Bir başlama hikayesi…

Çok vasat bir ilkokul hayatım oldu. 3. Sınıfa kadar Türkçe’yi çok az biliyordum. Ard arda değişen öğretmenlerimiz de işin tuzu biberi olunca, iyi bir eğitim aldığımı söyleyemem.

Bir çok şeyi üstün körü öğrendik. Ya biz işi sıkı tutmadık, ya da öğretmenlerimiz önemsemedi, eğitim sistemi ise bizi bir kobay gibi gördüğü için işlerin nasıl yürüdüğünü çok esas almıyor, kağıt üzerinde işleyen sistem yeterli görünüyordu. Okullar açıktı, öğrenciler sınıftaydı. Gerisi önemli görünmüyordu yani kimsenin umurunda bile değildik. Okulda görünmemiz yeterliydi.

Öğrencilik yıllarımızın çoğu törendi, anma ve alkıştı. Bazen de bizi iki gün yataklara düşüren aşı.

Neyse ki ilkokulu bitirdim, bir çok arkadaş gibi. Takılmadan, sınıf tekrarı yapmadan bitirdim. Karnem de iyiydi. Uslu ve efendi bir öğrenciydim.

Sessizdim, içe kapanık ve donuktum.

Ama içim bir başka akıyordu.

Ortaokul acılarla ve büyük ayrılıklarla başladı.

Bir alt üst oluşun yaşandığı Siverek 78- 79-80’lı yıllar. Herkesin korkunç yaralar aldığı,hem ben de, hem de toplumsal düzeyde çözülmenin, yıkılmanın ve kırılmaların yaşandığı yıllar…

Tarihin kara lekeleri, kavgalar, çatışmalar,acılar ve giderek karmaşıklaşan hayatlar silsilesinin kaba hesabının yapıldığı yıllar.

İkili, hatta üçlü iktidarın hayatımıza girdiği sisli yıllar.

Üç koca yıl. Korku, kaygı ve zap u rapt altında geçen zamanlar.

Eğitim ile ilgili zihnimde az iz kalan,daha çok çalkantı, çelişki ve  içe dönük kıvılcımlarının çakıldığı yıllar olarak zihnimde kalan dönemler.

Güzel insanlar, güzel arkadaşlıklar ve kesintiye uğrayan bir zaman dilimi.

Darbe, 12 Eylül, Kenan Evren ve Siverek.

Askerler, panzer ve paletli tanklar. Delucan, Kör Mızo, Şeytan Küçesi, Halk Sinemalı yıllar.

Öncesi yangın yeri, sonrası yangın yerinin düm düz ediliş yılları.

İşte o yıllarda kitapla, yazıyla, fotoğrafla tanıştım. Biraz özenti, biraz öğretmenlerimizin yöneltmesi beni kitapların dünyasına çekti.

Sanırım ilk kitap üzerinde derinlikli düşünmem ilkokul 5. Sınıfta oldu. Ortadoğu çöllerinde kervan yolculuğunu anlatan, adını hatırlayamadığım bir çocuk kitabıydı.

Beynimde şimşekler çakan, içimde ki gezi potansiyelini ortaya çıkaran bir kitaptı.

Hemen o gün karar vermedim yazmaya. Ama içimden gezi ile ilgili bazı parçalar harekete geçti sanırım. Sonra ki yıllar içinde aslında yaşadıklarımı kayda geçirsem iyi olur diye düşündüm. Zaman zaman günlükler filan yazdım. Karalamalar, şiir dizeleri ve beğenmeyip yırttığım saçmalıklar dönemi.

Ne çok kağıt karalıyordun o dönemde. Öylesine karalıyordum ki, bittiğinde okunacak durumda değildi artık. Kalan bir iki boş yer olsa imza mı atıyordum durmadan.

Neler mi yazıyordum?

Basit, kişisel ve özel.

Kendimce içimde ki hisleri döküyordum kağıda. Yazı bittiğinde onlarca karalama ve onlarca imza…

Yani okunacak bir tarafı kalmıyordu artık.

