erkenci olmak…?!

Gün ışıyınca, gözüm uyku tutmuyor. Yaşlanmaktan kaynaklı diyorlar. Evet sanırım her yıl başı bir yaş alıyorum ömrümün hanesine. Malum doğum yıl başı. Buna yaşlılık denilir mi? Sanmıyorum, yaş alıyorum topu topu. Aslını sorarsanız ben çocukluğumdan beri böyleyim. Güneş doğdu mu ayaklanma huyum var. Nedendir bilmiyorum, her gün erkenden uyanıyorum. Eskiden sabahın köründe fotoğraf çekmeye çıkardım, ara sokakları geze geze yorgunluktan bitap düşerdim. Bu ara onu da bıraktım. Körolası dijital dünya hapishanesinde durmadan içerikleri okuyor, izliyor, sorguluyorum. Bitmeyecek bir mahkum gibi.
Bir anlam bulmaya çalışıyorum ama sanırım her şey karmakarışık ve anlık. O an buldun, buldun. Bulamadınsa balık kaçtı demektir.
Gülümse biri diyor hayata. Diğeri insan kolanlanmadan bahsediyor. İsrail rutin öldürme, yok etme operasyonlarını sürdürse de bu günlerde Gazze unutuldu. Birileri seçildiği partiyi terk edip, yeni kulvarlar arayışını büyük bir atılım diye gösteriyor.
Uçaklar, insansız araçlar bomba yağdırıyor dağlara. Ne doğa kalıyor, ne de yaşam. Her şey güvenlik çemberinde yok olup, gidiyor. Gülümse inadına diyor şair. Kızım sabahın köründe soğusun diye balkona bıraktığım kocaman karpuzu görünce “Bunun günahı neydi, buraya koydunuz?”
Ben sorusunda bir anlam bulamayınca “Sen göresin diye” cevap vererek günaydın babında gözlerine bir bakış fırlatıyorum. O da benin söylediğimden bir anlam çıkaramıyor ve uykulu gözlerle ortalıktan kayboluyor. Ev ahalisi uyanıyor ve herkesin ilk baş vurduğu akılsız telefonlara bakmak. Dünyada ne oluyor sorusuna cevap arıyoruz duraksamadan.
Böyle bir ruh halinde 1 Eylül Dünya Barış günü gelip, geçiyor, takvim yapraklarından. Zihnimde Hitler rejimin Polanya’yı isgali canlanıyor. Yıkıntılar, yangınlar, ölümler ve süre gelen göçler…
İnsan onurunu yok edecek ne varsa yaşanıyor o yıllarda. Sonra birileri unutmayalım diye 1 Eylül’ü Barış Günü ilan ediviriyor yıkılıan kentlerin kalıntıları başında. Evet unutmuyoruz bütün savaşları. Vahşeti görüyor, dehşeti yaşıyoruz ama savaşmaktan geri durmuyoruz. Bu nedenle ne savaşlar bitiyor, ne de barış hayat buluyor. Bir umutsuzluk tarihi gibi. Herkes birbirini kandırma yarışında. Böyle bir ortamda barış egemen olur mu? Olmadığını biliyorum, biliyoruz. Çünkü barış için her şeyden önce evrensel bir ahlaka ihtiyaç var. Ahlaksızların barış gibi bir derdi yoktur, olamaz.
Teknoloji ilerledikçe dünya güç odakları çevresinde şekillenmeye devam ediyor ve ahlak dijital dünya fanusunun dışında kalıyor. Bu geçmiş iyiydi anlamına gelmiyor. Ahlak hep gerideydi zaten. Bütün çağlar ahlakın önünde yürüdü…
Görmek isteyene çiçek çok diyor birileri, yoksulluk bitti diyen de çıkıyor açlık görüntüleri içinde.
Artık yoksulluk moksulluk yok, sadece zengin değiliz. Şükürler olsun ki semalarımızda insansız hava araçları uçuyor diyip, sevindirik olan da var, içinde bulunduğu ana küfrü basan da.
Anlayacağınız gecesi farklı karanlık, gündüzü farklı karanlıktır bizim eller. Siz siz olun arının şekerli balını yemeyin, İsrail tohumu sebzeleri tüketmeyin. Şimdi “ma zıkkım yiyelim” dediğinizi duyar gibiyim.
Yemeyin, walla yemeyin. Yedikçe zihniniz, zihnimiz bulanıyor.
Hele biraz nefes, bir soluklanalım. Elbet buna da bir sözümüz vardır.
Kül kalmada ocakta, söz söyleme zamanı diyor uzaktan birileri.
Bir zamanlar Dersim girişimde yazardı kocaman harflerle. Duyuyorum. İnsan çözümsüz kalmaz.
Geçmişte Tunceli Emniyet Müdürlüğü Munzur üzerinde kurulan köprünün şehire giriş yönüne “Gülümseyin, Tunceli’de güvendesiniz.”tebelası koymuştu.
Sahi o levha hala duruyor mu kentin girişinde?
Duruyorsa birileri bir fotoğraf çeksin, ölümsüzleştirsin o anı.
İyi olur, baktıkça gülmek garanti.
Oğlum annesine “Anne dolapta ki su şişesi boşalmıştı, doldurdum”
Seviniyoruz her birlikte.
Oğlumuz dolaba su koydu diye.
Kızım “Yav baba yat, yat. Niye sabahın köründe uyanıyorsun ki? Derdin ne ki?”
Bilmiyorum, bu soruya cevabım hiç olmadı.
Birazdan gelirim, biraz mola.
Bu gün iş çok.
Soxra çok,
koşturmaca çok.
hasta çok, ölen çok ve en önemlisi doğan çok.
De çözün bu bilmeceyi.

Yorum bırakın