Geçmişten bu güne kanlı bir hikâye: Kanlıkuyu
İnsan doğduğu yeri çocukluktan başlayarak merak eder. Zamanla bu merak yakın çevreyi tanımaktan öte geçmişini araştırmaya doğru gelişir. Bende de biraz böyle oldu. Çocukluğumdan başlayarak Siverek’in bilmediğim yerlerini merak ederdim. Yeni bir sokak, yeni bir yapı bana müthiş bir heyecan verirdi. Sokaklarında kaybolduğum ve girmekten korktuğum yerler olsa da o yıllar öğretici bir serüvendi benim için. Siverek’in perili köşkleri yoktu ama adı kanla anılan kuyuları, sokak ve terk edilmiş evleri; hüzün kokak, ıssızlığın ağırlığında viran olan yapıları vardı…
Kanlıkuyu bu yapılardan biriydi. Evimize yakın, her gün okula gidip gelirken, yanından geçtiğim bir kuyuydu. Niye kanla anılıyordu, bilmiyordum, sorsam da cevap bulamıyordum. Bir kuyudan öteydi sanki. Bir hatırlatıcı gibi varlığını sürdürüyordu. Bu nedenle insanlarda farklı bir etki yaratıyordu Kanlıkuyu. Kasvetli bir enerjisi ve kanla anılan bir tarihi söz konusuydu. Hakkında kısık sesle konuşulan ve katliamlarla anılan kuyu bir vahşet vesikası gibiydi.
Belki abartı gelecek ama çocukluğumda herhangi bir kuyudan su içmek zorunda kaldığımda aklıma Kanlıkuyu gelirse su içmekten vazgeçiyordum. Sanki yıllar önce yaşanılan acılar, zaman tünelinden bedenime geçmişti. Kuyunun sessizliği bile çığlık gibi geliyordu bana. Nereye baksam acıdan dem vuruyordu tarih, dokunsam dile geliyordu zaman. Üzerinde dört asırdır ayakta olan, yeşeren asırlık dut ağacı ise bir tezatlık göstergesi gibi geçmişi gölgeliyor, insana umut aşılıyordu. Yaşlı dallarına kuşların biri konuyor, diğeri uçuşuyordu. İki zıt dünya gibi. Biri karanlık geçmişiyle yer altında varlığını sürdürüyor, diğer biri kuyunun karanlık geçmişinden beslenerek görkemli bir anıt ağaç oluyor.
Çocukluğum yıllarında Siverek biraz Mezopotamya* kokuyordu, biraz kaosla özdeşleşen Ortadoğu. Mistik bir atmosfere sahip olduğu için de kendine özgü bir toplumsal yapısı vardı. Taş evler, bazalt döşeme sokaklar, yıkılmaya yüz tutmuş mabetler, su ihtiyacını karşılayan kuyular, hanlar ve çeşmeler kentin ruhunu oluştururken, aynı zaman her bir yapının ayrı hikâyeleri vardı. En çok da kuyuları vardı doğduğum kentin. Bildiğiniz su kuyuları. Varlıklı ailelerin avlularında, yoksul mahallerin sokaklarında, duvarları bazalt taşlarla örülen , dibi görünmeyen su kuyuları vardı.
Kimisi kanla anılıyordu, kimisi derinliği ya da suyunun serinliğiyle. Kuruyan da vardı, taşla doldurulan da. İşte bu kuyulardan biri de Kanlıkuyuydu. Kanlıkuyu aynı zamanda bulunduğu alana da ismini vermişti. Her gün onlarca insan kuyudan haberli, habersiz çevresinde dolanır, yanı başında gövdesi kayayı andıran asırlık dut ağacının altında dinlenir, çay içer, sohbet eder. Kuyu ise derin bir sessizlik içinde sırlarını fısıldar. Kimi duyar bu sırları, kimi duymaz ya da duymazlıktan gelir. Sırlarıyla varlığını sürdüren ve tarihin ışıksız tünelinde bilinmezliklerle anılan Kanlıkuyu için geçmiş hala zifiri karanlık bir hikayedir. Ne yöne baksan ışıksız, penceresizdir. Bir dut ağacı geçmişini aydınlatır, bir de halk arasında konuşulan söylenceler. Gerisi resmi tezlerden kalan artık düşüncelerdir.
