Sonsuzluğa akan nehir

18/07/2004

En eski medeniyetlerin beşiği olan Fırat, Mezopotamya uygarlıklarından başlayarak, insanlık tarihinin ilk sırlarını bizimle paylaşır, Fırat kaynağını Doğu Anadolu Bölgesi’nin yüksek dağlarında bulunan kaynaklardan ve eriyen kar sularından alır. Erzurum dolaylarında bulunan Karasu, Bingöl dağlarından akan irili ufaklı dere ve çayla birleşerek Fırat’a dökülür.

En eski medeniyetlerin beşiği olan Fırat, Mezopotamya uygarlıklarından başlayarak, insanlık tarihinin ilk sırlarını bizimle paylaşır, Fırat kaynağını Doğu Anadolu Bölgesi’nin yüksek dağlarında bulunan kaynaklardan ve eriyen kar sularından alır. Erzurum dolaylarında bulunan Karasu, Bingöl dağlarından akan irili ufaklı onlarca dere ve çayla birleşerek  Elazıg sınırları içinde olan Fırat’a dökülür. Ve yine Ağrı Dağı’nın doruklarında eriyen karlar ve Nemrut krater gölünden sızan billur suları toplayan Murat Nehri ve Munzur Çayı Fırat’la dökülerek, Mezopotamya’nın en uzun akarsuyunu oluşturur. Fırat bir nevi su toplayıcıdır. Mezopotamya dağlarından kopup, Ortadoğu’ya dökülen ve oradan da Basra Körfezine ulaşan Fırat’a   geniş akan su anlamında olan Ferat  ya da gün gibi parlayan, güneş anlamında olan Ro adı verilir.
Fırat karanlık çağlardan bu yana insanlığın sırlarını paylaşan, onlarca mitolojiye kaynaklık eden bir nehirdir. Anlatılır ki çok ama çok eski zamanlarda Fırat kıyılarında kurtla kuzu birlikte yaşar, mutlu bir yaşam sürdürürmüş. Burada yaşayan insanlar barış içinde yaşar, yemeklerini, avlarını, sularını ve mutluluklarını birbirleriyle paylaşırmış. Kavga, kin nedir bilmezlermiş. Ancak bir gün bu barış ortamını kıskanan kavimler Fırat kıyısında yaşayanları ortadan kaldırmaya karar verirler. İşte o gün Fırat kıyıları yabancı olduğu savaş ve talanla tanışır. Barış ve kardeşlik içinde yaşayanlar, saldırılara uğrar, birçoğu ölürken, sağ kalanlar da çok uzaklara sürülür.
İşte, o gün bu gündür Fırat kıyıları barış yüzü görmedi. Savaşsız bir gün bile geçmedi. Fırat kan aktı tarih boyunca.

