Manzarayê Umumiye: Sokak

Çöp ya da atık, tarih boyunca bütün zamanların kırılgan yansıması, ifadesi olmuştur. Bir nevi gayri resmi tarih gibi… Özellikle de yoksulların, yoksunların varlıkları çöplüklerle anılır olmuş, tarihsel yıkımlar çöplükleri büyütmüştür.

Bu gün olduğu gibi…

Yoksullar için bütün yollar çöpe, atıklarla hayatı sürdürmeye çıkıyor.

Bir gerçeklik var karşımızda. Bir fotoğraf kadar canlı, dokunabilecek kadar yakın ve yakıcı bir gerçeklik. Görmek istersen bir adımlık mesafe, görmek istemesen her şey yanılsama, uzak ve yalan…

Mesele görmekte…

Çocukluğumun geçtiği Siverek’te sokak sokak kağıt ve yakacak atık toplayan birkaç yoksul insan vardı. Topladıkları bu atıkları eşeklerle taşır, evsel atıkların yakılmasıyla ısıtılan hamamların ocaklarına boşaltırlardı.  Bu ocaklar hamamların en altında inşa edilmiş, bütün binayı ısıtacak şekilde planlanmıştı.  Böylelikle ateşin sürekli harlandığı ocaktan çıkan ısı başta göbek taşı ve hamam suyunu ısıtırdı. O yıllarda toplanan çöpler plastik ve lastiklerden ziyade organik atıklardan oluşur, yakılmasında çok fazla hava kirliliği  de olmazdı. Arada bir  toplanan çöplerde  araba lastiği olursa, o gün  kara bir duman hamam bacasından yükselir, kent lastik kokmaya başlar, kara kurumlar havada uçuşurdu.DSC_7113.JPG

O dönemin şartlarında hamamların atıkla ısıtılması kendine has bir yöntemdi. Hem sokaklarda atık kalmıyor, hem de belediye bütçesinden çok para çıkmıyordu. Hamam sahipleri de ucuz bir yakıtla hamamları ısıtıyorlardı.

Teknoloji geliştikçe bu yöntemler terk edildi ve o manzaralar çok gerilerde kaldı . Ne  atıklarla ısınan hamam var artık,  ne de eşeklerle çöpleri hamamlara taşıyan  insanlar.

Şimdi zaman bambaşka işliyor.

Çöp artıyor, çöpü bertaraf yöntemleri değişiyor, yeni yöntemler, yeni sistemler devreye giriyor. Modern tesislerde çöpler ayıklanıyor, geri dönüşüm mekanizmaları geliştiriliyor.

Ama velakin insan için, yoksullar için bir şey değişmiyor.DSCN3142.JPG

De giş mi yor.

Bundan yüz yıl önce de insan çöpten besleniyordu, bu gün de. Hem de sayıları artarak, katlanarak. Zaman geriye sarıyor sanki. Yanlış giden bir şey var, ama ne?

Atık toplayanlar her yerde, her köşede aynı kaderi yaşıyor. Değişen araçlar ve toplanan çöpün niteliği. Yoksulluk mu arttı yoksa dünya çöplük haline mi geldi?

Sanırım her ikisi de…

Çünkü hem çöp miktarı arttı, artıyor; hem de çöp toplayan insanların sayısı.  Her gün karşılaştığımız, artık kanıksadığımız katı atık toplayıcıların varlığı olağan hale geldi. Tıpkı yıllar önce çöpleri toplayıp, hamamların ısınmasını sağlayanlar gibi.

Bu hayatın normali mi, yoksa doymak bilmeyenlerin yaşantımıza bir müdahalesi mi?

Atıklarımızı toplayanlar her yerde olduğuna göre, bir açıklaması olmalı.

Gece yarısı, gün ortası, akşam vakti çöpleri karıştırırken görüyorum onları. Yaz kış, manzara değişmiyor. Artık giderek daha fazla sayıda insan çöplerden beslenip, geçinmek zorunda kalıyor.DSCN0636.jpg

Bu duruma hayıflandığım, üzüldüğüm ve bazen kızdığım oluyor. Ayıplanacak bir iş değil ama övünülecek bir iş de değil. Çöp nihayetinde. Mikrobun, virüsün bini bir para.

