Hava serin ve ıslak. İnsanı üşüten, hatta yüzünü yakan bir esinti var. Buz gibi demek mümkün, sanki yel soğuk bir dehlizden geliyor gibi.Taşlar, toprak ve bütün bitki örtüsü ıslaklık içinde. Çimle kaplı toprak yumuşamış, yer yer su birikintileri, küçük gölcükler oluşturmuş.
Yükseklerde eriyen kar, derelerde delice bir akıntıya dönüşmüş, Karacadağ eteklerinde biriken su hızlıca ovaya akıyor. Köpük köpük, soğuk sular, taşlardaki toprağı da alıp, daha aşağılara yol alıyor. Siyah bazalt taşlar, suya bend olurken, müthiş bir akıntıya dönüşüyor. Su taşlara çarparken, senfonik bir ses oluyor,huşşş huuuşş…
Karacadağ baharın en güzel deminde kendini yeniden var etme telaşında. Bitki örtüsü serinliğin korkusuyla fazla büyümese de, kendini iyice belli ediyor. Her taraf yemyeşil. Topraktan fışkıran incecik çim, koca dağı yeşile boğmuş.
Bulutlar, bembayaz pamuk dağları gibi mavilikler içinde, gökyüzünde asılı duruyor. Karacadağ engebeli bir dağ olmadığı için, bulutlar yüksek yaylalara inmiş durumda.
Bahar bütün aydınlığıyla yeryüzüne inse de, kışın tortusu halen bütün doğada varlığını koruyor. Yüksek yerlerde kar, daha alçak yerlerde ise sis ortamı serin, hatta soğuk tutuyor.Hele birazcık yağmur yağsın, ortalık iyice soğuyor; insan dışarıda, açık alanda duramaz duruma geliyor.
Bembeyaz bulutlar Karacadağ zirvesinde hızlıca yer değiştiriyor, iç içe geçerek, daha bir kalın bulut katmanları oluşturuyorlar. Bembeyaz dağ sülietleri gökyüzünü kaplarken, gri bulutlar giderek daha fazlalaşıyor, bir süre sonra da beyazlığı yutarak, gökyüzünü kurşuni bir renge boyuyor, bulutlar ağırlaşıyor. Ve böylelikle yağmur yüklü bulutlar bütün alana yayılıyor.
Hazal ve aynı mahallede oturan, beş kadın, havanın soğuk ve yağışlı olma ihtimali olmasına rağmen, geçimleri için kenger toplamaya, kıraç alanların yoğun olduğu Karacadağ eteklerine doğru yol alıyorlar. Yüzlerce kadın bahar geldiğinde aynı şekilde kengerin izini sürerek, topraktan söküp, pazarda satarak geçimlerini sağlamaya çalışıyor.
Hazal ve arkadaşları hem yürüyor, hem de taşlar arasında filizlenen kengerleri bir bir bulup, topraktan sökerek, sırtlarında ki heybelerine atıyorlar.
Kenger bulmak için Siverek’ten bayağı uzaklaşmak , hatta kıraç ve taşlık alan olan Karacadağ zirvesine kadar gitmek gerekebilir.
Çünkü kenger daha çok yüksek, yağmur alan ve kıraç toprakları seviyor, daha çok insan elinin değmediği yerlerde filizleniyor.
Kenger toplamak için de bu zorlu yolculuğu göze almak, yağmur ve gök gürültüsü altında toprağı adımlamak gerekiyor. Her taşın yanı başında biten kenger, dere kenarlarında daha çok sıklıkla filizleniyor, çabuk yapraklanıyor.
Kenger aslında bir tür diken. Toprakta kalan kök kısmı; on beş, yirmi santimetrelik uzunlukta ve parmak kalınlıkta beyaz bir yapıya sahip. Kenger yağmur yedikçe hem toprağın derinliğine, hem de güneşe doğru uzuyor, büyüyor. Sıcaklar başladı mı kuruyor ve yaz sonunda kökünden ayrılarak, rüzgarın akımına göre yerden yuvarlana yuvarlana tohumu bütün dağa yayılıyor.
Bu nedenle kengerin yönünü rüzgar ya da küçük hortumlar belirler, tohumunun her yere ulaşmasını sağlar.
Hazal, havanın serinliğini iliklerine kadar hissetse de, korkusu yağmur yüklü bulutlar olduğu için, zaman zaman gökyüzüne bakarak, arkadaşlarını uyarıyor.
“Kadınlar hızlı olalım. Yoksa yağmur bizi fena ıslatacak. Dereler taşarsa halimiz yaman”
Arkadaşları söylenenlere aldırış etmiyor görünseler de, aslında hepsinin korkusu aynı. Yağmur bir başlarsa en az, bir saat sürer ve şimşekler çakarak, ortam suya boğulur. Kısa sürer ama sarsıcı ve yıkıcı olur.