Aslında Fırat bereket ve bolluk anlamına geliyor. Sümerlerin yaradılış mitolojisine göre tanrı Enki, Fırat ve Dicle’yi yarattı. Bu nehirleri doldursun diye yağmur tanrılarını görevlendirdi. Bolluk ve bereket versin diye Fırat’ı delice bir suyla doldurdu. Gerçekten de, yüzlerce yıldır binlerce savaşa tanıklık eden Fırat aynı zamanda Mezopotamya tarihinin de ilk harcı oldu. Sümerler ilk uygarlığı Fırat ve Dicle arasında yarattılar ve yazıyı burada kil tabletlere kazıdılar. Kuşkusuz bu sarsıcı devrimlerde Fırat’ın payı büyük. Yaşanabilir alanlarda ilk kentleri de kuran yine Fırat kıyılarında yaşayan halklar oldu.Gıra Mıraza, Nevala Çori, Samsat, Zeugma, Kommagene ve daha gün yüzüne çıkmayan birçok uygarlık katmanının Fırat havzasında yer alması bir tesadüf olmasa gerek. Med, Urartu, Asur, Hitit, Sümer ve birçok kavimin kurduğu medeniyetler, Fırat’ın kutsal suyunda yeşerdi, günümüze ulaştı.
Sulu tarımı Fırat’la keşfettiler. Mezopotamya’nın ışıltılı ırmağı Fırat,  Elazıg sınırları içinde ikiye ayrılarak nazlı kolu, Fırat’ın suyunda olan  Dicle’yi oluşturur . Biri deli dolu akar, biri nazlı mı nazlı. İncecik bir ip gibi akar. Dicle narin ama bir o kadar da hırçın akar bazı yerlerde. Her ikisinin kutsallıkları ve asilikleri doğan çocukların isimlerine yansır. Fırat erkek, Dicle genellikle kadın ismidir. Nedendir bilinmez ama böylesi bir cinsiyetçi  yaklaşım ortaya çıkmış.
Tanrıların suyu
“Bu su kutsaldır. Allah’ın suyudur. Şifalıdır. Bu suyu içen hastalanmaz. Yaşam suyudur. İnsanı dirençli ve yenilmez kılar. Dedelerimizin dedesi bu suyu içti. Şimdi biz içiyoruz. Bizden sonrada çocuklarımız, çocuklarımızın çocukları içecek. Çünkü bu su Mezopotamya’nın kutsal suyudur. Ne kadar baraj yapılırsa yapılsın, bir ayda doldurur. Bu Ferat’tır. Nehirlerin sultanı. Bolluk ve bereketin adı. Hiç biter mi? İnattır, hırçın ve deli doludur. Bak nasıl hızlı ve serin akıyor” diyor Ali Demir bir bilge edasıyla. 77 yaşında, bir Fırat çobanı. Dört-beş yaşlarında başladığı çobanlığı bir ömürdür yürüten ve Fırat’a sevdayla bağlanan bir insan. “Her sabah gün doğmadan Ferat kıyısına inerim. Binbir çeşit ot ve binbir çeşit çiçeğin kokusunu ciğerlerime çekerim. Ve Ferat’ın akışına kendimi kaptırır, uzaklara dalar, giderim. Hiç yorulmam. Bazen gece de kalırım. Ferat’ın ışıltısı geceleri çevreyi aydınlatır. Bir çıra gibi, bir lamba gibi yoluma ışık olur. Gece gündüz buradayım. Ve Ferat’a sevdalıyım. Bu serinlikten ve ışıltıdan vazgeçmem. Çünkü kurtla kuzu bu kıyılarda birlikte yaşadılar” diyor.
Mısır uygarlığı için Nil ne kadar önemli ise Mezopotamya için de Fırat o kadar önemlidir. Fırat kutsal su ve nehirler sultanıdır. Anlatılır ki çok eskiden Fırat kıyısında doğum yapan kadınlar çocuklarını Fırat’ın suyuyla üç kez yıkarlarmış. Kötülüklerden ve hastalıklardan korunacağına inanılır ve bu çocukların birer kahraman olacağına kanaat getirilirmiş. Bugün doğan çocuklar Fırat suyunda kutsanıyor mu bilmiyorum ama, Fırat hâlâ insanlarda bir kutsallık çağrışımı yapıyor… Ve Tevrat’ta, Cennet’in bahçelerini sulayan dört akarsudan biri Fırat’tır diye bahsediliyor.
Kürtler Fırat’a Ferat ya da Ro der. Ro Zazaca güneş, ışık demeti anlamındadır. Gerçekten de Fırat kapkara gecelerde bile gökyüzünü parlatan bir ışık selidir.
Kutsal su kirleniyor
Bugün bu ışık seli dizginlendi, Fırat akış hızından çok şey kaybetti. Ne Ali Demir’in anlattığı doğal yapı var, ne de bin bir çiçek. Üzerine kurulan 26 baraj ve 12 hidroelektrik santralı doğasını, kıyılarını bozdu, kutsallığına helak getirdi. Ama o bütün ihtişamıyla parıldamaya devam ediyor. Kutsal su Adıyaman’da, Elazığ ve Birecik’te lağım sularıyla besleniyor, eski billur suyu yavaş yavaş kirleniyor. Antik dönemlerde birçok hayvan ve bitki çeşidine yataklık eden Fırat ve ve Fırat havzası artık soyları tükenmekte olan hayvan ve bitkileri tel kafesler içinde barındırıyor. Fırat kavağı ya da pamuk kavağı diye bilinen kavak çeşidi artık sayıları parmakla hesaplanacak kadar azalmış ve tarım bakanlığı tarafından Birecik merkezinde bir iki hektarlık alanda korumaya alınmış durumda. Ve yine soyları tükenmekte olan Kelaynak (Keçelxenok) kuşu için korunma istasyonu kuruldu. Ama doğallıktan uzaklaşan bu canlılar, artık özelliklerini kaybediyor.
Fırat kıyıları kurtla kuzunun bir arada yaşadığı günleri belki hiç görmedi. Savaş ve talan gerçeği Fırat’ı kirlettikçe kirletti. Bugün de öyle değil mi? Fırat baştan başa savaşın ve zulmün pençesinde inlemiyor mu? İşte Mezopotamya, işte Basra, savaş ve kavganın mitolojik değil, gerçek ağıtları… Kutsanan bir nehirde, kanla yıkanan insanlığın hikâyesi. Oysa kanla yıkanan hiçbir kavim iflah olmaz , olmadı.

