İnsanlar çoğunlukla her gün gidip geldiği meydanların, tarihi mekanların hikayeleri pek bilmez ya da sorgulamazlar. İçinde yaşadığı çevrenin özelliklerini keşfetmeden yaşarlar.
Bunu her kes için söylemek doğru olmaz ama çoğunluğumuz bu tanıma dahiliz.
Bu nedenle bazen çok ilginç bilgiler tarihin tozlu raflarında saklı kalır, araştırma ya da tesadüf sonucu ortaya çıkar.
Yıllar önce Siverek üzerine yazdığım, Özgür Gündem’de de yayınlanan, Yılmaz Polat mahlasını kullandığım bir yazımda, Kanlıkuyu’dan bahsetmiştim. Bana ilginç gelen hikayesini aslında Siverek’te bilmeyen yoktur…
Binlerce kişi her gün Kanlıkuyu’nun bulunduğu alanda oturur, sohbet eder, adını anar, yılların mirasını sürdürür..Kuyunun başında yeşeren ve yaşının 350-400 yıllık olduğu düşünülen ağaç hala ayaktadır. Ünlü Şair Ahmed Arif’in de birkaç yazısında bu ağaçtan bahsettiği biliniyor. Binlerce yıllık tarihe tanıklık eden dut ve kanlıkyu Siverek açısından aslında birer simgedirler.
Yani Kanlıkuyu beleklerde sürekli yaşayan ama belirsiz, capcanlı bir hikayedir.
Resmi tarihin hiçbir yerinde yer almayan ama asırlardır bu adla anılan Kanlkuyu ismi nereden gelmektedir?
Siverek kadim bir mimari yapıya sahiptir. Bin yılların birikimi, en eski taş ustaların izinde yürüyen Ermeni ve Süryani ustalar, Kürt Mimarisi kenttim tarihinde silinmez izler bırakmıştır. Köşkler, ibadet yerleri Ermeni ustaların elinde yükselirken, Süryani ustalar eşsiz süslemeler yapmıştır. Sosyal yaşam ise daha çok İslami motiflidir.
Harmanlanmış kültürlerin iç içe yaşadığı, bir mozaik olarak asırlarca yan yana yaşaması benzersiz eserler ortaya çıkarmıştır.
Paylaşan, edindiğini komşusuyla bölüşen, yaşamı kolektifleştiren bir yaşam tarzı taşına, toprağına, suyuna işlenmiş, müthiş eserler ortaya koymuştur.
Kenttin genelinde var olan kuyu ve çeşmeler buna örnektir.
Siverek’in en eski yerleşim yeri olan Kanlıkuyu’da yıllardır kullanılar bir kuyu var. Bu kuyu aynı zamanda kenttin genelinde var olan dokuz on kuyuya serep dediğimiz, doğal, taş kanallarla bağlıdır. Kenttin orta yerinde olan Kanlıkuyu diğer kuyuları besler, fazla suyunu oralara akıtır. Kanlıkuyu ise kenttin kuzey bölgesinden, kısmen yüksek bölgeden beslenir. Textemir ve bağların bulunduğu alanda ise tarihi birkaç kuyudan bahsetmek mümkün.
Doğruluğu konusunda söylenceler, anlatımlar dışında bir belge olmayan bu kuyuların halkın içme suyu ihtiyacını karşılamak için yapıldığı ve kanallarla birbirine bağlandığı söylenmektedir. Kanlı kuyudan bırakılan saman, diğer kuyularda ortaya çıkarmış.
Böylesine olağanüstü ve doğal bir yöntemle inşa edilmişler.
Asırlar önce ki sosyal hayatı düşündüğümüzde bu kuyuların ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar.
Yaşlılar, orta yaşlılar bilir. Kent merkezinde hemen hermen her ev avlusu var ve bunların çoğunda derin kuyulara sahip. Bu gün bile ayakta kalmış bazı eski konaklarda, evlerde o kuyulara rastlamak mümkündür.
Kuyu kültürü Mezopotamya genelinde var olan, en temel ihtiyaç suyun teminiyle ilgilidir.
Ama tarih zaman zaman ihtiyaçların ötesine geçer.
Bazen var olan yapılar, kendi amaçları dışında kullanılır ve hep öyle kalır.
