Yitik bir ömrün perdesinde kırmızı

Adıyaman’da halk arasında  Kab  olarak bilinen tarihi bir cami ve yanında eski bir hamam var. Son yıllarda bir yıkıma uğramadıysa halen yerinde duruyor. Kaç asır önce yapıldığına dair çok bilgim yok. Adı ve  taşların örülme biçimine göre eski, bayağı eski bir yapılar. Caminin yanında hamam olması da eski bir kültürün varlığını ortaya koyuyor.

Yıllar önce bu camii duvarın önünde, bir fotoğrafçı vardı. Şimdi ki fotoğrafçılara benzemeyen ama aslında aynı işlevselliğe sahip bir fotoğrafçı. Teni güneşte yanmış, saçları beyazlaşmış, yaşı ilerlemiş bir eski zaman fotoğrafçısı…

(2).jpeg

Biz küçükken sulu fotoğrafçı derdik, bu tür ustalara. Neden sulu fotoğrafçı denildiğine gelince, fotoğrafları müşterilerinin gözleri önünde sulandırılmış kimyasallar içinde tab  edip, müşteriye anında verince insanlar tekniğinden dolayı Sulu Fotoğrafçı demiş olmalılar. Oysa bilimsel ismi alaminüt yani anında fotoğraftır.

Benim fotoğrafa merak salmanın nedenlerin başında da bu sulu fotoğrafçılar geliyor zaten.  Benim merakım depreştiğinde, artık filmli makinalar, siyah beyaz ve hatta renkli fotoğraflar hayatın önemli bir parçası olmuştu.

Ben de önce basit, sonra biraz daha profesyonel makinalarla fotoğraf çekmeye başladım.  Gittiğim her yere makine ile gittim, gördüğüm, ilgimi çeken her şeyi fotoğrafladım. Gazetelere, dergilere fotoğraf gönderdim. Kimisi adımı bile yazmadı, kimisi önemsiz diye yayınlamadı.

Bıkmadım, usanmadım ve bütün paramı fotoğrafa yatırdım. Abartmıyorum temel ihtiyaçlarım kadar para harcadım fotoğrafa…Makineler, lensler aldım, filmler tab ettim ve  karşılığında maddi bir şey kazanmadım. Fotoğraf yüzünden başım belaya girdi ama merakım azalmadı.

Fotoğraf hayatımın ritmi oldu. Her  evden çıkarken ne olur, ne olmaz makinemi yanıma almayı da ihmal etmedim. Bazen makine yük oldu bana, bazen gözaltı nedeni, insanlar da çok hoşlanmadılar fotoğraftan. Kimisi günah saydı, kimisi ayıp, yasak kardeşim anlamıyor musun diyenler çıktı.

Buna rağmen fotoğraf merakım hiç bitmedi, kendimce devam ettirdim. Tek sorunum bir planlama yapmıyor, kara düzen çalışıyordum. En planlı işim gazete ve dergilere arada bir fotoğraf ve kısa yazılar, haberler geçmekti.

İşte o yıllarda, en kaotik yaşlarımda Adıyaman sokaklarında fotoğraflamıştım usta fotoğrafçıyı.

Ben bu tür fotoğraf çekenlere usta diyorum, çünkü müthiş bir dikkat ve hüner gerektiriyor. Film yok, gelişmiş sensor yok. Işığa duyarlı bir kart ve objektiften sızan ışık dışında kimyasallar var. Hepsi bu kadar. Her şey ustanın marifetine kalmış. Bu nedenle bence bu ustalar bütün fotoğrafçılardan daha yetenekli… Zihnim beni yanıltmıyorsa 1990 yıllarıydı. Tarih konusunda yanılmış olabilirim. Bir iki yıl daha yakın da olabilir. O yıllarda elimde benim için çok değerli ve bütçeme göre oldukça pahalı  ikinci el bir nikon vardı. Freelancer  çalıştığım gazetelerden bir kaç dia renkli film edinmiş, Komagene Kalıntılarını çekmek için Adıyaman’a gitmiştim.