Gece gündüz çöp kutularını karıştıran kağıt, plastik ve metal atıkları arayan bu insanların sayılarının giderek artması ne anlama geliyor?

Nasıl bir sosyolojik gerçeklik yaratıyor?

Bu fakirlik göstergesi mi, yoksa işsizliğin bir fotoğrafı mı?

Zihnimi yoran, kafamı ağrıtan sorular…

Sokağın dili;  kağıt, plastik, metal toplayan bunca insanın içinde bulunduğu durum, bize neyi anlatıyor?163.jpg

Yoksulluğumuzu mu, yoksa savrulan dünyanın bir yansıması mı?

Bilemiyorum, kafam zonkluyor bu meselelerde.

Bitmedi, bir de işin içine Suriye Savaşının savurduğu insanlar var. Çöpten beslenen, hurda arayan, kağıt toplayan binlerce insanın yanında, onlar da sahneye çıkıyorlar. Hem de birkaç sıfır mağlup olarak.

Bu gün bütün kentlerde kağıt ve benzer atıkları toplayan insanları  görmek mümkün artık. İşin bir sektör yarattığı gerçekliği de var. Binlerce hurda firması, içinde üniversite mezunu işsizleri dahil mülteci ve yoksulları kullanarak,  kullanılmış kağıt, plastik ve metal toplamak için sokakta çalıştırıyor. Sigorta yok, kayıt yok, sorumluluk yok, düzenli maaş yok, hem de her türlü tehlikeye açık olarak çalıştırılıyorlar.IMG_2761-001.jpg

Bir zorunluluk yok elbette, bir dayatma yok. Ama düzen de yok, kuralda. Ne toplarsan, onun karşılığını alırsın sistematiği devrede.

Atık kağıt toplayıcıları sosyolojik bir gerçeklik. İçinde her ulustan insan var. Çok da kalabalık bir kitlesi olduğunu söylemek mümkün. Çok uluslu bir güç gibi çalışıyorlar.

Hurdacıları gözlemleyin, kentin varoşlarında yaşanan trafiği izleyin, her adım başı boylarından büyük demir arabalarla hurda toplayanlar çocukları görün, fotoğrafı daha iyi okursunuz.159.jpg

Bu nedenle olacak ki hükümet bir süre önce katı atık toplama işini izne bağladı. Çıkan kanunlara göre sokakta kâğıt toplamak tamamıyla izne bağlı ve sadece belediyelerin yetkisinde. Çünkü geri dönüşüm sektörü daha sistematik atık toplama ihtiyacı duyuyor, çarklarını buna göre döndürüyor.

Oysa bu işi de en çok mülteciler yapıyor. Onlar herkesten daha çaresiz ve yoksul. Ama atık toplayanlar arasında işsiz üniversite mezunu Türkiye vatandaşı insanların varlığı da biliniyor. Onlar da en az mülteciler kadar çaresiz ve yoksul…IMG_2171.jpg

Bu nedenledir ki, çöp kutuları yedi yirmi dört saat karıştırılıyor, işe yarar atıklar toplanıyor, istifleniyor, hurdacılara taşınıyor. Kimi yayan, kimisi motorize.

Kağıt toplayan insanların görüntüleri bir fotoğraftan öte, daha yakıcı ve gerçek…

Ve biz, hepimiz bu gerçekliğin bir parçasıyız.

Kimimiz kirleterek bu gerçekliği devam ettiriyoruz, kimimiz bu yangından ısınarak ve para kazanarak gerçekliğin varlığını büyütüyoruz.

Sonuç ortada.