Çocukluğum, gençliğim kanla anılan bu kuyunun etrafında geçti. Ahmet Arif’in çocukken sıklıkla gülle oynadığı kuyunun başında ben de gezindim, belki gülle oynamadım ama çok zaman geçirdim. Ta o zamanlar Kanlıkuyu’nun adının neden kanlı olduğunu düşünür, dururdum. Anlamak için de tarihin akışına kulak kabartır, söylenenleri dinler, geçmişini merak ederdim. Kanlıkuyu isminin 1915 Ermeni tehcir olaylarından miras kaldığını söyleyen de vardı, daha eski dönemlere, Osmanlının hakimiyet kurduğu 1517 yıllarına kadar geri götüren de. Adı etrafında bir belirsizlik olsa da katliamla anıldığı gün gibi açıktı. Merakım bu nedenle her geçen gün artıyor, araştırma isteğim kamçılanıyordu.
Lise yıllarımdan başlayarak konuyla ilgili değişik yayın organlarında çeşitli yazı ve makaleler okur, araştırır, tarihin karanlık sayfalarında Kanlıkuyu’yu arardım. Ortaya net olmayan, bulanık bir fotoğraf çıkardı hep. Kuyu ne red edebiliyordu kanlı yüzünü, ne de ak pak aklanabiliyordu. Yani esrarengiz hikayesi eskinin çevresinde dönüyor, yenide düğümlenip, geleceğe kaotik bir soru olarak yansıyordu.
Bu nedenlerden dolayı Kanlıkuyu’nun ne zaman ve kimler tarafından inşa edildiği tam olarak bilinmiyor. Bazı yaşlıların anlatımlarını ve asırlık dut ağacı kanlı tarihini birazcık da olsa aydınlatıyor.
Adından da anlaşılacağı üzere karanlık tarihi kanlı bir geçmişe dayanıyor.Yakın tarih anlatımlarına göre Kanlıkuyu ismi yaygın olarak 1900-1915 tarihlerinde yaşanan katliamlar süreci olan tehcir ***olaylarına dayandırılıyor. Bilindiği üzere Tehcir sırasında onlarca insan ittihat terakki güçlerince öldürülerek, yer yer kuyulara atılarak, sürgün yollarında kurşuna dizildi. Yaşlıların anlatımlarından ve okuduklarımdan biliyorum ki o tarihlerde vahşet düzeyinde, insanlık adına utanç verici olaylar yaşandı. Bu nedenle Kanlıkuyu’nun adının o günlerden kalması mümkün görünüyor. Ancak kuyunun eski olması ve eski adının bilinmemesi meseleyi karanlık hale getiriyor. Bu kuyu o yıllarda inşa edilmediği belli, tarihi gerilere gittiği biliniyor. Bu nedenle adının kaynağını daha gerilerde aramak daha gerçekçi görünüyor. Kuyu, kanlı rolünü 1915 olaylarında da oynamış olabilir, bu durumun kuyuya ad olması için yeterli bir neden olarak ileri sürüle bilinir. Ancak isminin kanlı olmasına neden olayların çok daha önceki dönemlerde yaşanması ve adının hep Türkçe olması tarihsel sürecini daha derinlikli olduğunu düşündürebilir.
Bilindiği gibi Osmanlı 1517 yıllarında Siverek ve çevresinde hakimiyet kuruyor. O yıllarda Osmanlı yanlısı Kürt Aşiretlerin varlığının yanında, Sefavilerin yanında yer alan Kürtlerin varlığı da söz konusu. Bu hem çatışmalar zamana yayılmasını, hem de Osmanlı hakimiyetinin kanlı bir sürece yayıldığının göstergesi. Yani öyle Osmanlı hakimiyet ilan edildiği gibi işler hemen yoluna girdiği söylenemez. Yer yer isyanların yaşandığı tarihi belgelerde yer alıyor. 1540 yıllarında ve daha sonra 1595 yıllarında isyan hareketleri yaşandığı ve bu isyanların Celali olarak değerlendirildiği biliniyor.