Hazal ve arkadaşlarının sabah saatlerinde başladıkları kenger toplama işi çuvalları dolana kadar sürmek zorunda.Her kadın kendi çuvala benzeyen heybesini doldurmak ve sırtıyla taşımak zorunda. Kadınların işi zor, grup halinde toplamaya çıkmalarının avantajları olsa da, akşam olmadan hem çuvallarını doldurmak, hem de aynı yolu yayan yürüyüp, evlerine dönmek zorundalar. Her şey normal giderse çuval öğlene kadar dolar, ama filizlenen kenger saklı yerlerde olursa, kadınların daha fazla yürümesi ve taşları tek tek kontrol etmesi anlamına geliyor. Yağmur ise kenger toplayıcı kadınlar için tam bir felaket.
Altı kadın, yana yana, iç içe yürüyor. Aralarında birkaç adım boşluk bırakarak, daha yükseklere doğru toprağı didikleyerek ,kenger bulmaya çalışıyorlar.
Hazal yirmi sekiz yaşında ama daha büyük gösteriyor. Sırtındaki yükün ağırlığı, yüzüne yansımış. Alnındaki kırışıklar kalınlaşmış, gözleri derine kaçmış ve avurtları çökmüş. Buna rağmen güçlü bir kadın görüntüsü veriyor.
Elindeki demir çubuğu toprağa sapladı mı, boşa gitmiyor. Her seferinde el büyüklükte bir kengeri sırtındaki heybesine atıyor.
Bulutlar giderek toplanıyor ve bütün Karacadağ’ı kaplıyor. Gökyüzü artık gri ve kaplara bulutlarla kaplı.
Hazal gökyüzüne bakınca iyice tedirgin oluyor ama elden gelen bir şey de yok. Çaresiz kengerin peşinden gidecek. Çuval dolana kadar, gerekirse Karacadağ zirvesine çıkacak.
Bu Karacadağ ilginç bir yer. Yükseltisi de çok belirgin değil, hatta hiç değil. Ama rakımı dağ için yeterli ama hiç dağa benzemiyor.
Ağaç yok, alabildiğince kara bazalt taş ve yüksek yaylalardan oluşuyor. Eriyen kar ve yağmur suları bulabildiği yatakları dereye çevirmiş.Her tarafta bahar aylarında coşan derelere rastlamak mümkün.
Korkunç bir taş dokusu mevcut. Sanki her bahar yağmurlarla birlikte taş yağmış. Öylesine sık ve yoğun. Toprak ise taşların arasında gizli ve buralar kenger kaynar.
Kenger yabani bir köklü bitki, doğal yollarla yeşeriyor, yetişiyor. Yurdunu rüzgar, rengini yağmur, ömrünü güneş belirliyor. Her baharda filizlenen kenger, yazın kuruyunca,bu kez yakacak olarak toplanıyor.
Karacadağ geneline yayılan kenger tohumu, kışın yağan yağmurlarla yemyeşil, dikensi bir bitki olarak filizleniyor. Birkaç çeşit yemeği yapılan kengerin bembeyaz kökü çig de yeniliyor.
Hazal
“Kızlar bulutlar”
“Bulutlar diyorum. Yağmur yüklü bulutlar giderek ağırlaşıyorlar.Valla yağmur geliyor. Biraz acele etsek iyi olur. Yoksa yağmur bizi sırılsıklam edecek. Hızlanalım ”
Konuşmasını bütün kadınlar duymasına rağmen cevap vermiyorlar. Sadece içlerinden bir ikisi gökyüzünde kalın bir örtü oluşturan bulutlara bakıyor, o kadar…
Hepsinin tek derdi var. Çuvalını doldurup, en kısa zamanda evlerine dönmek.Tek düşünceleri bu. Bu nedenle ellerindeki seksen santimetrelik “qizık” denilen demir çubuğu yere sapayıp, kengerleri topraktan söküyorlar.
Bir yandan yürüyorlar, bir yandan da kenger için toprağa bakıyorlar. Gözler yerde, kafa bulutlarda.
Arada bir çobanlara rast geliyorlar, ama kimse kimseyle konuşmuyor.
Bu mevsimde çoban çok olur Karacadağ’da. Koyunlar sabah akşam otlak alanlara salınır, taze otla beslenerek, olağanüstü yağlı bir süt verir.
Baharda Karacadağ yemyeşil olur. Baharın bütün parlaklığını üzerinde barındırır, taşlar bile ışık saçar. Küçük dereler eriyen kar suları yağmurların sayesinde coşar.
Hazal bir an durakladı, gökyüzünde biriken siyah bulutlara baktı. Yağmur ufukta belirmiş, büyük bir hızla üzerlerine doğru geliyor. Bulutlardan yağmurun döküldüğünü, şiş gibi yere indiğini görüyor. Ortalık iyice karanlık olmaya başlarken, ağır ağır bulutların yeryüzüne indiğine tanıklık ediyor.