Siverek Kanlıkuyu’da bunlardan biridir.
Adını kandan almış, kanlı olayların tanıklığını yapmıştır.
Adının ilginçliği ve Siverek tam orta yerinde olması kuyunun gizemini hep artırmıştır. Bu gün bile kuyunun bulunduğu alan Siverek açısından merkezi bir meydan niteliğindedir…
Bu kuyunun tarihsel bir dokümanı çıkarılmış mıdır bilemiyorum. Ama yaşlıların anlatımlarına bakılırsa kuyunun bir hayli eski olduğu ortaya çıkar. Ve adı Türkçedir. Kürtçenin Kurmanci ve Dimili kollarında bir adlandırmanın olmayışı adının, önce yazdığım yazılarda da belirdiğim gibi resmi bir tanımlamadır.Kuyunun Kuyucu Murat Paşayla ilgili olması büyük bir ihtimaldir. Bilindiği üzere Kuyucu Murat Paşa 16 yy da yaşayan, Sırp asıllı bir Osmanlı valisidir. İki kez o dönemde Siverek’in de bağlı bulunduğu Diyarbakır’a vali olarak atanmış, zalimane bir yönetim sergilemiştir.
Özellikle Celali isyanlarını bastırmakla görevlendirilen Kuyucu Murat Paşa, cezalandırma yöntemi olarak insanları başlarını vurup kuyulara atmakla önlenmiştir. Bu yönü ona Kuyucu Murat Paşa sıfatını kazandırmıştır…
Denilir ki Kuyucu Murat Paşa cezalandırdığı, kafasını vurdurduğu kişilerin kanlı kafalarını bu kuyuya atar, böylelikle kan bütün kuyulara dağılır, halkın infazı bariz bir şekilde görmesini sağlanır. Bu hem korkuyu artırır, hem de otoritesinin güçlenmesine neden olur..
Siverek’te ki Kanlı Kuyu isminin de oradan bize miras kaldığını söylemek mümkündür. Daha net bilgilere ulaşmak, tarihsel bir çalışmayı gerektirir. Bu nedenle yerel tarihle ilgilenenlerin Kanlı Kuyu üzerinde biraz kafa yormaları meselenin aydınlamasını sağlar.
Varsa bir yanlış ortadan kalkar .
Kaldı ki kuyunun açılıp, restore edilmesi hem turizm, hem de tarihin yarınlara aktarılması açısından önemlidir. Kanlıkuyu ve diğer kuyuları ortaya çıkarmak, onları aslına uygun hale getirmek bir fantezi olmaktan öte, kentin ruhunu yaşatmak anlamına gelir…
kONUYU DAHA İYİ ANLAŞILMASI İÇİN KAYNAK: İSLMAM ANSİKLOPEDİ…
İsteyenler bu kısmı inceleyebilir, yorum kısmına katkı yaparak, yazıyı zenginleştirebilir.
Tşkler…
KUYUCU MURAD PAŞA
(ö. 1020/1611)
Osmanlı vezîriâzamı.
Müellif:
Doğum tarihi ve yeri kesin olarak bilinmemektedir. Vefatı sırasında yaşının doksanı geçtiği kaydedildiği için 928 (1522) yılı dolayında doğduğu tahmin edilmektedir. Koca lakabıyla da anılır. Kaynaklarda Hırvat asıllı olduğu belirtilir. Devşirme usulüyle saraya alındı ve burada yetişti. Kanûnî Sultan Süleyman’ın son yıllarında Yemen beylerbeyi olan (1560-1565) Mahmud Paşa’ya intisap ederek kethüdâlığını yaptı. Onun Mısır valiliği sırasında da yanında bulunup mirlivâlık ve emîr-i haclık vazifelerini ifa etti. Bu arada Mahmud Paşa’nın kızıyla evlendi (Âlî Mustafa, vr. 362b). 983’te (1575) Yemen beylerbeyi oldu. Dört yıla yakın bir süre Yemen’de kaldı ve burada birçok hayır eseri meydana getirdi. Ancak Yemen’de haksız yere büyük servet kazandığı şâyiası üzerine azledilerek İstanbul’a getirtildi (988/1580). Yedikule’de bir süre hapsedildiği gibi serveti de müsâdere olundu.