Rakama ve tespite gerek yok. Sokağın dili, manzarayı iyi anlatıyor…

Medlerin Kayıp Kenti ve Yozgat Sürgünü

Yıllar önce bir hikaye dinlemiştim yaşlı bir bilgeden. Orta Anadolu’nun steplerinde geçen bir hikaye. İki büyük ordunun  savaşını anlatıyordu yaşlı bilge. Söylenceye göre her iki ordu Yozgat-Ankara arasında savaşa tutuşup, yıllarca birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışmışlar. Birinin coğrafyası  İran ve Mezopotamya’nın içlerinden başlayıp, Kızılırmak’a kadar uzanırken, diğerinin ise  yaşam alanları Menderes ve Gediz nehirlerinden başlayıp, Orta Anadolu’yu uzanıyormuş.. Kızılırmak ise iki topluluk için de karşı karşıya geldikleri sınır kabul ediliyor.

Medler doğudan, Lidyalılar batıdan ilerleyip, etki alanlarını genişletince, iki topluluk Kızılırmak boyunca kafa kafaya gelmişler ve  iklim koşullarına göre birbirlerini taciz etmeye, beş yıl süren bir savaşa girişmişler.

İşte o savaş günlerinden birinde karşılıklı vuruşma bütün hızıyla sürerken, iki ordu at kişnemeleri, kılıç şakırdamaları altında Yozgat ve Ankara yakınlarında karşı karşıya gelir. Savaş öylesine sert ve kıran kırana başlar ki, ortalık kan revana döner. Ordular iç içe geçmiş, birbirlerini alt etmeye çalışırken,  bir den ortalık kararmış, gün geceye dönerek, olağanüstü bir durum yaşanmış.

Askerler şaşkındır, gün ortasında havanın geceye dönmesi her iki ordu arasında bir iç sorgulama başlatarak, Tanrıların savaşmalarını istemediklerini, bu nedenle günün geceye döndüğü düşünülür ve buna inanılır. Meydan sessizliğe gömülür, askerler çadırlarına çekilir,  gözler gökyüzüne çevrilir. Tarihte “Güneş Tutulması”  Anlaşması olarak da bilinen olay, tarafların savaşa ara vermesiyle ve bir süre sonra aralarında anlaşma sağlayıp barışçıl bir ortam hakim olmasıyla sonuçlanır.

O yıllarda yaşlı bir bilgeden dinlemiş, efsane olarak  zihnimin bir kenarına itmiştim.

Aradan baya bir zaman geçti, on beş yıl gibi uzun bir zaman. Ne Yozgat  aklımda, ne de iki ordunun Güneş tutulması üzerine barış yapması,unutmuşum anlatılanları.

Ta ki 2005 yılında Yozgat’a sürgün bir öğretmen olarak gitmek zorunda kaldığım güne kadar, anlatılanlar zihnimde uyur şekilde bekledi.

Sürgün kararnamem elime tutuşturulduktan sonra, hikayede adını duyduğum ve zaman zaman sürgün öğretmenlerden varlığını bildiğim Yozgat’a doğru yola çıktım. Çok bilmediğim, tanımadığım bir coğrafya değildi ama derinlikli tanıdığım, bildiğim bir yer de değildi. İçim acıyarak, öğrencilerimden ayrılmış, yeni görev yerime doğru yol almıştım.

Yozgat sürgünler yurdu gibiydi. Memurlar, öğretmenler, sağlık teknikerleri, hemşireler, hatta doktorlar idarenin görünen lüzumu üzerine   Yozgat’a gönderilerek, cezalandırılıyordu. Sürgün diye resmi bir ceza yoktu ama görünen lüzumun ne anlama geldiğini bütün idare ve bütün çalışanlar biliyordu. Memurları sürgüne göndermek Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süren bir gelenek haline gelmiş, günümüze kadar ulaşmıştı. Hala aynı yöntemin uygulamada olduğu da biliniyor.

Yozgat yollarında kafamda bin bir kaygı ve merak varken, uzun zaman önce dinlediğim hikayenin tekrar karşıma çıkacağını hiç tahmin etmiyordum. Hatta hikayenin geçtiği yerin Yozgat olduğunu bile unutmuştum.

Yozgat tipik bir İç Anadolu kenti, karasal iklimin egemen olduğu bir kış memleketi.  Kent nüfusundan çok köy nüfusu yoğundu o zamanlar. Halkının çoğu tarım ve hayvancılıkla uğraşır, büyükşehirlerle ilişkiler göç nedeniyle yoğundu. Sanırım hala aynı durum geçerli.