Gülünç ama böyle sürüyordu yazı maceram…

Anlaşılmaz, karışık ve melankolik.

Ama bir gün ortaokul 3.sınıfta, yaz tatilinde annemle birlikte gittiğimiz palî  yani mercimek, nohut, arpa, buğday hasadı ile ilgili yazdığım anı türündeki yazımın Türkçe Öğretmenimiz ( Ali Şahin) tarafından beğenilip, okul duvarına(pano) asılmasıyla içindeki fay hatları harekete geçti. İçimdeki kıvılcımlar ateş olup, bedenimde kora döndü.

Artık bütün hayallerim yazı yazan, çizen bir insan olmaya dairdi. Yazım duvar panosuna asılmış, bir de ilk kez bir fotoğraf makinem olmuştu.

Ne hayaller kuruyordum, sormayın…

En çok da gazeteci olmayı; gezip, röportajlar,gözlemler yazmayı hayal ediyordum.

O yıllarda Siverek yığınca sorunla boğuşuyordu. Ben de güya bu sorunları yazacak, fotoğraflayacak ve herkese duyuracaktım. Bütün umudum bu hayal çerçevesinde dönüyordu.

Bir gün iyi bir toplumcu gazeteci olacağımı düşünüp, duruyordum.

Hatta bu konuda o kadar ileri gidecektim ki,

sınıf arkadaşım, ünlü avukat ve aynı zamanda yazar olan Feyzi Çelik’e toplumsal davranacağıma dair verdiğim sözü yazılı hale getirip, bir yerlerde saklayacaktık. Ben sorunları yazacak, toplumun fotoğrafını çekecektim. Onun o yıllarda yazar olma hayali yoktu ama sanırım benden önce bu işi sevdi ve başarılı bir şekilde devam ediyor. Hem iyi bir avukat ve iyi bir kalem sahibi olarak sürdürüyor iddiasını.

Ben ise çalkantılar, çelişkiler içinde yazmaya, fotoğraf çekmeye devam ettim…

Süreç içinde sorunları anlatıp, fotoğraflarsam bana makinemi koyacak güzel bir çanta alacaktı. İmansız çanta mı hala almadı. Sanırım toplumsal hakikati tam olarak anlatamadığı düşünmüş olacak ki çanta alma meselesini unuttu ya da rafa kaldırdı.

Kendisi hatırlar mı bilmiyorum ama aramızda yazılı bir sözleşme yapmıştık. Sözleşmeyi imzaladıktan sonra evlerin giriş kapısının bulunduğu taş duvarda ki aralıklardan birine saklamıştı.

Bir gün sözümüzü unutursak, çıkartıp okuyalım diye taşların arasına sıkıştırmıştık. Halen orda duruyor mu bilmiyorum. Belki Feyzi bilir.

O yıllarda çok hayal kurduk Feyzi’yle.

Lisede de aynı sırayı paylaştık. Doğrusunu yazmak gerekirse, Feyzi çok çalışkan, ben ise eh ortalama bir öğrenciydim. Ben hayal kurardım, Feyzi ise ders çalışırdı.

Ama sanırım yazı konusunda iyiydim…Merakım  giderek artıyordu.

Lisede okul duvar gazetesi benim için erken üniversite oldu. Yiğit mi yiğit bir edebiyat hocamız vardı. Sağolsun, uzun ve sağlıklı yaşasın. Nedret Özbek. Şimdi ne yapıyor, nerede bilmiyorum. Uzun süre izini sürmeme rağmen haber alamadım. Bir ara İstanbul’da yaşadığını duydum ama haberleşecek bir kanal bulamadım.

Onun sayesinde hem Maksim Gorki, hem de Yaşar Kemal’ın bütün kitaplarını lisenin ilk yıllarında okudum. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski , Lev Nikolayeviç Tolstoy ve başka yazarlarla tanıştım…

Öyle ki Yaşar Kemal’ın İnce Memed’i rüyalarıma girdi, geceler boyunca. Çukurova’yı hiç görmediğim halde, gidip gelen ırgattan dinlediklerimden öyküler çıkardım. Saydam Caddesini, Büyük Saati anlattım.