Sokaklardan, çarşı pazardan dolaşarak Kap Camisinin oraya geldiğimde artık sıcaklık insan beynini sulandıracak derecede artmış, insanlar bulabildikleri gölge yerlere kaçışmışlardı.

İşte bunlardan biri de o dönem yıllarca aynı yerde alaminüt fotoğrafçılık yapan, adının Mehmet Ali olduğunu öğrendiğim usta vardı. Bir başına oturmuş, derin düşüncelere dalarak, müşteri bekliyordu.

Yorgundu gözleri, bedeni de öyle. Yıllar yıpratmıştı kendisini. Sihirli ahşap fotoğraf  çeken kutusunu ve fon olarak duvara astığı perde kırmızı renkteydi. Belki de hayatının tek renkli anı duvara asılı perde ve kırmızıya boyanmış ahşap fotoğraf makinesiydi.

Öylesine dalmıştı ki, çevresinde olup bitenlerin farkında bile değildi.

Bir ara fotoğraf çekip, çekmeyeceğime karar veremedim. İzinsiz çekimlerin sorun yaratacağını düşünerek biraz duraksadım.  Ama bu görüntülerin tarihe not düşeceğini de biliyordum. Ve izin almadan ve doğal halini bozmadan bir kaç kez deklanşöre bastım. Bu bir hataydı ama o anı yakalamak için bunu yapmak zorundaydım. Seslendiğim gibi o doğal hali bozulacaktı.

Beri görür görmez derin düşüncelerden sıyrıldı. Elimdeki makineden turist olduğumu düşünerek  yanında ki boş iskemleyi işaret etti. Ben konuşmaya başlayınca turisit olmadığımı anladı ve üzerinde ki ağır hava dağılmaya başladı…

Oturduk, kaçak bir sigara sarıp bana uzattı, içmediğimi söyleyince karşıda ki çay ocağına işaret ederek  iki çay söyledi.

Adının Mehmet Ali olduğunu söyledi. Hikayesini pek anlatmak istemedi. O zaman henüz gençtim, sanırım hayat hikayesini paylaşmayı çok gerekli görmedi ya da kendi dünyasını açmayı doğru bulmadı. Ama 35 yıl boyunca aynı yerde fotoğrafçılık yaptığını söyledi sohbet sırasında.  Makinesi de eski bir makine. Yıllarca aynı makineyi kullandığını, fotoğraf stüdyoları açılmadan her gün onlarca kişinin fotoğraflarını çektiğini söyledi.

“Adıyaman’ın yarısı bu makine ile çekilen vesikalıklarla nüfus cüzdanı çıkardı. Hepsinde benim imzam var.” diyerek gülümsedi. Buna rağmen gözlerinde ki yorgunluk yüzüne vuruyor, kendisini bitkin gösteriyordu.

Konuşmasında teknolojisi geliştikçe, müşterisinin azalmış olduğunu, yakında hiç müşterisinin olmayacağını söyledi.

Sesi çatallaştı bir ara. Bütün hayatı üç ayak üzerine oturtulmuş, ahşap fotoğraf makinesi olan ustanın mesleği son demlerini yaşıyordu o tarihte.

“Yıllarca bu makine ile hayata tutundum. Kar kış, kıyamet demedim, burada insanların fotoğrafını çektim. Ama artık yolun sonuna geldik. Ben yaşlandım, makinam eskidi. Artık O da benim gibi tekavit olacak hayattan…”

Karşılıklı sustuk.

 Ne ben bir şey söyleyebildim, ne de usta. İkimizin gözleri boşlukta çakıştı. Yüzündeki hüznü görünce ben de duygusala bağladım.