2005 yılının ekim ortalarında göreve başlamak için gittiğim Yozgat’ta tesadüfen elime geçen, Yozgat İlini tanıtan derginin sayfaları arasında Kerkenes Dağı’nda Medlerin sarayından bahseden yazı ilgimi çekmiş, zihnimi kaşımıştı.

Merakımı dağıtmak için bu dergiyi alıp, çantama koymuş, görev yaptığım köye doğru yol almıştım.

İlginçtir, dergi bir Med Sarayı’ndan bahsediyordu ve araştırmalarda kayıp olan bir antik kentin izlerinin bulunduğu yazılıydı.

Merakım iyice artmış, zihnim karışmıştı. Kerkenes nerdeydi, bahsedilen kent, hangi kentti?

Yozgat maceram çok sürmedi. Sürgünlük bana ağır geldi ve ben öğretmenlikten istifa ederek, doğduğum topraklara döndüm.

Ama aklım Kerkenes Dağı’nda yapılan araştırmalarda kaldı. Bir araştırmacı edasıyla olmasa bile Kerkenes  Kazıları hakkında  kendimce küçük araştırmalar yapmaya çalıştım.

2007 yılında Arkeo Atlas Dergisi Hayalet İmparatorluk: Medler diye bir dosya yazısı yayınlayınca kafamdakiler yerine oturmaya başladı, eski hikaye yeniden zihnimde canlandı. Fotoğraf giderek netleşti, pazılın parçaları yerine oturdu…

O gün bu gün, oradan gelecek haberlere kulak kabartıyorum. Hakkında yayınlanan çok makale olmasa da, sanırım kazılar hala devam ediyor.  

Kentin gün yüzüne çıkarılan surları, kent kapıları ve yerleşim yerleri buranın, Orta Anadolu’nun en önemli antik kenti olabileceğini ortaya koyuyor.

İşte, yıllar önce hikayesini dinlediğim ve Orta Anadolu’da bir yerde varlığı efsaneleşen  kayıp Med Kenti ve hikayesi sürgün olduğum yerde karşıma çıkmış, daha belirginleşerek, zihnimdeki yerini almıştı.

İlk defa 1928 yılında yapılan kazılarda bir Asur Kentinin kalıntılarına ulaşıldığı düşünülmüş ama sonradan buranın asırlardır kayıp olan Med Şehri Pteria olduğu anlaşılmıştır. 1993 yılında yapılan yüzey araştırmaları ve kazılar da bu tezi desteklemiş, güçlendirmiştir… Kazıların ağır aksak sürdüğü alan, Yozgat İli Sorgun İlçesi sınırları içinde yer bulunan Kerkenez Dağıdır. . Kerkenez Harabeleri olarak da bilinen kazı alanı için tarihin babası sayılan Heredot şunları notlarının arasında paylaşmıştır…

“Ordu, nehri (Kızılırmak) geçtikten sonra Kapadokya’da Pteria adlı bir şehre geldi. (Pteria, Karadenizdeki Sinop şehrine dikine çekilen bir çizgi üzerine düşen bölgenin en güçlü şehridir). Ordusunu burada konaklatan Krezüs, Suriyelilerin ülkesindeki ekinleri yok etmeye başladı, şehri aldı, halkını esir etti. Civardaki şehirleri de ele geçirerek Suriyelileri evlerinden, yurtlarından etti. Bu sırada ordusunu toplayan Kiros, Krezüs ila karşılaşmak üzere harekete geçti ve yol boyunca asker toplamak suretiyle ordusunu genişletti. Hareket etmeden evvel İonya’ya haberciler göndererek bu ülkeyi Krezüs’ten koparmak istedi, fakat başarı kazanamadı. Her şeye rağmen Pteria’ya yürüdü ve Krezüs’ün ordusunun karşısında karargahını kurduğu zaman, iki ordu arasında bir kuvvet denemesi oldu. Her iki tarafın büyük kayıplar verdiği şiddetli bir savaştan sonra gece bastırdı ve bir sonuç alamadan savaşa son verildi. (Çeviri: Perihan Kuturman. Hürriyet Yayınları. 1993)”