Kanlıkuyu hakkında yazılan kitap, makale ve araştırma yok denilecek kadar az. Yazılanlar da Kanlıkuyu’yu ismini ya es geçmiş ya da resmi tarihin anlayışı tekrarlamış.
Osmanlı arşivlerini inceleyen Doc. Dr Ekrem Akman’a ait olan araştırma kitabında Kanlıkuyu’nun adı geçiyor. Yakın bir tarihte Siverek Meslek Yüksek Okulu’nda görev yapan ve halen Artuklu Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Akman Siverek hakkında yazdığı araştırma kitabında kuyunun hikayesinden bahsetmese de varlığını satır aralarında yer veriyor. Kaleme aldığı “19.Yüzyıl Siverek’ Şehir, Ticaret, Mekân(1850-1900)”adlı araştırma kitabın 122. Sayfasında Kanlıkuyu diye bir yerden bahseder. Akman Kanlıkuyu Caddesi derken o dönem ki isminden mi bahsediyor, yoksa günümüz söylemlerinden ödünç mü alıyor tam olarak anlaşılmıyor. Yine de kitabında Kanlıkuyu isminin geçmesi konuyu aydınlatma açısından önemlidir. Çünkü kanlı bir geçmişe sahip olan kuyunun resmi ve gayri resmi tarihin karanlık, bilinmezliklerle dolu olması geçmişinin aydınlanmasını zorlaştırıyor. Oysa Kanlıkuyu Siverek’in hafızası, geçmişin kırık aynasıdır. Kentin yakın tarihine damgasını vuran, organize edilmiş kötülüklerin ve korkunç acıların karanlık anıtıdır.
Kanlıkuyu hakkında çok fazla bilinmeyen ve unutulmaya yüz tutmuş bir anlatıma göre Osmanlıların hakimiyetinden sonra başlayan Celali İsyanları****patlak verir. Ağır vergilerden bıkan, giderek yoksullaşan, adaletsizliğe isyan edan köylülerin kalkışmalarını bastırmak için geçmişi oldukça karanlık bir kişilik olan Kuyucu Murat Paşa’ya*** özel olarak isyanları bastırma görevi verilir. Görev verildiğinde yolsuzluk ve hazinenin parasını namı hesabına geçirmekten Yedi Kule**** Zindanlarında hapistir.
Murat Paşa göreve gelir gelmez biraz da kendini ispatlamak ve tekrar eski şanına kavuşmak için Yozgat dolaylarında çıkan ve öncülüğünü Bozoklu Celal’in****
üstlendiği isyanı bizzat padişahın gücünü arkasına alarak sert biçimde batırmaya girişir ve binlerce kişiyi kılıçtan geçirir. Celali İsyanları Yozgat sınırlarında bozguna uğrar ama Anadolu’nun bir çok yerinde devam eder. Yer yer şiddetlenir, yer yer yavaşlar. Her isyan kendi özgün nedenine göre patlak verse de olaylar Celali İsyanları olarak zihinlerde kalır. Kuyucu Murat Paşa isyan ateşinin yandığı her yere ulaşmaya çalışır ve büyük oranda da başarılı olur. Sıra doğuya gelmiştir. Çünkü doğu da Sefavilerin etkisi görülüyor, Osmanlı saltanatını doğrudan etkilemektedir. Murat Paşa Sefavilerin etkisini kırmak ve isyanları bastırmak için o dönem ki adıyla Amid olan Diyarbakır’a 1595 yıllarında beylerbeyi yani vali olarak gönderilir. Bölgede 15 yüzyılın ortalarında yer yer isyanlar ve vergilere itiraz ve Sefavilerle*** ilişkiler Osmanlı için tehlike oluşturur.. Bu nedenle Beylerbeyi olarak atandığı Diyarbakır’da daha ilk günde kılıcını kullanmaktan geri durmaz, Sefavilerin etkisini kırmak için sertliğini devreye sokar. En küçük bir kalkışma, Devletê Osmaniye itiraz şiddetle bastırılır. Bir çok insanı isyancı nedeniyle bizzat öldürterek, ibreti alem olsun diye bu kuyulara atar. Adının başında ki Kuyucu lakabı da gerilerden gelir. Paşa Kuyucu denilmesinden alınmaz. Hatta böyle çağrılmasından memnun bile olur. Kuyucu lakabı Osmanlı da korkunun başka adı olur…