Şimşekler çakınca hepsi birden irkiliyorlar.
Önce ışık, sonra korkunç bir ses. Yeri göğü titreten, inleten bir ses…
Birbirlerine yaklaşıyorlar. Ellerindeki demir çubukları hemen atarak, en yakın bir kayalığa sığınmaya çalışıyorlar. Demir çubuklarının yıldırımı çekeceklerine inanıyorlar. Bu nedenle hızlı bir şekilde oradan birkaç metre de olsa uzaklaşıyorlar.
Etrafları alabildiğince taş ama sığınacak bir kapalı alan yok, insanı koruyacak bir kaya oyuğu bile yok. Çobanların bu durumda sığınmak için yaptıkları taş yapılar dışında gidebilecek bir yer yok. En yakın köy yarım saatten daha uzak. Çaresiz sığınıyorlar bir metre yükseklikleri olan taş duvarlı korunaklara. Korunaklar aslında çobanların kuzey rüzgarlarına karşı elle yaptıkları taş bölmeler. Bir metre yükseklikte olan duvarlar, sıvasız,damsız ve üç taraflı bir duvardan ibaret. Çobanların buraları mola yeri olarak kullandıkları anlaşılıyor. Kuzey rüzgarlarının yakıcı ve dondurucu etkisi bu şekilde birazcık da olsa kırılır.
Hazal ve arkadaşları kara taşlardan yapılan, çoban korunakların içinde birbirlerine sokularak, korunmaya çalışıyor…
Yapılacak başka da bir şey yok. Ne sığınacak kapalı bir yer var, ne de geri dönme imkanları. Yağmurun dinmesini bekleyecekler. Yağmurun ilk damlaları sert ve soğuk. Ardından gelenler ise artık kovadan boşalan su misali…
Kara bulutlar iç içe geçtikçe ,gökyüzünden yere doğru elektrik akımı kıvrılarak şiddetli bir şekilde şimşek çakar. Önce ışık, sonra korkunç patlama sesi Karacadağ’ı sarsar ve şimşek gökyüzünden yere doğru elektriklenerek, şiddetli bir patlama yaşatır. Sesten kaynaklı sarsıntı ve ortama yayılan ışık ise tam anlamıyla insanın yüreğini ağzına getiren cinsindendir.
Yağmur ise o kadar hızlı ki, dağ bir anda suya kesiliyor. Gökyüzünden tonlarca su bir anda dökülüverir, yağmur hızlanarak devam ediyor.
Sanki dersin Nuh Tufanı.
Kenger toplayan kadınlar yağmur altında iliklerine kadar suya battılar, ıslandılar, üşüdüler. Tir tir titrediler. Çaresiz sokuldular, yek vucut oldular. Öyle ki hiç biri konuşacak halde değil. Boğulmalarına ramak var. Üzerlerindeki elbise sırılsıklam.
Hem ortamın soğukluğu, hem de elbiselerin ıslaklıkları vücut ısılarını iyice düşürüyor.
Yağmur hızlandıkça, bulutların kuzeye kayması da aynı hızla oluyor. Ama yeni bulutlar, yağmurun hızını biraz daha artırıyor…
Bahar yağmurları delice bir hızla yağıyor, yağıyor, yağıyor.
Öylesine hızlı, öylesine serin ve ürkütücü.
Güneş bulutların arasında kendini göstermeye başladığında bile yağmur devam ediyor bir süreliğine. Sonra müthiş bir parlaklık ve olağanüstü bir sessizlik.
Güneşin ışınları, yeryüzündeki parlaklıkla birleşince, ortaya müthiş bir ışık seli oluşuyor. Ta ufukta gökkuşağı yarım daire çizerek yedi renkli görüntü ortaya çıkıyor.
Her taraf su, ıslak ve serin. Ateş yakmak isteseler bile, her şey ıslanmış durumda. Ne beklemeye zamanları var, ne de kurulanmaya…
Öylece çuvallarını sırtlayarak, bir su samuru misali, demir çubuklarının bulunduğu alana doğru ilerliyorlar. Herkes çubuğunu alarak, kenger toplamaya devam ediyor. Bir süre sonra ıslaklık ve serinliğe yenik düşerek, geri dönmeye karar veriyorlar. Çuvallar dolmasa bile yeterince kenger toplandı. Hem yemekleri, hem de bir miktar satmalarına yetecek kadar var.
Sevindiler buna. Üşüdüklerini de unuttular, dönerken de kenger toplamaya devam ettiler.
Bayağı yürüdükten sonra, geçecekleri dereye vardılar.