Bir mesleğin son günlerini yaşadığını ikimiz de biliyorduk. Bir asır yoksullar için sulu fotoğraf can simidiydi. Özellikle resmi işlemler için kullanılırdı. Ucuzdu ve çarçabuk sonuç alıcıydı.

Ama artık teknoloji gelişerek, yeni teknikleri piyasaya sürüyor, eski teknoloji rafa kaldırılıyordu.

Son bir kez makinesine ve kendisine bakarak ayrıldım. Keşke ikimizin bir fotoğrafını çeken birileri olsaydı. Nasıl düşünemedim, akıl edemedim.

Selfi de aklıma gelmedi.

Şimdi usta ne yapıyor, yaşıyor, yaşamıyor bilmiyorum. Aradan çok zaman geçti. Peşine düşsem de izi yoktu. Adıyaman’da herkes biliyordu Mehmet Ali Usta’yı ama hikayesini bilen yoktu.

Mehmet Ali Kollu Usta kısa bir zaman sonra işi bırakmış, kaldırımdaki ekmek teknesini alarak ortalıktan çekilmişti. Belki evine kapanmış, belki başka bir kentte taşınmıştı.

Çünkü teknoloji yeni olanaklar sunmuştu insanlara. Daha kaliteli fotoğraflar çeken makineler üretilmeye başlanılmış, alaminüt fotoğraf müzelik olmuştu.

Artık sulu fotoğrafçılar birer anı olarak kalacaktı. Varlıkları kitap sayfalarında, müze köşelerinde görülecekti…

Analitik Düşünme ve Çözüm Süreci…

Matematikle aram çocukluktan biri çok iyi değil.Hesap kitap işini çok sevmem. Hatta lisede matematik dersim karneye genellikle orta düşerdi.

Yani geçer notun biraz üstü.

Neyse ki zamanla analitik düşünme konusunda biraz iyiye doğru yol aldım.

Lise yıllarından kalma, matematik bilimi ile ilgili zihnime kazınmış, unutmadığım  bir yöntem var. O yıllarda çok kısa bir süreliğine dersimize giren metematik öğretmenimiz “Problemi anlamak, çözümün yarısıdır”derdi ve arkasından eklerdi:

“Söylediğimi kavrar, buna göre davranırsanız, sonuç sizin için kesinlikle iyi olacaktır.”

Bu söylem lise yıllarından bu yana zihnime kazınarak, bu günlere geldi. Zaman ilerledi, koşullar değişti, sorunlar ağırlaştı, yaş ilerledi ama zihnimdeki söylem önemini kaybetmedi.

Kendi çapımda matematik öğretmenimizin önerisini hayata geçirerek, yaşantımı kolay hale getirmeye çalıştım ve giderek bunu toplumsal sorunlara uyarlama gereğine inandım.

Mesele toplum olunca siyasetin ağır havası kendiliğinden düşüncelere sirayet ediyor, insanın en küçük hücresine kadar  kendiliğinden yerleşiyor. İster istemez insan bu yöne kayarak, siyasetin rotasını anlamaya, yorumlamaya çalışıyor.

Bu günlerde herkes bunu yaşıyor. Farkında olmadan, siyasetin alanına giriyor, ülkenin geleceğini şu ya da bu şekilde konuşuyor.

Kimisi makro düzeyde ele alıyor , kimisi mikro düzeyde düşünüyor.

Sanırım  seçim atmosferine girmiş olacağız ki, siyaset daha fazla konuşulur oldu. Bir kaç haftadır sokaktaki dil değişti, seçim kokusu sardı her tarafı. Siyasi partilerdeki hazırlık da bunu gösteriyor. Her zamanki gibi seçim atmosferine girilince ülke sorunları yeniden keşfedilcesine  tartışılmaya başlanıp, yeni arayışlara giriliyor. Kamuoyu yoklamaları, gözden ırak görüşmeler, dengeleri gözeten girişimler , gizli ittifaklar daha fazla belirginleşiyor ve siyasetin yeni rotası belirleniyor.