O dönemde hangi nedenle olduğu tam bilinmese bile Karacadağ yöresinde Osmanlıya biat etmeyen, vergi vermeyi red eden ve zaman zaman isyan eden, kendi başına yaşayan Kürt aşiretler vardır.Bu hem Osmanlının otoritesini sarsıyor, hem de Sefavilere cesaret veriyordu. Bunun önünü almak için Kuyucu Murat Paşa Karacadağ ve Siverek çevresinde önlemler almaya başlar. Sefavilerle ilişkili olduğu düşündüğü bazı aşiret ve köyleri cezalandırma koyulur. Bu bağlamda Siverek’te Osmanlıya isyan eden, Sefavilerle ilişkileri olduğu düşünülen aşiretlere yönelik harekete geçer. O dönemde adı bu gün adı Uçkuyu olan köy ve çevresinde operasyonlar düzenler ve operasyon bölgesinde üç kuyu kazdırır ve kendince isyancı bazı kişileri öldürterek, ibrete alem olsun diye kafalarını kazdığı kuyulara atar. Yaşanan bu katliamdan sonra köyün adı Üç Kuyu olarak anılmaya başlanır. Bu gün hala resmi ismi Üç Kuyu olması ilginçtir. Siverek’e 10 km uzaklıkta köyde bulunan kuyuları yakın bir zamanda bizzat görme fırsatım oldu. İki tanesi taşla doldurulmuş, birinin üzeri metalle kapatılmıştı. Birbirine yakın olan bu kuyularla ilgili unutulmuş hikâyeler hala bazı yaşlıların zihninde saklıydı ve satır aralarında dillerinden ortalığa dökülüyordu.
Keza aynı durum Siverek’te ki kuyular için de geçerliydi. Kuyucu Paşa çıkan irili ufaklı isyanlarda rolü olduğunu düşündüğü çok sayıda kişiyi Siverek kent meydanında kellelerini vurdurtur ve kuyulara atar. Kent merkezinde gelip geçen kervanların su ihtiyacı için kazılan kuyu artık kanlıdır. Kuyulara doldurulan insan kelleri suyu içilmez hale getirir. Kervanlar yolunu değiştirir, insanlar suyundan içmez olur. Kuyu zamanla ıssızlaşır, kentin merkezinde bir utanç abidesi gibi var olmaya devam eder. Kanlıkuyu’nun yanı başında ise bir dut ağac1 yeşerir katliam günlerinde. Bütün ölümlere inat kuyunun suyundan beslenerek bu günlere ulaşır. Yapılan yaş tespitinden Yaşının 400’e yaklaştığı görülür. Asırlık ağaç kanlı tarihin dilsiz tanığı olarak yeşerdiği yerde duruyor, inadına canlı kalıyor ve her yıl yemyeşil yapraklarınla süsleniyor.
Kanlıkuyu hakkında söylenenlerin ne kadarının doğru olduğu tam olarak bilmiyorum, belgelere yansıyıp, yansımadığı, tarihi vesikalarda yer alıp, almadığı da karanlıkta kalmış durumda. Olay aradan 500 yıl geçmesine rağmen yaşanılanların halen konuşulması, Kanlıkuyu isminin hala var olması oldukça düşündürücü. O gün, bugün adı hala Kanlıkuyu olarak kalan, 1955-56’larda bir ara belediye adını “Güzel Kuyu” yapsa da ama hiçbir zaman Güzel Kuyu olmayan, hep Kanlıkuyu olarak kalır. Tam bir sır kuyusu olarak varlığını sürdürür. Öylece sessiz, öylesine derin, bir vahşet abidesi olarak varlığını korur. 400 yıllık bir sürecin cansız tanığı olarak, tarihin karanlık tünelindeki yerini korumuş, günümüze ulaşmış bir kuyu olmaktan öte artık trajik bir vakanın canlı tanığı gibidir.