İşte paramparça olan Suriye örneği.

Not: Bu yazı 2004 yılında yazıldı, o yıllarda yayın hayatında olan Radikal Gazetesinin eki olan Radikal 2’de yayınlandı. Bir iki fırça darbesi ve düzeltme yapıldıktan sonra sizinle yeniden paylaşma gereği duydum.

Fırat Vadisi/Siverek
Birecik/ Fırat Kıyısında halay çekenler
Birecik/ Fırat Kıyısında Kendirciler
Elazıg Palo
Birecik 19 yy sonu
Murat Nehri

Bir yalnızlık öyküsü.

Bir Manastırın Kadim Taşı: Bahê

Bahê’yi ilk defa 26 yıl önce kasvetli Deyrul Zafaran Manastırı’nın taş döşemeli avlusuna ilk girdiğimde, hemen kapıya yakın bir köşede  görmüştüm. Kocaman avluda ilk göze çarpan Bahê’nin donuk, düşünceli yüzüydü. Kapıya yakın bir köşede oturan, zaman zaman  tahta sandalyeden kalkıp, kapıya yönelen Bahê’yi daha dünmüş  gibi hatırlıyorum.  İlk anda Bahê’nin manastırda yaşayan  birisi olduğunu düşünerek, bakıp geçmiştim.

O gün geçmiş zamanlarının kadim izlerini taşıyan Deyr ül Zafaran Manastırının bölümlerini büyük bir hayranlıkla dolaşmış, en eski Güneş Tapınağını ziyaret etmiş, kilisede bulunan ibadet salonunda Suryani inancının kadim sesini duymuş olarak manastırdan ayrılmıştık.

Biz ayrılırken Bahê arkamızdan bakmış, boynu bükük bir şekilde tahta sandalyesinde derin düşüncelere yelken açmaya devam etmişti.

Sonraki yıllarda birkaç kez daha manastıra ziyarete gittim.

Her seferinde Bahê, ya köşesinde oturuyor ya da kapıda gelen ziyaretçileri karşılıyordu. 

Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum.

Ta ki o dönemde Deyr ül Zafaran’da baş rahip Gabriel ’den Bahê’nin hikayesini, ayak üstü de olsa dinleyene kadar herhangi bir bilgi sahibi değildim. Deyrul Zafaran’la adeta özdeşleşen ve manastırın ruhani ortamının bir parçası olan Bahê  yıllardır burada yaşayan birisiydi.

Çok dergah gezen, cami ve kilise ziyaret eden birisi olarak, bazı insanların kendilerini bu tür mekanlara adadığını, uzun bir zaman bağlı olduğu cemaatin içinde kaldığını az çok biliyordum. Ama Bahê çok  farklıydı; yaşamı,acısı, özlemi benzersiz ve oldukça iç burkutucuydu. O ne bir ermişti, ne de Kilisenin bir rahibi. O bir başına altı yaşında koca bir adamdı.

Bir süre sonra merakım depreşse de, Bahê ile  hiç konuşmadım. Ya benim fazla zamanım olmadı ya da  Bahê hiç konuşmadı. Çevresinden bilgiler derledim, hikayesine ulaştım. Notlarıma dahil ettim. Belki bir gün hikayesinin derinliklerine ulaşırım umuduyla zihnimin koridorlarında sakladım.

Aradan yıllar geçti.

Ben Bahê’yi unutmadım desem de, zaman acımasızca geçerek, hikayeyi zihnimde küllendirmiş, unutulmaya yüz tutmuştu. Zihnimde uykuya dalan hikaye, Bahê’nin  2014 yılında hayata 76 yaşında veda etmesiyle tekrar uyandı.

Aslında ben  geç kalmış, hikayesini  kaleme almadan Bahê  sonsuzluk uykusuna dalmıştı. Kendisi hayata veda etse de hikayesi Deyrul Zafaran’ın koridorlarında, binlerce yıllık Güneş Mabedinde yaşıyordu.Araya yıllar girse  de yaşadıklarını kaleme almak, hikayesini yazmak  her zaman mümkündü.