O yıllarda her hafta çarşamba günü son ders, sosyal etkinlikler vardı.Ben Edebiyat Kolunda sorumluluk alarak, okul duvar gazetesinin düzenli  bir şekilde düzenlenip, geliştirilmesinde aktif görevler aldım. Yazı artık benim için bir tutkuya, okumak bir önceliğe dönmüş,  merakım da iyice artmıştı.

Merakla birlikte, çelişkiler zihnimi kaplamış,  zaman zaman beni huzursuz etme derecesine gelmişti. Merakım artıkça, kafamdaki çelişkiler de büyümüştü sanırım.

Daha  ortada kendime ait bir yol filan yokken, ilk badire çıktı karşıma. O yıllarda, Siverek lisesi birinci sınıfta hayatı sorgulamanın bedeli olarak ilk kırmızı kartı yedim. Duvar gazetesine yapıştırdığımız merhum Çetin Altan’ın YÖK ile ilgili yazısında cuntaya eleştiri yapıldığı gerekçesiyle, Milli Güvenlik Dersine giren ve hatırlayabildiğim kadarıyla adı Arif Dolmuş olan Binbaşı, yazıları tek tel kırmızı kalemle yuvarlak içine alarak, hakkımızda soruşturma başlatmış,bir grup askeri de okula çağırarak, duvar gazetesinde bulunan yazı ve kupürlerin fotoğrafını çektirmiş,  sorumluluk alan ben ve birkaç arkadaşımızı adeta gözaltına aldırmıştı.

Bizi müdür odasının arka kısımlarında bulunan arşiv odasına kapatıp, sorguya almıştı.

Bunu duyan Nedret Hoca okul müdürün odasına gelerek, “Sorumlu benim, ne diye çocukları rahatsız ediyorsunuz.Edebiyat Kolu benim sorumluluğumda, duvar gazetesinin de sorumlusu benim.” diyerek, adeta meydan okumuş, bizim arşiv odasında ki sorgulamamıza son vererek, normal odaya alınmamızı sağlamıştı.

O olayda bayağı etkilenmiştim. Çok mu korkmuştum, bilmiyorum ama Nedret Hoca’nın duruşu hiç aklımdan çıkmadı. Saygınlığı, kişiliği bu davranışıyla ben de perçinlendi. Biz ifade vererek,sınıflarımıza döndük, Nedret Hoca ise daha uzun ifade verdi ve sanırım yaşanılanlar  nedeniyle  bir takım yaptırımlara maruz kaldı.

Duvar gazetemiz ise Nedret Hoca öncülüğünde düzeninden hiçbir şey kaybetmedi, o yıl on beş günde bir yeni yazılar ve gazete kupürleriyle öğrencilerin karşısına çıktık,değişik yazılar paylaştık. Benim için adeta bir staj görevi gördü. Duvar gazetesindeki yoğunluğum, ilçede yayın yapan tek yerel gazete olan İrfan Gazetesine yansıdı. Orada da zaman zaman yazdım…

Yıllar geçti böylelikle…

Yazko Edebiyat dergisi o yıllarda elime geçti. Düzenli takip ettiğim dergiler arasına girdi bir süre.

Bu gün halen öğretmenlik yapan sınıf arkadaşım Selhattin Aykar  o yıllarda, bu dergilerden birini bana hediye etmişti. Şiir,öykü ve düz yazılar yayınlayan derginin o günkü sayısı hala kitaplığımda duruyor.

 Çok şey yazdım, çizdim ve çoğunu kaybettim ama o dergi hala elimin altında…İlginç ama gerçek.

Yazı ve Yazko Edebiyat Dergisinin o sayısıı büyük bir inatla hayatımda varlığını sürdürüyor,sürdürmeye de devam edecek.

Reklam

One comment

  1. Emeğine sağlık hocam. Yazının bir kısmında kendimi Buldu. Ben ilk okuduğum kitap halen hatırımda. “O BİR MİLŞTANDI”
    Hayatımı değiştiren bu kitabı iyiki okumuşum.

    Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s