Bu hemen hemen her şeçim öncesi yaşanır, iktidarın sac ayakları böylelikle sandık kurulmadan belli olur.

Bu gün de yaşanan budur.

Gözlerden uzak süren tartışmalar, zaman zaman kamuoyuna yansıyan görüşmeler, gizli ve yeni ittifaklar ülkenin bir seçim sürecine girdiğini gösteriyor. Anlaşılan siyasetin tıkandığı kabul edildi ve bunu çözecek en kolay, en anlaşılır yolun sandık olduğu anlaşıldı.

Mesele şu ki, seçim süreçleri  iki tarafı keskin bıçak gibidir, kestikçe tutan ele de zarar verir.  Yani  seçim süreçlerinde ne kadar toplumu ayrıştırıcı bir dil kullanılsa,  toplumda yaşanan bölünmüşlük de o derece artar. Kutuplaşma, giderek düşmanlaşma eğilimine girer.

İşte bu nedenle analitik düşünmenin önemininden bahsetmek istedim.

Problemleri doğru anlamak, sorunları tepit etmek en az sorunları çözmek kadar önemli.

Biraz zihnimizi kurcalayalım. 2009 yılında başlayan ve 2015 yılında sona eren çözüm sürecinde yaşananları hatırlayalım.

 O dönem bize şunu öğretti. Siyasetin dili, toplumu derinden etkiliyor ve bir anda bir çok şey değiştirebiliyor. 

Çözüm süresince silahlar susmuş, toplumda bir rahatlama yaşanmış, toplumdaki bölünmüşlük azalmıştı. Sanırım bu kısmi iyileşme kısa sürede ekonomik göstergelere yansımış, ticari kurumlar rahat bir nefes almıştı.

Çözüm sürecine herkes destek olmasa da, toplumun geneli durumdan memnundu. Bu hem ekonomik göstergelere, hem de insanlar arasındaki ilişkilere  yansıyordu.

Sonrası malum…

Çözüm süreci şu ya da bu şekilde bozuldu, devlet fabrika ayarlarına dönerek süreci zapturap altına aldı. Bir anda atmosfer değişti, söylenenler buharlaştı..Çözüm sürecinde düşünülenler tuzla buz oldu, taraflar arasında arabulucu olan HDP tarihin en ağır bedelini ödedi.

Başta Selahattin Demirtaş ve bazı milletvekilleri, HDP’li belediye başkanları ve aktivistleri tutuklandı, haklarında istenilen cezalar  ard arda onaylandı.

Ya süreci yürütenler başarılı bir yönetim sergileyemediler, ya da sorunlar gerçek anlamda analiz edilemedi.

Onca emek, onca umut boşa gitti.

Peki her şeye rağmen yeni bir çözüm süreci yaşanabilir mi?

Bilemiyorum, ama sorunlar varlığını sürdüğüne göre arayışlar da devam edecek ve belki de yeni bir süreç başlayacak.

Burada mesele, süreci doğru yönetebilmek ve hukuksal zeminde yörütmek. Çünkü bazı sorunlar dar siyasal yaklaşımlarla çözülemiyor. Bunun için analitik düşünmek ve sorunları iyi anlamak gerekiyor…

Yani sorunu anlamak çözümün yarısıdır.

Dışlayarak, ötekileştirerek ve yok sayarak sorunlar yok olmuyor. Bilakis katlanarak hayatımıza nüfuz ediyor…

Tütün

Sigara içen birisi değilim. Sigara içimine de sıcak bakmam. Buna rağmen çocukluğumda  sigara  ve tütün ürünleriyle içli dışlı yaşadım. Adıyaman’dan tütün ekimi yapan ve ektiğini yakın çevresine satan misafirlerimizin tütün balyalarının kokusunu henüz unutmadım.