“Med ve Lidyalar  arasında savaş çıkar ve beş yıl sürer. Bu süre içinde hem Lydia’lılar, hem de Media’lılar zaman zaman zafer kazanırlar. Bir seferinde, beş yıl süren ve sonuç alınamayan savaştan sonra, hiç beklemedikleri, iki ordunun tümüyle kanlı bir savaşa girdiği bir anda, ortalık birden zifiri karanlık gece olur. Halbuki gün ışığından birden gece karanlığına geçiş olayı, Miletoslu Thales tarafından îonya’lılara daha önceden bildirilmiş, hatta yılın hangi gününde olacağı bile saptanmıştır. Hem Lydia’lılar hem de Med’ler güpegündüz bu karanlığı görünce hemen savaşa son verirler ve her zamankinden daha çok barış isteği duyarlar. (M.Ö. 28 Mayıs 585) Barış anlaşmasının imzalanmasında ve iki krallık arasında evlenme yoluyla bağ kurulmasında Kilikyalı Siennesis ile Babylon’yalı Labynetus yardımcı olurlar ve iki ülke arasında bir uzlaşma doğmasını sağlarlar. Aynı kişiler kuvvetli nedenler olmadıkça anlaşmaların bozulmadan yürürlükte kalamayacağını bildiklerinden Alyattes’in kızı Aryenis’i Kyaksar’in oğlu Astyag’a vermeye ikna ettiler. Herodot 1.74 (Çeviri: Perihan Kuturman. Hürriyet Yayınları. 1993”

Yapılan kazılarda Frigce bir yazıt bulunduğu ve buranın Frigler tarafından inşa edildiği ileri sürülse de, bu düşünce çok taraftar bulmamış, daha çok Heredot belgeleri esas alınarak araştırmaların yapılması daha bilimsel bulunmuştur.

2500 yıl önce oldukça geniş bir alan üzerine kurulan antik Ptria  Kentinin dışardan gelebilecek saldırıları durdurmak amacıyla 7 kilometre uzunluğunda bir sur inşa edildiği, bu surların genişliğinin 1.5, yüksekliğinin de 2.5 metre olduğu ortaya çıkarılan sur kalıntılarından anlaşılıyor. Ayrıca kentin çevresini saran surlarda dış dünyaya açılan 7 kapının olduğu da kazılarda ortaya çıkarılmış.

Yıllar önce dinlediğim hikayenin bir efsane olmadığı, hatta olayın geçtiği kentin de var olduğunu öğrendiğimde saçlarım beyazlaşmış, sürgün yolları da uzamıştı…

Afiş Koleksiyonu ve Demokrasi

          Çocukluk yıllarımda ben ve birkaç arkadaşım siyasetin en kızıştığı seçim zamanlarında siyasi parti binalarını gezer, partilere ait afişleri toplayarak, koleksiyon yapmaya çalışırdık. Bahsettiğim tarihlerde henüz 12 Eylül askeri darbesi olmamıştı ve Türkiye değişik siyasal akımların varlığında sancılı bir süreç yaşıyordu.  

Biz ise yoksulluk ve yoksunluk kokan kentlerin siyasal atmosferinde belki de hayatı tiye alarak, siyaseti fazlasıyla eğlenceli bulur, yapılan mitingleri, toplantı ve etkinlikleri  izler, özellikle de afiş toplardık. Bu bize eğlenceli gelirdi. O tarihlerde afiş de öyle her zaman bulunmaz,  ta Ankara’dan geldiği gün parti sempatizanları tarafından hemen çevrelerine dağıtılır, geri kalan da duvarlara yapıştırılırdı. Bu nedenle biz arkadaşlarla hep tetikte bekler, bir afiş için birkaç kez siyasi parti binalarının kapısını arşınlardık.

Çoğu parti bizi içeriye bile almaz, afiş vermezdi. Ama her nedense TİP (Türkiye İşçi Partisi) ve MSP (Milli Selamet Partisi)’ya ne zaman gitsek bir ya da iki adet afiş alır, mutlu olarak eve dönerdik. Bu partilerde afiş çok muydu, yoksa dağıtacak yeri az mıydı pek bilmezdik. Biz daha çok afiş toplama telaşındaydık. Siyasetin yüzü olan afişler bize oyun gibi gelir, insanı düşündüren imgeleri hoşumuza giderdi.