Daha sonra affedilip Trablusşam beylerbeyiliğine gönderildi, ardından kendisine Karahisarışarkî sancağı tevcih edildi. 993’te (1585) Serdar Osman Paşa’nın (Özdemiroğlu) Tebriz Seferi’ne Karaman beylerbeyi olarak katıldı. Hamza Mirza idaresindeki Safevî kuvvetleriyle yapılan ve gece karanlığına kadar uzayan çarpışma sırasında geri çekilirken atıyla birlikte derin bir kuyuya düşerek esir alındı ve Alamut (Kahkaha) Kalesi’ne hapsedildi (Selânikî, s. 162). 998 (1590) Osmanlı-Safevî Antlaşması sonrasında serbest bırakılarak İstanbul’a döndü.
Aynı yıl Kıbrıs beylerbeyiliğine, iki sene sonra 1592 Şubatında Trablusşam’a, haziran ayında tekrar Kıbrıs’a tayin edildi. 1002 (1594) yılında Şam beylerbeyi olan Murad Paşa 1003’te (1595) Diyarbekir beylerbeyiliğine getirildi. Bu sırada devam etmekte olan Avusturya savaşlarına Diyarbekir beylerbeyi olarak katıldı. Cigalazâde Sinan Paşa ve Kırım Hanı Fetih Giray’la birlikte öncü kuvvetler içinde yer aldı ve Haçova Meydan Savaşı’nda büyük yararlılık gösterdi. 1008’de (1599) imparatorluk temsilcileriyle barış görüşmeleri yapan Osmanlı heyetinde görev aldı. Bu arada Rumeli eyaletiyle beraber Budin muhafazasıyla görevlendirildi. I. Ahmed’in cülûsunun ardından 28 Cemâziyelâhir 1014’te (10 Kasım 1605) dördüncü vezirliğe getirildi. Uzun süreden beri Avusturya cephesinde bulunduğundan kendisine Lala Mehmed Paşa tarafından Macaristan serdarlığı verildi. Serdarlığı sırasında Budin ve Belgrad kalelerinin muhafazasına çalıştı. Bu arada barış görüşmelerini geliştirdi. Onun riyâsetinde, damadı Kadızâde Ali Paşa ve Budin kadısı Hâbil Efendi tarafından 17 Cemâziyelâhir – 10 Receb 1015 (20 Ekim – 11 Kasım 1606) tarihleri arasında yürütülen müzakereler neticesinde Zitvatorok Antlaşması imzalandı.
Bu arada Anadolu’da Celâlî isyanları alevlenmiş ve Bursa’yı tehdit eder bir mahiyet kazanmıştı. Serdar Ferhad Paşa’nın Konya ve Kayseri’den başarısızlık haberlerinin gelmesi Vezîriâzam Derviş Paşa’nın bundan sorumlu tutulmasına yol açtı. Şeyhülislâm Sun‘ullah Efendi ve Muallim-i Sultânî Mustafa Efendi’nin tesir ve telkinleriyle azl ve idam edilen Derviş Paşa’nın yerine Sun‘ullah Efendi’nin tavsiyesiyle Murad Paşa tayin edildi (10 Şâban 1015 / 11 Aralık 1606). Sadâret mührünü Belgrad’da alan Murad Paşa İstanbul’a dönerek Anadolu’daki Celâlîler’e karşı hazırlık yapmaya başladı. İlk hedefi Suriye bölgesinde isyan eden Canbolatoğlu Ali Paşa oldu.
