Hasankeyf’e ilk olarak 1995 yıllında gittiğimde adeta büyülenmiş, binlerce yıllık arkeolojik kalıntılara hayran kalmıştım.
Oldukça geniş bir alana yayılan kalıntılar, ova ve dağın kesiştiği Dicle, kıyısında kurulan antik Hasankeyf benim için benzersiz bir yerdi.
Tek kelimeyle olağanüstüydü.
Hasankeyf’e adeta vurulmuş, bağlanmıştın. Hem alanın tarihi dokusu, hem de fotoğraf açısından oldukça güçlü mekanlara sahip olması gözümde çok ama çok değerli görünüyordu.
Kendimi bir ilk çağ kentinde bulmuştum. Zaman kavramı adeta yer değiştirmiş, ilk çağlar yaşadığım ana ışınlanmıştı sanki.
Binlerce yıllık yapıların bir kısmı yıkıntı da olsa, müthiş bir ihtişamın izleri taşıyor, insan emeğinin yoğun olarak hissedildiği taş eserler, kayalara oyulmuş mağara evler, Dicle kıyısında adeta bir ilk çağ tablosu gibi duruyor, her taş ayrı bir emek, ayrı bir incelik taşıyordu.
Dicle ise bütün çağların nazlılığıyla ama bir o kadar da deli dolu inadıyla akıyor ve Dicle’yi geçilir kılan binlerce yıllık köprünün ayaklarını yalayarak, yoluna devam ediyordu.
Attığım her adım, dokunduğum her taş bana binlerce yıllık uygarlıktan haber veriyor; acılardan, savaş ve yıkımlardan dem vuruyordu.
Zamanın durduğu benzersiz bir mekandı Hasankeyf. En derin acıların umuda dönüştüğü, insanlığın henüz emekleme döneminde inşa edilen ama her seferinde savaş denilen illetin pençesinde can çekişerek, kendini yeniden var eden benzersiz bir yerdi.
Yıllar içerisinde birkaç kez gidip geldim Hasankeyf’e. Her gittiğimde yüreğimden bir parça daha koptu. Ilısu Baraj sularının altında kalacak olan antik kenttin yok olma süreci, her gün biraz daha belirginleştiğine tanık oldum. ‘Hasankeyf yok olmasın’ kampanyalarına karşın kent yavaş yavaş boğulma süreci yaşadı, kamuoyunun bütün ısrarlarına rağmen proje adım adım ilerledi.
Her ne kadar baraj suları halen yükselmemişse de aslında yapılan müdahaleler, bazı tarihi eserlerin taşınması, betonlaştırılan yollar, koruma adına zincirlenen alanlar bir özensizliğin ifadesi olarak boğulma sürecinin hızlandığını gösteriyordu.
Her gün binlerce insanın ziyaret ettiği, aslında bir turizm cenneti olan Hasankeyf’e nerdeyse yüzyıldır tek kuruş yatırım yapılmamış, yapılan çalışmalar da hep yüzeysel olduğu görülüyordu.
Kentin tarihi çok eski olmasına rağmen, buranın kısa vadeli -ki 100 yıllık -enerji ve tarım politikalar için kurban seçildiği görülüyordu.
İlk defa 1954 yıllında gündeme gelen Ilısu Barajı yıllardır tartışılmasına rağmen;çevrecilerin, tarihe sahip çıkanların bütün eleştirilerine rağmen hiçbir hükümet projeyi rafa kaldırma cesareti gösterememiş, tam tersi uygulamak için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Kapmayalar süreci geciktirse de gerçek anlamda bir vaz geçirme süreci başlamamıştır. Uluslar arası finans kuruluşları zaman zaman projelerden çekilse de her seferinde yeni ortaklar, yeni yok ediciler devreye girmiş, projenin gerçekleştirilmiştir.
Yani uzun lafın kısası Hasankeyf için yok olma süreci oldukça ince bir politikayla yıllardır devam ettirilerek, son kerteye gelinmiştir.
Bu gün Hasankeyf’te kazılar yapan ekipler, her yeni uygarlık katmanı karşısında hayretlere düşüyor, buranın benzersiz bir yer olduğunu ifade ediyor olmasına rağmen süreç hızlı bir şekilde işleyerek baraj gölünde su tutulmaya başlanılmasına saatler kalmıştır.
Oysa yapılan yasal değişikliklerle, bölge Kültürel Varlıkları Koruma Kurullarının kararları da bay bass edilmiş ve merkezi kararların esas alınmıştır. Hükümetler hiçbir bilimsel raporu esas almayarak, 1954 yılında hazırlanan projeyle yola devam edilerek, bu günlere gelindi.