Ben afişleri biriktirip, koleksiyon yapmayı düşünürken, rahmetli babam bu merakımın beni ilerde zora sokacağını düşünür, evde biriktirmeye çalıştığım afişleri bulduğu gibi hemen imha eder, afiş koleksiyonu yapma çabalarımı boşa çıkarırdı. Ben buna rağmen afiş toplama merakımı sürdürür, babam da aynı kararlılıkla afişleri zulalarımdan bulur, yırtar, imha ederdi.

Babamın neden böyle davrandığını o yaşlarda idrak edemesem bile, zaman içinde nedenlerini daha iyi anlayacak, siyasetle uğraşmanın ağır bedellerinin olduğunu bizzat yaşayarak öğrenecektim. Yani babam aslında sadece afişleri yırtıp atmaktan öte, beni siyasetin yakıcı yönünden korumaya çalışmış, terörize edilmiş ortamın bana zarar vereceğini düşünmüştü.

Zaten kısa bir zaman sonra 12 Eylül askeri darbesi olduğunda her şey tuz buz olacak, küçücük bir afiş, broşür, siyasal bir simge bile insanların aylarca,  yıllarca hapiste kalmasına, zindanlarda çürümesine neden olacaktı. Babam siyaseten uzak bir yaşam sürüyordu, sanırım ben de çocuk sayılıyordum. Biriktirmek istediğim afişler de babam tarafından imha edilmiş olduğundan darbe bizi adeta teğet geçmişti.

Oysa  çevremizde onlarca insan darbenin ölümcül baskısından paylarına düşeni alacak, yıllarca sürecek bir işkenceye maruz kalacaktı. Çoğu insan hiç aklına getirmediği halde, bir gece ansızın değişen siyasal ortamın sonucu olarak gözaltına alınacak, tutuklanacak, işkencelere maruz kalacak ve dört duvar arasında bazıları hayatını kaybedecek, yıllarca hapis kalacaktı. Ceza ve soruşturmalardan kaçanların bazıları da sürgün yollarında, mayınlı arazilerde can verecek, canlarını kurtaranlar uzak ülkelere sığınmak zorunda kalacaktı.

Darbe sonrası siyaset sahnesinde TİP, MSP  ve daha bir çok siyasi oluşum, sert bir dipçik darbesiyle siyaset sahnesinden uzaklaştırılacak, politik kurumların kapısına kilit vurulacaktı.  12 Eylül  darbecileri ülke yönetimine el koydukları gibi  ilk iş 18 siyasi partinin faaliyetlerine son verecek,  yöneticilerin çoğu hapsedilecekti. Kapatılan partilerin arasında TİP gibi sisteme muhalif partiler olduğu gibi, yıllarca sistemin savunuculuğunu yapan,  iktidar olan Adalet Partisi ve kuruluşu Cumhuriyet’le birlikte anılan CHP’de olacaktı. Darbeciler siyasetin bütün kurumlarının üzerinden buldozer gibi geçecek, siyaset arenasını dağıtmayı amaçlayacaklardı.

Üç yıl süren askeri yönetim boyunca demokrasi adına var olan bütün kurumlar elden geçirilecek, bazıları gözden düşürülecek, ülke adeta açık bir cezaevine dönüştürülecekti. Bütün bunlar yaşanırken, ekonomiye dair Cumhuriyet tarihinin en köklü yapısal değişim programı olan 24 Ocak  kararları sessiz sedasız devreye konulacaktı. İktisadi temelli 24 Ocak kararları kimisince bir yıkım, kimilerince de bir değişim programı, dışa açılma hamlesi olarak değerlendirilecek ve serbest piyasa ekonomisine geçilecekti.

