Baran sokak aralarından yürüyerek, farkında olmadan Çınaraltı Çay Ocağına ulaştı.Belki üç kilo metre yol yürümüş,sıcaktan bunalmış ve yorulmuştu.Ter bütün göğsünü kaplamış, atleti ıslanmış, koltuk altları tuzlanarak, koyu renkli gömleğinde beyaz lekeler bırakmıştı.
Aylardır düzenli bir iş yapmıyordu.Evdeki işleri iş saymasak, sabah erkenden evden çıkarak, amele pazarında birkaç saat boyunca iş bulma umuduyla duruyor, işçiye ihtiyacı olan birisinin kendisini işe götürmesini bekliyordu.
Ama bir kaç aydır tek bir gün bile olsa işe çıkamamış, tamamıyla işsiz kalmıştı. Daha önceleri sürekli çalışabilecek işler peşinde koştururken, son aylarda gündelik işler bile bulamıyordu.
İşsizlik artmış olacak ki, amele pazarı her gün biraz daha kalabalıklaşıyor, gündelik işlerde çalışmak için gelenlerin sayısı artıyordu. İşçilerin arasında yıllardır gündelik çalışanların yanında, amale dünyasına yabancı üniversite mezunu kişiler de vardı.
İşsiz sayısı artıyordu gün be gün…Herkes iş arıyordu, yediden yetmişe iş arıyordu.
Amale pazarı hiç böyle kalabalık olmamıştı, işsizlerin gidebileceği başka bir yeri de yoktu.
İşçi bulma kurumu ise tamamıyla bir yalandı. Adı, binası, çalışanları vardı ama iş dağıtacak adaleti yoktu.
Baran bu nedenle uzun süredir işsiz bir şekilde ortalıkta dolanıyor,hangi kapıyı çalsa, üzerine kapanıyordu.
Tek çare amale pazarıydı. Pazarda iş bulacak umuduyla sabah erkenden geliyor, bekliyor, bekliyor, iş bulamayınca Çınıraltının yolunu tutuyordu.
Amele Pazarı kalabalıklaşmış ama işçi bulmak için amale pazarına gelenlerin sayısı iyice azalmıştı. Artık işçiye ihtiyaçları olanlar, pazara gelmiyor, daha çok akraba ve dostları vasıtasıyla işçi buluyordu.
Amele pazarına gelen bir iki kaç kişi de ya yakınlarını, ya da pazarda organizeli olan bazı işçileri işe götürmek zorunda kalıyordu. Bu işçiler, gündelikçi arayanları görür görmez, öne fırlayarak çevrelerini sarıyor,adeta kapatıyor, başka işçileri görmesini engelliyorlardı.
İşi bağladıklarında ise kendi adamlarına işaret ederek, çar çabuk işçi arayan kişinin peşine takılıyorlar ya da arabasına atlıyorlardı.
Böylelikle geride Baran gibi kaderine razı kişiler kalıyordu.
Çınaraltı Çay Ocağı da aslında bir işçi pazarıydı. İşçi simsarları, ameleler, işçi arayanlar hepsi buraya geliyor, bir yandan zaman öldürüyor, bir yandan da iş umuduyla bekliyorlardı.
Burada bekleyen, gündelik iş kovalayanların büyük çoğunluğunun düzenli bir işleri yoktu. Zamanlarını çay içerek, dama oynayarak ya da uyuklayarak geçiriyorlardı.
Çınaraltı Çay ocağı aslında küçücük bir dükkân,birkaç tabura, sürekli kaynayan bir semaver ve yıllardır çalışmayan bir duvar saati.
Bütün ayrıntı bundan oluşuyordu. Ne bir fotoğraf, ne bir tablo vardı boyası eskimiş duvarlarda.
Şaşılacak kadar sadeydi, bir ayet bile duvarda asılı değildi.
Yaz kış, müşteriler dükkân önünde, çınar ağacının gölgesinde oturuyor, içeriyle pek işleri olmuyordu.
Oturur, oturmaz çayları önlerine gelir; çay ocağı ikinci evleri gibiydi. Bazen çay içmek için değişik insanlar gelse de müşterilerinin çoğunluğu işsizlerden oluşuyordu.