Ne doğal yaşam, ne tarih, ne de demografik yapı dikkate alındı. Her şey barajlar sistemine kurban verilerek, uzun vadeli güvenlik ve kâr temelli politikaları gerçekleştirme esas alındığı görüldü. Tıpkı Samsat’ta, Halfeti’de, Elazığ’da, Nevala Çori’de oldu gibi bir bütün olarak insanlık enerji politikalarına kurban edildi.
Oysa Hasankeyf yıllarca değişik uygarlık adımlarının merkezi olmuş, binlerce ticaret kervanına ev sahipliği yapmış, bir çok ticaret yolunum keşişim noktasında, bu gün bile ihtişamından bir şey kaybetmeyen taş köprüyle Dicle’nin iki yakasını bir araya getirmiştir.
Bu zenginliği, kültürel çeşitliliği ve stratejik bir alan olması, Hasankeyf’i her seferinde dış saldırıların hedefi haline getirmiştir.
Tarihte en büyük saldırı ve yıkım Moğol istilalarıyla yaşanır. Bir ihtişam ve uygarlık merkezi olan Hasankeyf Moğolların saldırısı sonucu yanar, yıkılır, kent harabeye döner, ama yok olmaz.Savaşın yıkıcı etkisinden yıllar içinde, adeta kendi küllerinden yeniden doğarak, benzersizliğini yeniden yaratır.
Hasankeyf taşıdığı medeniyet tacının kurbanı olmuş, Moğalların istilasında can çekişmiştir.
Moğolların Asya’dan Avrupa içlerine kadar süren saldırıların bir çok nedeni olsa da, Moğolların inançları bu saldırıları daha bir ilginçtir. Moğollar inançları gereği, yazının, kitabenin kötülük kaynağı olduğuna inanır. Bu nedenle saldırdıkları her yerde uygarlık adına ne varsa yakar, yıkar ve orada yaşayanları kılıçtan geçirirdi.
İçinde yaşadığımız çağda Moğol Atlıları yok. Tarih sahnesinden çekileli asırlar oldu. Ama anlayışları daha modern araçlarla yoluna devam ediyor.
Bir çok antik kent bütün kültürel varlıklarıyla yok ediliyor.Güvenlik için, yüksek kâr için insanlar, toplumlar yerinden yurdundan ediliyor, doğa bir bütün olarak yok ediliyor.
Yani Vandalizm olarak tanımlanan ve medeniyetleri yok eden anlayış dünyanın her köşesinde iş başında.Kâh yağmur ormanları yok ediliyor, kâh ekosistem kapitalist kârın çarkında dengesini kaybediyor. Tarihi değeri olan binlerce eser şu ya da bu şekilde çürütülürken, Hasankeyf gibi benzersiz yerler de barajlar yoluyla yok ediliyor.
Hasankeyf sulara gömüldüğünde, ilk Dicle de ölecek diyorum. Yazın bir kenara.
Kendi suyunda boğulacak yani. Akıntısı duracak, sahip olduğu eko sistem yıllarca bir dengeye oturmayarak, Mezopotamya genelini etkileyecek. Mevsimler değişecek, burada yaşayan canlılar habitatlarını terk etmek zorunda kalacak.
Oysa Dicle nazlı akar hep. Tarihten bu yana Fırat’la arkadaştır. Dağlarının suyunda şen şakrak, baharda deli doludur.
Hasankeyf ise Dicle’nin rahminde kurulmuş kadimliğin timsalidir. Bu nedenle ölümleri de paraleldir.
Bu poroje bittiğinde evet binlerce kilovat elektrik üretilecek, binlerce hektarlık alan sulanacak.
Ya eko sistem?
Ya orda ki insanlar?
Ya binlerce yıllık tarih?
Ya orda ki doğa ve canlılar ne olacak?
Sadece sulara mı gömülecek ?
Her şey baraj hayata geçirildiğinde bitecek mi?
Elbette değil, yep yeni sorunlar hayatımızın bir parçası olacak, insanların acısı artarken, yeni çevre felaketleri yaşanacak.
Unutmayalım ki atom bombası da bir medeniyet projesiydi.
Japonya’da kullanıldığında ne kadar medeni olduğu acı bir şekilde anlaşıldı.
…
Bir barajın ömrünün 100 yıl olduğunu düşünürsek,sonuç doğanın yitimidir.
Hem de ağır bir şekilde…