Ama gerçek şuydu ki, 24 Ocak kararları en çok işçi ve emekçiyi hedef alacak, işçi örgütleri dağıtılacaktı. 24 Ocak kararları sonucu insanlar işlerinden olacak, bazı KİT’ler( Kamu İktisadi Teşebbüsü)  kapatılacak ve sendikalar zararlı örgütler olarak lanse edilecekti.

1982 yılında halkın oylarıyla yeni bir anayasa kabul edilecek,  kısa süre sonra da atanmış hükümet seçim kararı alarak normalleşme sinyalleri verecekti. Normalleşme dedikleri ise seçim başlamadan ve başladıktan sonra  bir çok siyasi partinin seçimlere girmesi engellenecek, darbecilerin oluşturduğu güvenlik konseyinin vetosuna uğrayacaktı.   

Neyse ki 12 Eylül askeri darbenin üzerinden 40 yıl geçti. Çok şey değişti, dünya çok kutuplu yapısından sıyrıldı, yeni güç odakları oluştu. Darbecilerin çoğu hayatta bile değil. Ama geride bıraktıkları zorunlu miras ,12 Eylülden kalma yasalar yerli yerinde durarak, gerektiğinde raftan indiriliyor, uygulanıyor, mesela siyasi parti kapatma ve seçim barajı yasası gibi.

Yıllardır her seçim döneminde meydanlarda seçim barajının kaldırılmasından ve siyasi parti kapatmanın antidemokratikliğinden bahsedenler, seçimlerden sonra her ne hikmetse ne dünyanın en yüksek seçim barajı, ne de siyasi parti kapatma yasalarını akıllarına geliyor.

Oysa bu iki yasa da herkesin eleştirdiği askeri darbenin ürünüdür. Bir çok tartışmayı beraberinde getiren, demokrasiyi daraltan bu yasaların varlığı meclisi, hükümeti ve hatta ana muhalefeti rahatsız etmiyor ki, mevcudiyetleri devam ediyor. Ve yine bu iki yasa, demokrasi ocağına dikilen incir ağacı misali giderek çevresine zarar veriyor.

Cumhuriyet dönemi boyunca üç askeri darbe, çok sayıda muhtıra ve birden fazla müdahale gerçekleşti. Son 15 Temmuz darbe kalkışması dahil, bütün darbeler ülkeye, toplumsal yapıya ve evrensel insan hak ve özgürlüklere büyük zararlar verdiler.  Özellikle de siyasi partiler büyük bir yıkıma uğradılar. 1923 yılından bu yana  hükümet, anayasa mahkemesi, sıkıyönetim komutanlıklarca 57 siyasi parti kapatılmış, bir çoğu da kendini fes etmek zorunda kalmıştır.

Mesele şu ki süreç içerisinde zaten arızalı başlangıçlar yapan Türkiye Demokrasisi müdahale ve darbelerden dolayı giderek incelmiş, zayıf düşürülmüş olduğu ortadadır. Bu sistemsel müdahalenin kimi zaman vatan, millet, din adına, kimi zaman da laiklik ve çağdaşlık adına yapıldığını biliyoruz.

Dümen başına kim geçerse, geçsin geçmişte sitem ettiği müdahaleci anlayışı kendine hak görmekte, iktidarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Oysa hepimiz biliriz ki demokrasi müdahaleyle değil, özgürlüklerle daha anlamlıdır.

Cumhuriyet  tarihi,  demokrasiyi kapatma geleneğinin yaratmış olduğu trajedilerle doludur. Bu ülke maalesef kendi başbakanını asmış, bakanlarını zindanlara tıkmış, milletvekillerini sürgüne göndermiş, öldürülmelerini izlemiş ve siyaset kurumlarının dağıtılmasının ayıbını taşıyarak, bu günlere gelmiştir. 12 Eylülden, 28 Şubat’a uzanan süreç hiç kuşku yok ki demokrasi açısından utanç dönemleridir. Dünün mağdurları bu gün iktidardır. Olması gereken bütün anti demokratik yasaların çöpe atılması iken, halen siyasi parti kapatma tartışılıyorsa, sonuç  40 yıl öncesinin aynısıdır.

Nedenler, sonuçlar, yaklaşımlar aynıdır. Değişen sadece zamandır, mekan ve argümanlardır.