Bu nedenle çayın veresiye verildiği tek yerdi. Bir bakkal gibi, çay borca yazılıyordu. İş bulunursa verilecek, bulunmazsa duvara yazılıp, başka bir baharda ödenecekti. Defter ödenmemiş çaylarla doluydu.
Çay ocağının hemen önünde bulunan çeşme ise buranın simgesi olmuştu. Her gelen oturmadan serin suyundan içer, yüzünü yıkayarak nefeslenirdi.
Bir su ki, dersin buz, içimi hoş, hazmı kolay bir kaynak suyu. Gün yirmi dört saat akan sudan, kentin birkaç yerinde daha var. Yıllar önce kentte olmayan şebeke suyuna alternatif içme suyu ihtiyacı için inşa edilmiş. Kenttin kuzeyinde bulunan dağlardan, Gırlevik adı verilen kaynak suyun uzantısı.
Baran da herkes gibi yaparak, önce buz gibi suyla yüzünü yıkadı ve kana kana içti. Biraz da boynuna dökerek, serinlemeye çalıştı. Kafasını suyun altına koymayı düşünse de, suyun serinliği düşünerek vazgeçti.
Yüzünü, boynunu birkaç kez daha suyla iyice yıkadı ve saçlarını ıslatarak, boş bir yere oturdu.
Çınar ağacının gölgesi hemen fark edildi, serin bir hava serinletti Baran’ı.
Daha nefeslenmeden çay önüne geldi,mis gibi kaçak çay,tavşan kanı derler çay tiryakileri.
O da itiraz etmedi, buranın kuralları gereği, önüne konulan çaya uzandı.
Tek lüksüydü çünkü.
Her gün belki on, belki on beş çay içerdi.
Çayını yudumlarken, Çınaraltına Sılêman adlı arkadaşı da geldi.
Baran’ın yanına oturuverdi.
Baran’ın moralsizliğini bilen Silêman sessizce konuşmaya başladı.
Mümkün oldukça çevrenin duymayacağı bir şekilde, biraz da yaklaşarak:
“Baran bir iş buldum. Bizi kurtaracak bir iş.”
Baran iş lafını duyunca gözlerini kocaman açarak: “Ne işi, nerede?”
Sılêman “Baran Kore’ye gideceğiz. Orada iş çokmuş. Bizim köylüler işçi götürüyor.”
deyince Baran şaşkın bir şekilde
“Kore neresi?”diye sordu.
Sılêman “Uzak bir ülke, Çin gibi ama Çin değil. Bayağı zengin bir ülkeymiş. İş çokmuş…”
Baran duraksadı. Kore adını hiç duymamıştı, yabancı bir ülke ve uzak bir diyardı…
Düşüncelere daldı, ortamdan sıyrıldı, günlerdir yaşadığı işsizlik bütün hayatını alt üst etmişti. Yirmi altı yaşında, işsiz bir erkek olarak zor günler geçiriyordu.
Evlenme çağında olmasına rağmen, işsiz olduğu için kimsenin kapısına da gidemiyordu. Aile de yoksul olunca, hemen orada Kore fikrine sıcak bakmaya başladı.
“Sanırım Adıyaman’dan iyidir.” Cümlesi istem dışı ağzından döküldü. Arkadaşı içindekileri okurcasına “Evet buradan kat be kat iyi. Bazı akrabalarım gitmiş. Oradalar, eve para da gönderiyorlar.” diyerek Baran’ı cesaretlendirdi.
Sonra çay içtiler konuşmadan, akşam olunca eve gitmek üzere dağıldılar…
Baran artık Adıyaman’da değildi. Bilmediği, tanımadığı hatta adını duymadığı Kore sokaklarında yürüyor; kısa minyon tipli Korelilerle selamlaşıyor, bazen de şakalaşıyordu…
Hatta kendisine bir iş bile bulmuştu…
Bu duygular içinde eve vardı.
Hiçbir şey konuşmadı. Annesinin sorularına, babasının hal hatır sormasına üstün körü cevaplar vererek, iç dünyasında yaşadı.
İşsizlik çekilir gibi değildi. Her eve geldiğinde biraz daha küçülüyor, eziliyor, bunalıyordu.
Bu nedenle zaman zaman geç saatlere kadar dışarıda turluyor, yorulunca eve dönüyordu.
O saatte herkes uyusa da annesi bekliyordu Baran’ı.Gece de olsa önüne bir sofra seriyor, oğlunun aç yatmasına gönlü razı olmuyordu.