Çünkü  Bahê, dünyanın en çocuk insanı olarak tam 79 yıl ömür sürdü ve 70 yıl boyunca annesini bekledi. Manastırın devasa kapısı sabah erken saatlerde her açıldığında Bahê kapının eşiğinden  yola baktı, gelenler arasında annesini aradı. Akşam olunca boynunu büker, ertesi gün açılacak kapının zamanını gözeterek, uykuya dalmaya çalıştı.

Asıl adı İbrahim olan Bahê 1928 yılında Mardin’de yoksul bir Süryani ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Anne Vedia evde dokuma işleri , Babası Hanna ise Tren İstasyonunda hamallık yaparak geçimini sağlamaya çalışıyorlardı. Üç çocuklu aile yeni çocuklarına İbrahim adını koydular. Anne Vedia oğluna verdikleri İbrahim isminin  yanında kısaca Bahê demeye başladı.

Herkes mutluydu Bahê’nin hayatlarına katılmasına. Baba hamallık yapsa da, bir can daha çoğalmalarına sevinmiş, hayata daha bir bağlanmıştı.

Ta ki Bahe iki yaşında gelene kadar her şey normal seyrinde gitti. O gün yaşanılanlar başta Bahê’nin olmak üzere tüm ailenin kaderini değiştirdi.

Bahê, henüz iki ya da üç yaşlarındayken,  anne Vadia eski Mardin Evlerinin   avlusunda bulunan kuyunun başında uyusun diye onu bırakıp, günlük işlerine baktı. Taş evin bölümlerinde ev işlerini yürüten anne  kısa bir süre sonra oğlunun çığlıklarıyla sarsıldı. İlk anda aklına gelen akrep ya da yılan sokması oldu.   Vadia iç parçalayıcı çığlığa avluya fırladığında, evlerinde bulunan horozun Bahê’nin yüzünü acımasızca parçalamaya çalıştığını; ağzını, gözünü rastgele gagasıyla yaraladığını, zavallı Bahê’nin de can havliyle çığlık attığını gördü.Vadia bir hışımla horozu uzaklaştırsa da, iş işten geçmişti.

Bahê uzun süren iç çekmelerden sonra donuklaştı. Etrafa boş gözlerle bakmaya, acısını bile hissetmemeye başladı.  Hiçbir zaman izleri kaybolmayacak  , yüzünde ve  ruhunda kapanmaz yaralar açılmıştı.

O artık eski Bahe olmadı.  O eski güzel çocuk gitti, daha donuk, kabuslar gören, her şeyden tırsan bir çocuk oldu.Yaşıtlarına göre daha ağır öğreniyor, herkesin konuştuğu Süryanice’yi bile öğrenemiyor, annesinin konuştuğu Arapçayla kendini zor bela ifade ediyordu.

 Bahê için zor günler başlamıştı. Anlama güçlüğü çekiyor, Süryanice anlamıyor, yaşıtlarına göre çok gerilerden hayatı takip ediyordu.

Saf, her zaman çocuk kalacak olan Bahê ailesinin yanında dünyaya donuk bakarken, bu kez babası  Hanna yük taşırken, kalp krizi geçirerek hayata veda etti.  Bahê bu ani gidişin ayırtına varmadı, bir anlam vermedi.

Herkes ağlasa, dövünse de o babasının öldüğünü kavrayamadı. Aniden yaşanan bir gidişe bir anlam veremedi.

Aile olarak zaten yoksuldular, gelirleri hayatlarını yürütmeye yetmiyordu. Baba Hanna da ölünce, iyice fakirleştiler. Sığınabilecekleri kimse yoktu, anne Vadia’nin da kazanacağı para  ev geçindirmeye yetmiyor, mutfak masraflarını bile çıkaramıyordu.

Bu süreçte Deyrul Zafaran Manastırı’na  gidip gelmeye, geçim derdine çare bulma çabası içine girdi. Nereye gitse, bütün kapılar üzerine kapandı, umutsuzca evine döndü. Dokuma işi de eskisi gibi para getirmediği gibi dünya yeni bir sarsıntıya hazırlanıyor, ikinci büyük savaş kapıyı çalıyordu.

Anne Vadia elleri kolları bağlı bir şekilde çareler arasa da, yoksulluğun çemberini kıramadı ve Suriye’deki babasın evine dönmeye karar verdi.

Hazırlıklarını tamamladığında Bahe altı ya da yedi yaşındaydı. Vadia yoksuldu, ayakta duracak gücü kendinde bulamıyordu. Özel bakım ve zaman gerektiren Bahê’yi ne yapacaktı? Gidecekleri yol uzun ve zahmetliydi. Bin bir zorluk onları bekliyordu.