Uzunca bir süre itfaiyenin su ihtiyacını karşılayan kuyu, 2000 yıllarında belediyece elden geçirilerek, çevresi park haline getirilmiş ve bir ara kuyunun başına ünlü ozan Ahmed Arif ‘in***** heykeli de dikilmiş.
Kentin en merkezi yerinde bulunan ve yıllarca onlarca miting ve gösteriye ev sahipliği yapan kuyunun adı öylesine kanıksanmış. Kuyunun başında ne bir levha var, ne de bir işaret. Öylesine bir kuyu olarak yerinde üstü kapalı duruyor.
Bir zamanlar gelip, geçen kervanların, yolcuların, kent ahalisinin su ihtiyacını karşılayan, adına kan karıştıktan sonra ıssızlaşan, toprak altında sessiz bir zulüm abidesi olarak varlığını sürdüren kuyu tarihin karanlık perdesi gibi aralanmayı bekliyor.
Kanlıkuyu meydanla, yaşlı dut ağacıyla, Siverek’le özdeşleşmiş. Ne fazla, ne eksik.
Çocukluk ve gençlik yılları Siverek’te geçen ünlü şiar Ahmed Arif; bir röportajında Kanlıkuyu’nun başında bulunan asırlık ağaç için şunları yazmış:
“Siverek’te Kanlıkuyu diye bir yer var. Çok eski bir yapı. Büyük kısmı yıkılmış, ama bir tarafı sağlam duruyor. Burada büyük bir dut ağacı var, boyu göklere tırmanmış.”******
Kaynaklar:
* Osmanlı hükûmetinin Ermenilere karşı gerçekleştirdiği sürgün[14] ve katliamlardır.[17] Etnik temizliğin sonucunda ölen Ermenilerin sayısı tartışmalıdır; sayı, çeşitli araştırmacılara göre 600.000 ile 1,5 milyon arasında değişiklik gösterir.[not 2] 1914 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni nüfusu yapılan farklı tahminler mevcuttur. Osmanlı resmî kayıtlarına göre 1.2 milyon[18] ile Ermeni Patrikhanesi‘ne göre 1 milyon 914 bin 620[19] Ermeni yaşamaktaydı. 1922 sayımlarına göre ise 817 bin Ermeni ‘mülteci’ olarak Osmanlı topraklarını terk etmiş, 95 bin Ermeni ise din değiştirerek Türkiye topraklarında yaşamaya devam etmiştir.[20] Bu tahminlere Osmanlı topraklarında bulunan 900 bin hayatta kalmışken, 300 bin ile 1 milyon arasında Ermeni hayatını kaybetmiştir. Olayların başlangıç tarihi çoğunlukla 250 Ermeni aydının ve komite liderinin Osmanlı yöneticileri tarafından İstanbul‘dan Ankara‘ya sürüldüğü ve birçoğunun öldürüldüğü 24 Nisan 1915 ile ilişkilendirilmektedir. Ermeni Kırımı, sağlıklı erkek nüfusun toptan öldürülmesi ya da askere alınarak zorla çalıştırılması ve sonrasında kadın, çocuk ve yaşlılarla birlikte ölüm yürüyüşü koşullarında Suriye Çölü‘ne sürülmesi gibi olaylarla birlikte I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında iki aşamada gerçekleşti. Osmanlı askerlerinin koruması eşliğinde yaşadıkları yerlerden sürülen Ermeniler; sürgün sırasında yiyecek ve su sıkıntısı yaşadı; ayrıca çeşitli raporlara göre zaman zaman soygun ve katliamlara maruz kaldı.[21][22][23] Ülke genelindeki Ermeni diasporası, genel anlamda Ermenilerin Doğu Anadolu‘dan sürülme işleminin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktı.[24]
Yapılan katliamların Ermenileri ortadan kaldırmak için düzenli bir şekilde gerçekleştiğini öne süren bazı tarihçiler, ölümleri ilk modern soykırımlardan biri olarak kabul etti.[25][26][27] Ermeni Kırımı, soykırım çalışmaları alanında Holokost‘tan sonra üzerinde en çok araştırma yapılan ikinci konu oldu.[28][29]
Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra gelen devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, soykırım sözcüğünün Osmanlı yönetiminin son yıllarında gerçekleşen toplu katliamları tanımlamak için doğru terim olmadığını belirterek sözcüğü kullanmayı reddeder. Son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti, Ermeni Kırımının bir soykırım olarak tanınmasına yönelik çağrılarla tekrar karşı karşıyadır.[30] 2021 itibarıyla 33 ülke olayları resmen soykırım olarak tanımlamıştır[31][32] ve bu görüş birçok soykırım araştırmacısı tarafından da paylaşılır.[33][34][35]
****Sefaviler: 1501 ve 1736 yılları arasında varlığını sürdürmüş, sıkça modern İran tarihinin başlangıcı olarak kabul edilen, İran tarihindeki en önemli hanedanlıklardan biri tarafından yönetilmiş devlet. Bugünkü İran, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye‘nin doğu kesiminde varlığını sürdürmüş, tarihte ilk kez Şiî Onikiciliğini resmî mezhep olarak kabul etmiş ve İran‘ın varisi olduğu Safevî Hanedanı‘nın devletidir.[8][9]
Safevî Devleti’nin kuruluşuna destek veren Türkmen boyları şunlardır: Şadıllı, Şamlı, Afşar, Kaçar, Çağırganlı, Karamustafaoğlu, Tekeli, Beğdili, Humuslu, Ustaclu, Dulkadirlu, Varsaklar.[10]
İsmail Safevî, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan‘ın torunu olan[3][11] Akkoyunlu Emiri Elvend Mirza‘yı Şarur (Nahçıvan) yakınlarında yendikten sonra 1501 yılının Temmuz ayında Tebriz‘de kendisini Şah ilan etti. Bundan sonra İran’ın tamamını ele geçirerek, Mayıs 1502’de resmen Safevî Şahı olan I. İsmail sonraki 235 yılda Orta Doğu‘ya büyük etki yapacak bir Şiî devletinin temelini atmıştır.
*Orta Doğu‘nun kalbi sayılan Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgedir. Büyük bölümü bugünkü Irak‘ın sınırları içinde kalan bölge, tarihte birçok medeniyetin beşiği de olmuştur.[1]
Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılır. Verimli toprakları ve uygun iklim şartları nedeniyle çok eski zamanlardan beri yerleşmeye sahne olmuş ve birçok istilaya uğramıştır. Bilinen ilk kült merkezi ve okur-yazar toplulukların yaşadığı bölgede birçok medeniyet gelişmiştir. Mezopotamya Sümer, , Babil, Asur, Akad Elam Med ve Hatti gibi en eski medeniyetlerin doğduğu,geliştiği yerdir.
** Aşiretler** dil ve kültür yönünden büyük bir türdeşlik gösteren, birçok sülaleden oluşan, yapısındaki aileler arasında köken, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluktur. Türkiye‘nin özellikle Kürt Bölgelerinde gün geçtikçe azalan bir eğilim gösterse de hâlen aşiret sistemi bazı ailelerde varlığını sürdürmektedir.
***** Celâlî isyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı yönetimindeki Anadolu‘da Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan ve Sultan IV. Mehmet dönemine kadar devam eden zaman zarfında devlete karşı ekonomik, sosyal, askerî ve siyasi nedenlerle çıkarılan ayaklanmalara verilen addır.