Adıyamanlı tütüncülerin kimisi katırlarla köy köy dolaşıp tütününü satıyor, kimisi de motorlu araçlarla çevre il ve ilçelerin pazarlarına tütününü getirip,pazarlıyordu.

Bu bir yaşam biçimiydi onlar için.  Tütünsüz bir yaşam düşünemedikleri gibi, başka da bir tarımsal faaliyet  de bilmezlerdi sanırım. Bu nedenle dededen, babadan kalma tütüncülük Adıyaman için vazgeçilmezdi.

Çocukluk yıllarımın geçtiği Siverek’te Şeytan Küçesinin girişinde tütün pazarı kurulur, Adıyaman’dan gelen tütüncüler Tûtunê Kawi, Tûtuno Weşek diye çağırarak, müşteri  çekmeye çalışırlardı.

Benim bildiğim kadarıyla Kawi, Adıyaman’da tütün ekimi yapan ve dağlık alanlarda yaşayanlara verilen ad, weşek ise güzel tütün, iyi tütün anlamına geliyordu. Tütün Pazarı canlı bir pazardı, müşterisi çoktu ve her gün kuruluyordu. Zaten satıcıları üç beş kiloluk tütün poşetlerini bulabildikleri bir gölgede sergiler, satmaya çalışırdı. Bunun için ne bir düzene, ne de dükkana ihtiyaç duyarlardı.

O yıllarda benim gibi tütünle içli dışlı yaşayan bazı çocuklar, bu canlı pazarın  dişleri arasında sigara kağıdı ve kaçak sigara satmaya çalışırdı. Ben de  harçlığımı çıkarmak için, Suriye üzerinden kaçak olarak gelen paket sigara ve sigara kağıdı  satarak tütüncülerin dünyasına dahil olmuştum.  Adıyaman tütününün ekmek peynir gibi sokaklarda satıldığı, kotasız ekildiği, köylerde kıyılarak birinci elden pazarlandığı 1980 öncesi yıllardı.

O yıllarda tütün ve tütün ürünleri Tekel yani devlet denetiminde üretilip, dağıtılıyordu. Buna rağmen tekel ürünleri çoğu zaman karaborsaya düşüyor, hatta hiç bulunmuyordu.  Bulunsa bile daha çok üretim yatersiz oluyor, çoğu yerleşim yerine dağıtımı bile yapılmıyordu.

Bu nedenle tütün tiryakilerinin tercihi daha çok kaçak yollardan gelen sigaralar oluyordu. Yoksul, dar gelirli insanların çoğu Adıyaman tütünü içerken, birazcık durumu iyi olanlar, kaçak olarak gelen  paketlenmiş bildik sigara markalarını tercih ediyorlardı.

O yıllarda  kaçak sigara trafiği çok ilginç bir rota çiziyordu.Kaçakçıların anlatımınlarından hatırladığım kadarıyla Amerika’da üretilen,  gemilerle gelen  sigara yükü,  Beyrut üzerinden Ortadoğu’ya dağıtılıyordu.  O zaman Lübnan’ın başkenti olan Beyrut, Serbest Bölgeydi. Beyrut Serbest Bölge, batıda üretilen her türlü malın gümrüksüz olarak  giriş yaptığı ve pazarlandığı bir yerdi. Bu sistematiğin gereği olarak Akdeniz üzerinden gelen mal bazen kaçak, bazen de yasal olarak dolaşıma girerdi.

Mal dolaşımını da kaçakçılar yapar, geniş bir alanda etkili olurlardı. O yıllarda kaçak bizim hayatımızın bir parçasıydı. Her şey kaçaktı desem abartıya kaçmaz, gerçekten piyasa kaçak üzerinden işliyordu. Kumaştan hurmaya, çaydan sigaraya  ve  elektronikten ilaca kadar birçoğu kaçak gelirdi.  