Rebîülevvel 1016’da (Temmuz 1607) harekete geçen Murad Paşa geçtiği bölgelerdeki irili ufaklı âsileri ortadan kaldırarak ilerlemeye başladı. Adapazarı civarında eşkıyalık yapan Parmaksız lakaplı şahsı ve etrafındakileri dağıtması ilk faaliyeti olarak gösterilir (Topçular Kâtibi Abdulkadir Efendi, s. 395). Bursa ve havalisini tehdit eden Kalenderoğlu’na Ankara sancak beyliğini vererek Orta Anadolu’yu sükûna kavuşturup arkasını emniyete aldı ve Konya, Lârende, İçel, Adana üzerinden Canbolatoğlu üzerine yürüdü. Konya’ya ulaştıktan sonra eski Celâlî Saraçoğlu’nu, Adana yöresinde faaliyet gösterip Canbolatoğlu ile ittifak halinde olan Cemşîd’i ve daha başka âsi gruplarını ortadan kaldırdı. Canbolatoğlu’nun Bakras Boğazı’nda mevzilenerek kendini beklediğini öğrenen Murad Paşa, eski bir Celâlî olan Maraş Beylerbeyi Zülfikar Paşa’nın da orduya katılmasından sonra uzun bir yoldan dolaşmak suretiyle İskenderun havalisindeki Beylan (Belen) Boğazı’ndan geçerek Oruç ovasına indi. Çatışmalar 2 Receb 1016 (23 Ekim 1607) günü başlamakla birlikte esas savaş ertesi günü cereyan etti. Murad Paşa, Lübnanlı Dürzî lideri Ma‘noğlu Fahreddin ile birlikte hareket eden Canbolatoğlu’nun kuvvetlerini bozguna uğrattı. Lübnan Emîri Ma‘noğlu Fahreddin ile Dürzî kabileleri firar ettiler. Canbolatoğlu ise önce Kilis’e, oradan Halep’e gitti. Burada tutunamayacağını anlayınca az sayıda maiyetiyle birlikte İstanbul’a gelerek padişaha sığındı. Murad Paşa, Canbolatoğlu’nun kaçan kuvvetlerini takip ve imha ederek Halep’e girdi ve kışı burada geçirdi.
Murad Paşa daha sonra, kendisine Ankara sancak beyliği verilen, fakat şehre sokulmayınca burayı kuşatan ve üzerine gönderilen Tekeli Mehmed Paşa’yı bozguna uğratan, ardından da Bursa ve yöresini yağmalayan Kalenderoğlu üzerine yürüdü. Muslu Çavuş’a İçel sancağını tevcih ederek onun Kalenderoğlu ile olabilecek ittifakını önledi ve Göksun yaylasında mevzilenen Kalenderoğlu’nu Rebîülâhir 1017’de (Ağustos 1608) Alaçayır mevkiinde cereyan eden savaşta yenilgiye uğrattı. Savaş meydanından kaçan Celâlîler’in geçecekleri yerlerin beylerbeyilerini bölgelerine gönderen Murad Paşa, Amasya civarında faaliyet gösteren Tavil Halil ve kardeşi Meymun’un İran’a doğru firar eden Kalenderoğlu ile birleşmek niyetinde olduklarını haber alınca yanlarına sadece bir haftalık erzak almalarını emrettiği yeniçerilerle onları takibe koyuldu. Altı gün altı gecelik sıkı bir kovalamanın ardından Karahisarışarkî sancağının Kara Hasan Derbendi’nde âsileri yakalayarak büyük kısmını imha etti. Ancak daha yolda iken hastalandığından Celâlîler’den artakalanların takip işini Seyfoğlu Hüseyin Paşa’ya havale ederek kendisi Sivas’a döndü. Bu arada davet edildiği halde Celâlî seferlerine katılmadığından dolayı orduya gelerek af dileyen Diyarbekir Beylerbeyi Nasuh Paşa’nın bu isteğini kabul eden Murad Paşa, İstanbul’daki rakipleri Sadâret Kaymakamı Mustafa Paşa, Defterdar Ekmekçi Ahmed Paşa, müftü ve kızlar ağasının padişaha telkinleri neticesinde o kışı da Anadolu’da geçirerek ertesi yıl İran üzerine yürümesine dair bir ferman aldı. Ancak kendisi I. Ahmed’i ikna edip İstanbul’a doğru harekete geçti. 10 Ramazan 1017’de (18 Aralık 1608) beraberinde 400 civarında Celâlî bayrağı olduğu halde İstanbul’a ulaştı ve büyük merasimlerle karşılandı.