“Celâl’e mensup” anlamına gelen Celâlî tabiri, 16. yüzyıl başlarında (1519) isyan eden Bozoklu Şeyh Celâl’le ilgilidir. Celâlî isyanları başlangıçta, Osmanlı idaresinden memnun olmayan zümrelerin ve Şiî eğilimli Türkmen gruplarının Safevîlerin de tahrikiyle devlete başkaldırmaları şeklinde ortaya çıkmış, 16. yüzyılın sonlarından itibaren büyük bir mesele hâlini alarak değişik bir mahiyet kazanmıştır. Osmanlı devlet anlayışı, bu isyanları “hurûc ale’s-sultân” olarak değerlendirmiş ve kaynaklarda bu ifade sık sık kullanılmıştır.[1]
Bu ayaklanmaların adı, bu kapsamdaki ayaklanmaların ilkinin önderi olan Şeyh Celâl’den gelir. Bozoklu (Yozgat) olan Şeyh Celâl önderliğinde topraksız köylüler, ağır vergilerden ezilenler, toprakları elinden alınmış eski sipahiler, sekbanlar, yerel idarecilerin baskı ve adaletsiz yönetiminden şikâyetçi olan kitleler, 1519 yılında Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Tokat yöresinde başlayan ayaklanma, aynı yıl içerisinde kanlı bir biçimde bastırıldı.
**** Türkmen ayaklanmacı. Daha sonraları Anadolu’da çıkan tüm yerel ayaklanmalar onun adıyla anılmıştır. Doğduğu yer ve tarih bilinmiyor. 1519’da Erzincan yöresinde Akşehir’de öldü. Bozoklu, Şah Veli, Kızılbaş sanlarıyla da anılmaktaydı. Bozoklu (Yozgat) bir dirlik sahibiydi. 1519’da Bozok’tan ayrılıp Tokat yöresine gelerek Turhal yakınlarında bir mağarada yaşamaya başladı. Burada kendisini şeyh ve mehdi ilan ederek çoğunluğu Alevi Türkmenler’in oluşturduğu yöre halkım etkisi altına aldı. Osmanlı toprak düzeninin temeli olan tımar sisteminin dağılmakta olduğu bir ortamda silahlı ve atlı yaklaşık 20.000 kişilik bir güç oluşturdu. Bunun üzerine Rûm (Sivas) Beylerbeyi Şadi Paşa elindeki güçle Şeyh Celâl üzerine yürüdü. Ancak yaralanıp yenilerek Amasya’ya çekilmek zorunda kaldı. Ardından üzerine gelen Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa’yı da bozguna uğratması Şeyh Celâl’e büyük bir ün kazandırdı.
Bu sırada Edirne’de bulunan 1. Selim [Yavuz] topraklarındaki bu ayaklanmayı bastıramayan Elbistan (Maraş) Valisi Dulkadiroğulları’ndan Şehsuvaroğlu Ali Bey’e kızarak Rumeli Beylerbeyi Ferhad Paşa’yı bu işi çözümlemekle görevlendirdi. Ferhad Paşa, kapıkulu ve yeniçerilerden oluşturduğu büyük bir güçle yola çıktı.Karaman ve Rum beylerbeyi ile Şehsuvaroğlu Ali Bey’e de birlikte hareket etmeleri için haber yolladı. Bu gelişmeleri öğrenen Şeyh Celâl bu kadar gücün üstesinden gelemeyeceğini düşünerek Şah İsmail’e sığınmaya karar verdi. Yandaşlarını toplayarak Sivas’a dek ulaştı. Ancak Şehsuvaroğlu Ali Bey’in güneyden üzerine geldiğini öğrenince Karahisar’a (Şebinkarahisar) yöneldi.
Karaman ve Rum beylerbeylerinin destekledikleri Şehsuvaroğlu Ali Bey, henüz Ankara’ya yaklaşmakta olan Ferhad Paşa’yı beklemeden ilerleyip Erzincan yöresindeki Akşehir’de Şeyh Celâl güçlerine yetişti. Buradaki savaşta Şeyh Celâl ve pek çok yandaşı öldürüldü ve ayaklanma bastırıldı. Daha sonra Anadolu’da çıkan tüm yerel ayaklanmalar onun adıyla anılmış, bu olaylara Celalilik, çıkaranlara da Celali denilmiştir.