İş kaçaktı ama kaçak olmayan işlerden de bir farkı yoktu. Bu nedenle ne zabıtaya takılırdı, ne de polise. Herkes kabul ettiği “kaçak” bir yaşam biçimine dönmüştü. Herkes payına düşeni alıyor, kaçağın sürmesini sağlıyordu.

Kaçak mal dolaşımı o kadar hızlı işliyordu ki, sınır memurları sinek avlıyordu. Zaman  zaman Ankara’dan  operasyon emri gelince, zaten kaçak olan sigara ve sarımlık sigara kağıdı iyiden iyiye azalıyor, fiyatları yükseliyordu.

Öte yandan Adıyaman, Malatya, Diyarbakır ve Bitlis yöresinde yetiştirilen tütüne herhangi bir katkı maddesi katılmadan,  köylerde kıyılıp piyasaya sürülüyordu. Ve asırlar boyunca bu böyle olduğu için kimse tütün için kaçak deyimi kullanmıyor, kaçak daha çok hazır paketlenmiş marka sigara için kullanılıyordu.

Oysa devlet katında asıl tütün kaçaktı. O yıllarda ben ve onlarca çocuk, kaçak olan tütün için  Pelê Beyrut dediğimiz sigara kağıdı ve sınırlardan geçirilerek piyasaya sürülen paket sigaraları satıyorduk. Her şey olağan gibiydi. Herkes payını alarak, durumdan memnun görünüyordu. Arada bir polisiye tedbirler sıklaştığında ise sigara fiyatları yükseliyor, karaborsaya düşüyordu. Bu bazıları için daha fazla para kazanma anlamına geliyordu.

Zamanla bu çark, şekil değiştirdi, yasal düzenlemeler yapıldı, tütün ekimi konrol altına alınmaya çalışıldı.Köylü küçük tarlasında geleneksel tütün ekip, ektiğini kurutup, elleriyle rendeleyip piyasaya sürmeye devam etti ama süreç farklı bir mecraya sürüklendi. Kendi halinde yaşayan, az ekip, az kazanan tütüncüler gündeme gelmeye başladı.

12 Eylül Askeri darbesinden hemen önce hayata geçirilen ve darbe ile hayatımıza sokulan neoliberal politikalar gereği bir çok alanda devlet kontrolü artarken, özelleştirme politikaları devreye girdi ve bunun gereği olarak, tekelden kademeli olarak uzaklaşıldı, tütün üretimi özel sektöre devredildi, ekimine planlı sınırlamalar getirildi.

Bu sınırlamanın nedenleri arasında tütün ürünlerinin insana verdiği zarar yoktu. Daha çok uluslararası tütün ve sigara şirketlerinin ülke yönetimleriyle yaptığı anlaşmalar yer alıyordu. Devasa bütçeli sigara şirketlerinin yeni düzenlemeler yapmada etkili olduğu kulaktan kulağa yayıldı ve tütün piyasası dışa bağımlı hala geldi.

Önce tütün üretimi yapan  üreticilerin tespiti yapılarak,  bir karne verildi. Tekel, aile başı ekimi 500 kilo ile sınırladı. Bir çok aile bu karardan dolayı mağdur oldu, tek geçimleri tütün olduğu için sorunlar yaşamaya başladı, üretiğini gizleyerek satışına devam etti.

Bir süre sonra Tekel de özelleştirme kapsamına alındı. Böylelikle denetim mekanizması dağıldı. Normalde tütün üretici kendi haline kalması gerekirken, yeni düzenlemelerlerle kısıtlamalar daha da arttı, uluslararası sigara şirketlerinin malları artık engelsiz, gümrüksüz bütün ülkeye sokulmaya başlandı.1994 yılında tütün kotası yasalaşarak, tütün üretimi kademeli olarak azaltıldı, denetim altına alınmaya çalışıldı.  