I. Ahmed, Sadrazam Murad Paşa’nın İran üzerine yürümesini istiyordu. Kuyucu Murad Paşa ise geride kalan âsileri tamamen ortadan kaldırmak niyetindeydi. Bu niyetini padişahtan da gizleyerek kışı birtakım hazırlıklarla geçirdikten sonra Rebîülevvel 1018’de (Haziran 1609) İran üzerine sefer olduğu şâyiasıyla ordusunu Üsküdar’da topladı. Esas amacı âsileri sefer bahanesiyle davet edip onları ortadan kaldırmaktı. Aydın civarında isyan eden Yûsuf Paşa sadrazamın davetine uyup Üsküdar’a gelerek orduya katıldı. Bu arada Murad Paşa, Zülfikar Paşa’yı daha önce İçel sancağını tevcih ettiği Muslu Çavuş üzerine göndermişti. Zülfikar Paşa’nın Muslu Çavuş’u bertaraf ettiği haberini getirmesi üzerine Yûsuf Paşa’yı da ortadan kaldırdı. Kaynaklarda bu olaya “Üsküdar seferi” adı verilir. Kışı sefer hazırlığı ile geçiren Murad Paşa, bir yandan da Celâlî isyanları yüzünden Anadolu’da durma noktasına gelen iktisadî ve sosyal hayatı canlandırmak üzere faaliyete geçti. Bunun için bir adaletnâme neşrederek özellikle devlet görevlilerinin vazifelerini suistimal suretiyle reâyâya zulmetmemelerini, böylece yerlerini terkeden ahalinin tekrar yurtlarına dönmelerini sağlamaya çalıştı.
Anadolu’da Celâlî isyanlarını yatıştıran Murad Paşa 1019’da (1610) doğrudan doğruya İran üzerine yürüdü. Şah Abbas’ın Tebriz’de beklediğini haber alınca Erzurum’dan Hasan Kal‘ası, Çaldıran, Hoy yoluyla Tebriz’e ilerledi. İki ordu Tebriz’in kuzeyinde Acıçay mevkiinde karşı karşıya geldiyse de herhangi bir çatışma olmadı. Murad Paşa kış mevsiminin yaklaşması, mühimmat ve erzak sıkıntısı yüzünden Ahlat, Van, Bitlis yoluyla Diyarbekir’e gelerek kışı burada geçirdi. Aynı zamanda şah ile mektuplaşmalar devam etmekteydi. Kışı Diyarbekir’de geçirdikten sonra yeni sefer hazırlıkları yaparken 25 Cemâziyelevvel 1020’de (5 ağustos 1611) Cülek’te vefat etti. Onun, aralarında daha önceden husumet bulunan Nasuh Paşa tarafından bir ziyafette zehirletildiği de rivayet edilir. Ölümünden sonra Murad Paşa’nın orduda bulunan bütün erzak, esvap ve 6,5 milyon akçeye ulaşan nakit parası Vezîriâzam Nasuh Paşa tarafından müsâdere edildiği gibi kethüdâsı Ömer ve kapıcıbaşısı Sarı Hüseyin Ağa da katledildi (Peçuylu İbrâhim, II, 339-340). Vefat ettiğinde doksan yaşı civarında bulunan Murad Paşa’nın cesedi önce Diyarbekir’de muvakkaten defnedildi, ardından İstanbul Vezneciler semtinde yaptırdığı medresesi bitişiğindeki türbesine nakledildi.
Kaynaklarda, Murad Paşa’nın Osmanlı devlet nizamına ve an‘anelerine bağlı bir devlet adamı olduğu, dindar kişiliğine rağmen Celâlîler’i ortadan kaldırmada ifrata varan uygulamalarda bulunduğu, bu arada 60-70.000 civarında Celâlî’yi ortadan kaldırdığı, konakladığı yerlerde derin kuyular kazdırıp öldürdüğü âsileri bu kuyulara doldurduğu rivayet edilir (a.g.e., II, 337). Yine kaynaklarda Nakşibendî tarikatına mensup olduğu, hac farîzasını yerine getirdiği, seferlerde yanında Yemen’de iken elde ettiği Hâlid b. Velîd’e ait olduğu söylenen kılıcı taşıdığı belirtilir (Hadîkatü’l-vüzerâ, s. 59). Koca lakabı yaşının bir hayli ileri olmasından kaynaklanmaktadır. Kuyucu lakabının verilmesi ise bir rivayete göre âsileri katlettikten sonra kuyuya doldurtması, diğer bir rivayete göre de 1585 Tebriz Seferi’nde atıyla birlikte kuyuya düşüp İranlılar’a esir düşmesi dolayısıyladır. 