Sofralarında bir iki dilim peynir, yoğurt ve belki domates,salatalık olurdu.
Salama, sucuğa, ete yabancıydılar…
O gün de öyle oldu.
Birazcık yoğurdu sulandırıp, içine pişmiş pırpırım koyan annesi sofrayı serdiğinde yanına soğan ve bir tabak da bulgur koydu…
Baran uzun süre sofraya baktı.
Oturmadan önce anne ve babasının duyabileceği bir sesle
“Sanırım iş buldum. Biraz uzak ama olsun, gideceğim.”
Annesi sevincini belli edercesine “Gözün aydın, inşallah iyi olur. Kısmet oğlum”
Babası “Ne kadar uzakta, nerede?”
“Kore”
Babası: “Kore neresi, neredeymiş? Dedi.
“Kore diye bir ülke. Uzak ama çok iş varmış.Öyle deniliyor. Bir çok Pirinli Kore’ye gitmiş.Ben de gideceğim.”
Herkes sustu, ağır bir hava ortalığı kapladı.
Annesi sessizliği bozarak “Kısmet neyse o olur, oğlum”
Baran karanlıkta, gözleri tavana dikmiş saatlerce düşündü. Bir düşünce belirdi, biri yok oldu. Ard arda uçuşan düşünceler gece boyunca zihnini meşgul etti. Uyuyamadı, yorgun düştü, içi acıdı ve hüzünlendi.
Ama gitmekten başka da bir umut ışığı belirmedi içinde…
Gün doğduğunda, Baran çoktan Pirin yolundaydı. Güneş bir insan boyu yükselmiş, etrafta insanlar belirmişti. Uyuyanlar uyanmış, köylüler erkenden işlerine gitmek için sokaklarda telaşlı telaşlı koşturmaktaydı. Tarlaya giden kadınlı, erkekli, çocuklu gruplar uyku mahmurluğunda yürüyorlar. En çok da tütün reşberleri dışarıdaydı. Çünkü tütün işleri sabah erkenden serinlikte görülür, sıcak bastırınca bırakılırdı.
Baran Pirin Mağaraların bulunduğu alanda durakladı. Ne çok mağara var diye düşündü. Neydi burası, niye yapılmıştı diye kendi kendine sordu.
Bu mağaralar 10 bin yıllıktı. Yer altında, yer üstünde kayalara oyulan bir koca bir kent gibiydi.
Kayalara oyulmuş mağaraların içinde mezar odaları, oturma yerleri ve yollar çok eski çağların izlerini taşıyordu. Yıllarca toprak altında olan Pirin Mağaraları, Komagenne Krallığıın derin izlerini taşıyor.
Baran kendi çevresinde dönerek Pirin Mağaralarına ve Pirin Köyüne baktı, baktı…
Başı dönene kadar çevresinde döndü.
Bu kayaları nasıl oymuşlar, neyle oymuşlar diye düşündü.
Bir grup turist ise mağaralarda dolanıyor, inceliyor, fotoğraf çekiyordu. Baran turistlere bakıp, durdu, bir süre izledi. Aralarında Koreli var mı diye düşündü. Ayırt edemedi ama çekik gözlüler göze çarpıyordu.
Çevrede tütün ekimi başlamış, tarlalar insanlarla dolmuştu. Burada yaşayanlar Pirin Mağaralarıyla değil, tütünle ilgileniyorlardı.
Ne tuhaf dedi kendi kendine . “Onlar çok uzaklardan burayı görmeye, ben ise çalışmaya gideceğim. Pirin ayaklarımın altında, ama bir defa olsun merak edip, buraya gelmedim.”
Arkadaşının evine doğru yürümeye başladı. Gün başlamış, yaşam büyük bir telaşla sürmeye odaklanmıştı.
Yolda bir iki köpek dişini göstererek havladı ama Baran’ın üzerine yürümedi.
Zaten çok geçmeden arkadaşı köşeden belirdi…
Baran rahatladı. Köpeklerin saldırma ihtimali de ortadan kalktı böylelikle.
Kuytu bir yere çekilmek üzere ara sokaklardan yürüdüler. Pirin Mağaralarına yakın gölge veren ağaçların altında, uzun süre konuştular ve köyden ayrılarak, şehirde birisiyle buluştular.