1 Temmuz 2021 tarihinde yürürlüğe giren yasa ile  bir adım daha atılarak, tütün ekimi, üretimi ve pazarlanması tamamıyla izne bağlandı,izinsiz olarak ticari amaçlı tütün bulundurma, satma ve pazarlayanlara artık hapis cezası uygulanacağı belirtildi.

Bunun ne anlama geldiğini, yörede yaşayanlar bilir. Tütün ekimi, pazarlanmasının izne bağlanması binlerce ailenin geçim kaynağına müdahale anlamına gelecektir. Çünkü, bir kaç asırdan beridir tütün yörede ihtiyaç temelinde geleneksel olarak yetiştiriliyor ve aile ekonomisinin bel kemiğini oluşturuyor.

Yeni yasaya göre izinsiz ekim yapılmayacak ve köylerde en az 250 ortaklı kooperatifler kurularak, satış devlet gözetiminde olacak. Böylelikle tütün hem kayıt altında alınacak, hem de satıştan vergi alınarak, devletin kasasına para akacak.

Oysa mevcut ekim kültürü aile ekonomisine dayanıyor. Küçük tarlalarda yapılan ekim en eski yöntemlerle işlenerek, bireysel müşterilere dağıtılıyor.  Bunu engellemek büyük bir karmaşaya sebebiyet verecek.Yani tütün bildik yöntemlerle dağıtılmaya devam edilecek ama yasa uygulanmaya başlandığında sorunlar çığ gibi büyüyecek.

Adıyaman, tütün ekonomisinin bir dişi bile değil. Geleneksel yöntemlerle yapılan ekimin parasal boyutu sigara şirketlerinin yanında bir nokta kadar.Oysa yörede bir kaç asırdır varlığını sürdüren tütün ekimi çok eskilere dayanıyor.

Hatta dedem anlatırdı,eskiden tütün yerine patlıcan yaprağı içiyorlarmış.

Demek ki bilinen bilgilerin dışında tütünle akraba olan patlıcan yaprağı içimlik olarak hayatlarında yer almış.

1959 yıllına kadar Semsur olarak bilinen Adıyaman’ın geneli tütüncülükle uğraşıyormuş. Bir aile tarımı olarak varlığını sürdüren tütün ekimi, yıllarca kaçak olarak sürmüş, tıpkı Ahmet Arif’in anlattığı gibi pasaporta ısınmamış, dağ yollarından katırlarla, atlarla ta Halep’e  kadar bir aile ticaret ağı oluşturulmuş.

Belki abartı gibi gelebilir ama eski dönemlerde her evde kaçağa çıkan birileri varmış. Kaçak derken aslında kendi evinin önünde, bahçesinde ektiği tütünü kurutup, hiç bir katkı maddesi katmadan atına, katırına yükleyip, satmak için çevre illere,zaman zaman Suriye içlerine kadar gidip müşterilere ulaştırmak anlamına geliyor.

Bu nedenle Adıyaman için aslında önemli bir ekonomik girdi kaynağı. Şimdilerde durum farklı da olsa hikaye devam ediyor.Adıyaman çok sayıda ile tütün gönderiyor ve içimlik tütünün merkezi olarak öne çıkıyor.

Son yasal düzenleme gerçekten uygulanırsa, binlerce ailenin hayatı sarsıcı bir darbe alacak, ekonomik çarkları duracak.

Yeni yasa kaçağı önlemeyecek, kaçağın trafiğini yönetenlerin niteliğini değiştirecek. Belki yeni aktörler ortaya çıkacak ve tütün elden ele dolaşarak daha pahalı olarak tüketiciye ulaşacak.

Belli ki tütün eskisi gibi vadilerden, boğaz ve dağlardan daha bir gizlilik içinde dağıtılacak, satılacak. Yasa ise daha çok olanakları olmayan, yoksul köylüye, zavallı fakirlere uygulanacak…

Son günlerde yürürlüğe giren yasayı protesto gösterilerinde bir köylünün dediği gibi Tırşıkçı Kapitalistler türeyecek…