Öyle bir su var ki, anlatılmaz. Dere adeta nehir olmuş. Dağın bütün suyu dereye akmış gibi. Dereyi nasıl aşacaklar bu çuvallarla. Kıyısında bekleyip, kendi aralarında tartışmaya başladılar.
Etrafta ne çoban, ne de kimseler var. Kıyı boyunca rahat geçebilecek bir yer aradılar. Ama nafile. Su sel olmuş, dere nehir. Kapılırlarsa dönmelerine, kurtulmalarına imkan yok.
Elde demir çubuklar,sırtlarında kenger çuvalları bayağı yürüdüler dere boyunca. Umutları tükenmek üzere, gün bitti bitecek.
Ne yapıp, edip bir yerden geçmeli karşıya. Köprü yok, geçit yok.
Su insan boyu kadar yükselmiş…
“Daha aşağılarda büyük kayalar var, belki oradan geçeriz.” dedi içlerinden biri. Herkes inanmak istedi buna.
Yürüdüler, yürüdüler.
Gerçekten de hem dar, hem de kayalık bir alana vardılar.
Buradan da geçemezlerse öylece kalacaklar, gece kurda kuşa yem olmak, belki de donup ölecekler.
Önce bir umutla beklediler , suyun azalması için. Ama su bir kez hız almış, hiç durur mu? Sel ta dağın zirvesinden akıyor, dere bir nehir edasıyla hiç geçit vermiyor.
Beklediler, beklediler.
İçlerinden biri kendini suya bıraktı. Elindeki demir çubuğun yardımıyla ilerlemeye çalıştı. Diğerleri de arkasından suya daldılar. Ama su o kadar hızlı ki ilerlemek ne mümkün. Kadınlar hareket ettikçe su daha da hızlanıyor, hızlanınca kadınlar dengesini zor bela tutuyor. Ta ki güçleri tükenene kadar çırpınıp duruyorlar.
Sonra su savuruyor altı kadını. Bir o yana, bir bu yana suya kapıldılar. Ne yüzebildiler, ne de geri çıkabildiler.
Öylece sürüklendiler…
Önce ellerlinde ki demir çubuklar, sonra topladıkları kengerler suya kapıldı. Suya kapılan kenger çuvalları girdaplarda kaybolurken, Hazal ve arkadaşları suyun içinde debelenip duruyorlar.
Bir süre öylece sürüklendiler. Kayalara çarptılar, ağaç köklerine takıldılar ve daha aşağılarda suyun gücünün azaldığı yerlerde bitkin, halsiz bir şekilde kenara çıkabildiler.
Ölmediler ama ölmediklerine de sevinemediler. Bedenleri yara bere içinde, ıslak ve üşümüş halde ölümün eşiğinden döndüler.
Gün boyu topladıkları kenger çuvalları ise azgın derenin sularında bir süre yüzerek, gözden kayboluyor.
Kıyıda bir birlerine sokulan kadınlar ağladılar, üşüdüler, titrediler ve akşam olurken, elleri boş evin yolunu tuttular.
Kimse çığlıklarını duymadı, aç sefil gün boyu yağmuru yediler, derede sürüklendiler, tek tek topladıkları kengerleri koruyamadılar.
Kendilerini bekleyen çocuklarına, eşlerine sarılamadılar bile.
Büyük bir hayal kırıklığı içinde, yoksul barınaklarına sığındılar.
Hazal o gece hiç uyumadı, bedeninde oluşan çürüklerin acısı yüzüne, ıslaklık yüreğine vurmuştu. Tirtir titredi gece boyunca.
Kengerlere mi yansa, yoksa vücudunda açılan yaralara mı bilemedi…
Suda bile bu kadar üşümediğini hatırladı…
Üşüdü, üşüdü…

Hocam çok güzel bir yazı yazmışsın okurken yaşar kemal okuyorum dedim betimlemelerin uslubun aynen y.kemal bir yerde ama tarz olarak farkın var o da bölüm bölüm betimleme açıklama yapmışsın kenger (kereng) bir yerde tanitmişsın öyküye girmişsin tekrar kengere geri dönmüşsün kadın sorunsalı ve hazin sonu iyi bağlamişsin kerengin faydalarını biraz mübalağali serpseydin bu GDO lu gıda terörü doneminde kerengin alımı popülerleşirdi Hazal ların emeğinin karşılığı tam yerini bulurdu))))) kalemine yüreğine sağlık Haşçakalin
BeğenLiked by 1 kişi
Oldukça anlamlı yorumun için tşk ederim. Yazdıklarını değerlendireceğim. Slm ve sevgilerimle.
BeğenBeğen
Şiirsel bir o kadar duygusal bir yazı kalemine sağlık hocam.
BeğenLiked by 1 kişi
Tşkler dosttum. Slm ve saygılar
BeğenBeğen
Yüreğine sağlık güzel bir yazı kardeşim
BeğenLiked by 1 kişi