 Zaman zaman gittiği manastırda bazı yetim çocukların eğitim aldıklarını görmüş, bazı ailelerin manastıra çocuklarını bıraktığını duymuştu. Zor da olsa Bahê ile ilgili bir karar verdi.

Yola çıkacakları gün manastıra hep birlikte gittiler. Önce Menice,İlyas, Behiye sarıldılar küçük kardeşlerine, sımsıkı sarıldılar. Bahe ne olduğunu anlamadı, sonra annesi sarıldı, öptü, kokladı, kokusunu derin derin içine çekti ve “Bahe geleceğiz’ diyebildi sadece. Gözleri doldu, boğazı düğümlendi.  Bir an vazgeçti gitmekten. Ama gitmekten başka bir çaresi de yoktu. Bir yandan yoksulluk, bir  yanda kimsesizlik ve anne babasının uzakta olması Vadia’yı çaresiz bırakmıştı.

Bahê annesinin “Biz geleceğiz” sesini ta yüreğinde hissetti, o da onlarla birlikte ağlamaya başladı. Tekrar tekrar sarıldılar, defalarca birbirlerini öptüler.

Vadia, son kez sımsıkı sarıldı, öptü yüzündeki yaralarından ve kapıya yöneldi. Diğer çocukları da Bahe’ye baktılar. Gözyaşlarını  içlerine akıtarak, kocaman kapıdan çıktılar.

Bahe onların arkasından  bakakaldı ve annesi, kardeşleri gözden kaybolduğunda kilisenin deneyimli rahiplerinden biri Bahe’nin omuzlarına dokunarak, içeriye aldı ve kadim kapı bir kez daha günü tamamlayarak kapandı.

Bahê alışamadığı, bilmediği bir ortama aniden dahil olmak zorunda kaldı. Uyuyamadı, günlerce kapının eşiğinde oturdu. Annesinin geleceğini umut ederek, yolu gözlemledi.

Günler, aylar geçti ama annesi gelmedi.

Ama Bahê, her sabah kapının eşiğine gelerek bekleyişine devam etti. Manastırdakiler kendisine destek oldular, umutla bekleyişine tepki vermeyerek, yaşama tutunmasına güç kattılar.

Zamanla Bahê,  Manastırının en sevilen insanı oldu. Bütün rahipler, rahibeler, kilisedeki müridler hepsi Bahe’yi bağırlarına bastılar, sahip çıktılar, bakımlarını üstlendiler. Annesizliğin derin izlerini silmeye çalışsalar da, Bahê her gün annesinin geleceğini düşünerek kapıya yöneldi. Her gelen kafilenin içinde annesini aradı, yolları gözledi.

Aradan yıllar geçmesine rağmen annesi gelmedi. Bahê ise umudunu hiç kaybetmedi. Her sabah manastırının devasa demir kapısını ziyaretçilere açtı, kadim duvarlarla konuştu, çiçeklere, ağaçlara su verdi. Manastırın bir parçası oldu, kendisini kadim zamanlardan kalan tapınağın koridorlarına bıraktı,  özlem içinde yanan bir çocuk olarak hayatına devam etti. Yıllarca annesinin döneceğini düşünerek, her sabah kapıyı açtı, gözleri yolda oldu.

Tam 70 yıl bekledi, bekledi, bekledi.

Ama anne Vadia gelemedi.

Bahê ,79 yaşında kimsesiz olarak hayata veda ederken, bir daha uyanmamak üzere derin bir uykuya daldı.  O, öldüğünde Mardin’deki Süryaniler, Hristiyanlar ve Müslümanlar cenazesine katıldılar, herkes kendi inancında, kendi dilinde dualar ederek, son yolculuğunda yalnız bırakmadılar.

O, ölmeden önce Deyrul Zafaran’ın din adamlarından Al Raban Jousef Majon “Bahê, bu manastırın bir taşı haline gelmiş. Allah etmesin, eğer Bahe Amca ölürse, manastırdan bir taş eksilecek.” demişti.

Kadim manastır taşlarından birisini altı yıl önce kaybetmiş, Bahê ölmüştü…

Bu fotoğrafı 1995 yılında ilk defa gittiğim Deyrul Zafaran Manastırında çektim. O tarihten sonra bir iki kez daha ziyarette gittiğimde Behê aynu duygular içinde annesini bekliyordu. O kocaman 6 yaşında bir insandı.