Karşılarında oturan kişi kendinden emin
“1000 dolar masrafı var. Bilet, yol masrafları, yeme içme size ait. Sizi havaalanından alacaklar. Yapmanız gereken turist gibi uçağa binip, Kore’de inmeniz. Her yönüyle turist gibi olmalısınız.Gümrük Kapısında sizi Pirin’li Abuzer karşılayacak…1000 dolar peşin. Bir aksilik çıkmaz ama oldu ya işler ters giderse, 500 dolarınızı iade edeceğim.Hepsi bu.”
“Peki iş, iş var mı?” dedi Baran.
“Evet, işi kafana takma, iş hazır, siz yeter ki turist gibi davranın”
Baran sevindi, içinde ki umut büyüdü ama anne,babasına nasıl anlatacaktı bunca parayı.
İçini derin bir sessizlik kapladı. Hüzünlendi, bir an umudunu kaybetti.
Bu kadar parayı nasıl bulacaktı?
Arkadaşından ayrıldığının bile farkında değildi.
Yürüdü, uzun bir süre sokaklardan yürüdü ve eve ulaştı.
Önce bir şey söylemedi.
Kafasından her şeyi yeniden tasarlayarak anlatmak, eksiksiz ifade etmek istiyordu.
Yemeğe oturduklarında Baran konuşmaya başladı.
“Bu gün bizi gönderecek kişiyle konuştum. 1000 dolar istiyor. Yol ve masraflar bize ait. Bunun da 1500 dolar tutacağını söylüyor. Yani bütün masraf 2500 dolar. 1000 doları peşin vereceğiz. Ben, Sılêman ve üç kişi daha var. Gitmekten başka bir yol kalmadı. Günlerdir iş arıyorum, çalmadığım kapı kalmadı. İnşaatlar da bile işçi ihtiyacı yok, olan da akrabasını çalıştırıyor. Burada durup, ne yapacağım? Siz söyleyin, ne yapacağım? Kore’de çalışanlar evlerine çok para gönderiyor.”
Annesi bir şey demedi, babası iç çekerek “Dediğin çok para. Bakalım nasıl bulacağız. Bir inek var içerde. Satsak bu parayı çıkarmaz. Gitmen için çok ama çok borçlanacağız.”
Derken aslında Baran’ın fikrini de benimsemişti. Çevreden gidenler hakkında konuşulanları duymuş, Kore fikrini benimsemişti. Tek mesele paraydı.
Baran sessizce beklemeye devam etti.
Babası
“Yarın ineği satalım. Sonra diğer para için bakarız.”
Herkes sustu.
Baran sofraya baktı. Yemekleri inek sayesinde biraz olsun çeşitleniyordu. İneği de satarlarsa ne yiyip, içeceklerdi diye düşündü.
Sustu, kimse de bir şey söylemedi.
Yemek öylece kaldı. Uzunca bir süre sofra yerde kaldı, sonra annesi kimsenin daha yemek yemeyeceğini düşünerek, sofrayı alelacele topladı.
Gece boyunca kimsenin uykusu gelmedi. Evin damında, gökyüzünün altında öylece kalakaldılar. Yatar gibi yaptılar, ama kimse uyumadı, daha doğrusu uyuyamadı.
Gün ışıdığında gözler şiş, moraller bozuktu…
Annesi babasına “ineği satma, ineği satarsan ne yeriz, ev de bir şey mi var?” diyordu sessizce.
Baran duyuyor ama hiç ses çıkarmıyordu.
Babası da annesinin söylediklerini sanki hiç duymuyor, dalgın dalgın eşinin yüzüne bakıyordu.
Babası erkenden para bulmak için yollara düştü, akşama kadar da eve dönmedi.
Akşam geldiğinde terlemiş, yorulmuş, yorgun düşmüş bir halde paranın bir kısmını temin ettiğini söyledi ve yarın diğer kısmı temin ederim. Bakalım artık. Temin etmesek bile inek var dedi…
Baran yine sustu, içi acıdı ama bir şey söyleyemedi.
Bahçede ki ineğe baktı, aile bireylerine. Çaresizliğin girdabında gidip, geldi.Gece boyunca düşündü, düşündü, bir çıkar bulamadı. Ne olursa olsun, gitmeliydi.
