutulan güvercinler bir anda yemlenir, bir anda uçurulur ve bir anda geri çağrılır. Her şeyin belli bir saati, belli bir düzeni vardır.
Damda beslenilen çeşit çeşit kuş, sabah yemlenir ve sıcak aylar hariç her gün öğleden sonra saat 15.30’da gökyüzüne salınıyor. Bir anda gökyüzü binlerce güvercinle dolar, daha fazla birbirine karışması için damlardan ıslık sesleri yükselir, bir sırığın ucuna bağlanan çaput denilen bezle sürekli hareketler çekilir ve kuşların birlikte uzun süre uçmaları sağlanır. Kuşlar ne kadar uzun süre uçsa, o kadar sürü büyür ve kuşlar birbirine karışır.DSC_3835.JPG
Her gün kuşların uçurulmasının iki nedeni var. İlki kuş uçmayı, daha çok uçmayı öğrensin diye bir nevi egzersiz yaptırılır, diğeri ise gökyüzünde çok sayıda kuşa karışarak, başka kişilere ait kuşları kendi damına indirip yakalamaktır.
Kuş besleyenler, kuşları gökyüzünden indirmek için ise zaman zaman dişi kuşu elinde tutarak, geri gelmeleri sağlamaya çalışır. Dişi kuş kanat çırptıkça, gökyüzünde süzülen kuşların eve dönme saatinin geldiğini anlar ve yuvalarına geri döner.
Geri dönen kuşlar, kendileriyle bir ya da birkaç kuş getirmişse, o kuşlar artık kuşçunun hakkıdır. Kuşçu ya kuşları sahiplenir, besler ya da satışa çıkarır. Kuşun asıl sahibi kuşunu geri almak isterse, bedelini ödemek zorundadır. Kuşların iç içe geçip, gökyüzünde dakikalarca uçması, pik yapmasına kuşçular savaş adını veriyor. Ortada kanlı ve şiddet içeren bir savaş yok. Özgürce kanat çırpma var ama kuşçular bu ana savaş diyor. Savaş sırasında damına inen kuş, bir nevi savaş ganimeti olarak kabul görülüyor ve kuş konduğu damın malı oluyor. En yetenekli kuşlar, kendisiyle birlikte mutlaka birkaç güvercini yuvasına taşır. Bu nedenledir ki bazı kuşlar çok pahalıdır, değerlidir ve nadir bulunur.DSC_3859.JPG

Fotoğraf: Abdulrezak Elçi

Bu gün Urfa genelinde 50 bin çiftten fazla güvercinden bahsediliyor. Türkiye’nin bütün bölgelerinden kuş pazarına müşteri geliyor ve beğendiği kuşu satın alıp, memleketlerine dönüyor.
Güvercinler oldukça sadık hayvanlar. Sahiplerini ve yaşadıkları yuvaları asla unutmuyorlar. Bu nedenledir ki asırlar boyunca güvercinler birer posta görevi de görmüşlerdir. Bir posta güvercini 1000 km fazla uçabilir ve kendi sahibine mutlaka dönüyor.
Konuyla ilgili anlatılan hikaye de en az güvercinler kadar ilginçtir.
Zamanın birinde, Urfa’da çok iyi bir kuşçu ekonomik sıkıtıya düşünce, bütün kuşlarını satışa çıkarmış. Ta Halep’ten kuşçunun arkadaşı gelip, bütün kuşlarını satın almış. Henüz anlaşma sağlanmadan kuşlarını arkadaşına satan kuşçu “Bir şartla sana kuşlarımı satarım. Elim çok dar, paraya ihtiyacım var bunu biliyorsun. Ve kuşlarıma çok iyi baktığımı da biliyorsun. Kuşları satın aldıktan sonra kuşlar bana geri dönerse, kuşları geri vermem. Bunu bilerek alışverişi yapalım.” der.
Halep’ten gelen kuşçu kendinden emin “Ehlen vesehlen,kuşlar dönerse senindir. ”der.RESIMA~1.JPG
Kuşları teslim alan Halepli Kuşçu, hemen oracıkta kuşların kanatlarında da bulunan ve uçmaya yarayan tüyleri çeker ve yeni yuvalarına alışmaları için çok önlemler almaya başlar. Tüyler uzadıkça, kuşçu kuşların geri dönmesinden korktuğu için yeniden uçmaya yarayan tüyleri çeker.
Böylelikle kuşlar yeni kendisine ve yuvasına alışacağını düşünür.
Urfa’da kuşçu ise kuşların geri döneceğinden emindir ama kuşların gelmemesinden de içerlenir ve kuşlarını görmeye gider.
Halep’in beyaz taşlardan yapılmış iki katlı evlerin birinin damında beslenen kuşlarını görünce sevinir, onlarla konuşur ve cebinde getirdiği nar tanelerini önlerine döker.

Fotoğraf: Abdulrezak Elçi

Nar tanelerini yiyen güvercinler hem sahibini hatırlar, hem de yaşadıkları eski yuvalarını. Bir anda eski sahibinin etrafında değişik sesler çıkararak, sevinç naraları atarlar.
Urfa’lı Kuşçu durumdan memnun, geri dönüş yoluna düşer. Halepli Kuşçu’nun ise içine bir kurt düşer ve kuşların geri döneceğinden korkmaya başlar ve birkaç gün yuvalarından dışarı çıkarmaz, uçmalarını engeller.
Sonra ki günlerde kuşları gökyüzüne bıraktığında artık korkusu gerçeğe dönüşecektir. Kuşlar gökyüzünde birkaç defa daireler çizerek uçar ve gökyüzünde aniden rota kırarak, Urfa yönüne doğru kanatlanırlar. Halepli Kuşçu ıslıkta çalsa, çaput da sallasa boşunadır. Satın aldığı kuşlar, kendi kuşlarını da alıp, Urfa’ya doğru yola çıkarlar.
Bunu gören Halepli Kuşçu “Eyvah, kuşlar gitti.” Der ve damında yığılıp kalır.Gerhard G.jpg
Kuşlar ise yolu zararsız, ziyansız tamamlar, nar taneleri yedikleri dama konduklarında, Urfa’lı Kuşçunun keyfine diyecek yoktur. Hem kuşları, hem de kuşları satın alan kuşçunun bazı kuşları artık damında, ellerinin altındadır.
Önceden hazırladığı nar tanelerini dökerek, bütün kuşları yemler ve gökyüzünde uçmaları için önce bir ıslıkla havalandırır, sonra çaput sallayarak havada pik yapmalarını sağlar.
Keyfine diyecek yoktur artık. Savaşı kazanmış, güvercinleri geri dönmüştür.