9 Ekim 1609 günü Sultan Ahmed Camii’nin temeli atılırken ilk kazmayı vuran devlet ricâli arasında Kuyucu Murad Paşa da vardı. Vezneciler semtinde medresesiyle birlikte türbe, sebil ve çarşısı sağlığında inşa edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, MD, nr. 75, 76, 77, 78, 79; BA, MD Zeyli, nr. 8; BA, KK, nr. 1794, s. 4-5, 18, 24, 26-28; nr. 1896; BA, D.BRZ, nr. 20661; Feridun Bey, Münşeât, II, 114-116; Âsafî, Şecâatnâme, İÜ Ktp., TY, nr. 6043, vr. 275b, 276a-b; Âlî Mustafa, Künhü’l-ahbâr, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 598, vr. 362b; Selânikî, Târih (İpşirli), s. 162, 242, 263, 275, 319, 331, 498, 668; Kefevî, Tevârîh-i Âl-i Osmân, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5424, vr.100b-101b; The Report of Lello Third English Ambassador to the Sublime Porte: Bâbıâli Nezdinde Üçüncü İngiliz Elçisi Lello’nun Muhtırası (nşr. ve trc. Orhan Burian), Ankara 1952, s. 73-74; Sâfî Mustafa, Zübdetü’t-tevârîh, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2429, II, vr. 39b, 73b-81b, 107a, 157b vd., 164b, 166b; Atâî, Hadâiku’l-hakāik fî tekmileti’ş-Şekāik, İstanbul 1268, I, 377, 609-615; Hasanbeyzâde Ahmed, Târih (haz. Nezihi Aykut, doktora tezi, 1980), İÜ Ed. Fak. Tarih Semineri Kitaplığı, nr. 3277, s. 306-307; Mehmed Edirnevî, Nuhbetü’t-tevârîh ve’l-ahbâr, İstanbul 1276, s. 159 vd., 232-243; Mehmed b. Mehmed, Târîh-i Âl-i Osmân, Süleymaniye Ktp., Lala İsmâil, nr. 300, vr. 24a-26b; Topçular Kâtibi Abdülkadir (Kadrî) Efendi Târihi(haz. Ziya Yılmazer, doktora tezi, 1990), İÜ Ed.Fak. Genel Kitaplık, nr. TE 80, s. 371, 395-396, 398-414, 422-433, 439, 446 vd., 453 vd., 475-477; Vâsıtî, Gazavât-ı Murad Paşa, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2236, vr. 2a-29a; Peçuylu İbrâhim, Târih, II, 101, 197, 209, 218, 227, 232, 235, 272, 279, 323 vd., 329-340; Ruk‘anâme, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 3384, vr. 58a-b; Kâtib Çelebi, Fezleke, I, 232-235, 281-282, 305 vd., 311-323, 326-336, 339, 344 vd.; Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi, Ravzatü’l-ebrâr, Bulak 1248, s. 466, 471, 507-517, 521-523; Âlî, Ahbârü’l-Yemânî, Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 886, vr. 200a-b; Muhibbî, Ḫulâṣatü’l-es̱er, III, 355-358; Müneccimbaşı, Sahâifü’l-ahbâr, III, 625-632; Naîmâ, Târih, I, 431, 435-439; II, 13-18, 26-33, 34-46, 61-80 vd.; Hadîkatü’l-vüzerâ, s. 55-59; Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn, s. 11; Hammer (Atâ Bey), VIII, 55, 57-59, 72, 78-98, 104 vd., 114-119, 129 vd.; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/1, s. 66, 77, 80, 82, 94-95, 102-113; III/2, s. 363-365; Cengiz Orhonlu, Osmanlı Tarihine Âid Belgeler, Telhîsler: 1597-1607, İstanbul 1970, s. 38-40, 97; a.mlf., “Murad Paşa”, İA, VIII, 651-654; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri: 1578-1612, İstanbul 1993, s. 134, 150-151, 159, 198, 275, 277-278; Karen Berkay, Eşkiyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi (trc. Zeynep Altok), İstanbul 1999, s. 171, 195 vd., 217 vd., 221-227; William S. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan (trc. Ülkün Ansel), İstanbul 2000, s. 101 vd., 105 vd., 127 vd., 164 vd.; A. H. De Groot, “Murad Pas̲h̲a, Ḳuyud̲j̲u”, EI2 (İng.), VII, 600-601.