Ertesi gün, babası paranın büyük kısmını akrabalarından borçlanarak buldu ve ineklerini satmaktan kurtardı.
Paranın bulunması Baran’da bir heyecan fırtınası yarattı. Şimdi her zamankinden daha fazla Kore’ye yakındı. Önünde hiçbir engel kalmamıştı diye düşünüyordu.
Parayı bulmuş, evraklarını hazırlamıştı.
On beş gün zor geçti Baran için. Artık çay ocağına gitmiyor, daha çok sokak aralarında, cadde üzerinde ki mağazalarda dolanıp, duruyordu.
Bir turist nasıl giyinir, ne yapar öğrenmeye çalışıyordu.
Tatil için uygun elbiseler aldı, ellerini her gün kremle besledi ve gidiş günü gelip çattı.
Otogara annesi, babası ve bütün kardeşleri yolcu lamaya geldiler. Araç hareket etmeden herkesle vedalaştı. Herkes sus pus olmuş, içlerinde ağlıyordu. Annesi dayanamadı, boşaltı göz yaşlarını, sonra kardeşleri göz yaşlarını tutamadılar.
Babası metanetle yolculadı oğlunu, hiç konuşmadı.
Baran herkesle tek tek vedalaştıktan sonra geriye bakmadan otobüse kendini attı ve hemen koltuğuna oturdu. Hiçbir şey görmüyor, içi daralıyordu.
Otobüs hareket ettiğinde, zor bela elini salladı.
Derin bir sessizliğe gömüldü, arkadaşlarıyla yan yana olmasa, hüngür hüngür ağlayacaktı.
Otobüs gece boyunca zaman zaman otogarlara girerek yolcular aldı, yolcular indirdi. Geceyi yararak yolu almaya devam etti.
Baran hiç inmedi, mola yerlerinde bile koltuğundan kalkmadı. Zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için kısa süreliğine bir iki kez inmenin dışında inmedi.
Arkadaşlarının bütün uyarılarına rağmen, koltuğa yapışık bir şekilde İstanbul Esenler Otogarına vardı.
Otobüsten indiğinde ayakları kütük gibi olmuş, idrardan böbrekleri şişmişti.
Kendisini zor bela tuvalette attı.
Yüzünü yıkadı, aynada kendisine baktı.
Yüzü sapsarıydı, bilinmezliğe yolculuğun derin ifadesi alnında, göz bebeklerinde birikmişti.
Beş arkadaş sıkı bir pazarlıkla aynı taksiye binerek, havalanın yolunu tuttular. Yol boyunca şoförün sorduğu hiçbir soruya cevap vermediler.
Havaalanın giriş kapsına geldiklerinde hepsinin heyecandan dili tutulmuştu bile.
Sağa sola baktıktan sonra, dış seferler kapısından girdiler içeriye.
Uçuş zamanına bayağı vardı, işlemlerini bitirdikten sonra uçağı beklemeye başladılar.
Kalabalıktan, havaalanın hareketliliğinden başları döndü, midelerine kramplar girdi. Çok yabancıydılar bu hareketliliğe, bu dünyaya.
Kore uçağının kalkış için anonsları yapıldığında, herkesten önce giriş kapısına yöneldiler ve uçağa herkesten önce bindiler.
Hiç biri daha önce uçağa binmemişti. Bir sürü yanlış davranıştan sonra yerlerini bularak, oturdular koltuklarına.
Uçak havalandığında Baran nefesini tuttu ve koltuğa gömüldü.
Yolculuk bitene kadar pencereden gökyüzüne, gecenin karanlığına baktı. Hiç böyle bir duygu yaşamamıştı. Çevresinde bir sürü yabancı, arkadaşlarının dışında tanıdığı hiç kimse yoktu. Gülenler, konuşanlar, keyifle içeceklerini yudumlayanlar ona çok yabancı ve uzak geliyordu.
İşte o an, geri dönülmez bir yolda, bilinmezliğe uçtuğunun farkına vardı, nefesi daraldı. Göksünü havalandırmak için, gömleğinin düğmesini açtı.
Hala nefes almada zorluk çekiyordu.
İçinde ki hüzün, derin bir acıya döndüğünde yolculuk bitmişti.
Uçaktan indiğinde, hayatın şokunu yaşadı Baran.
Her şey o kadar yabancıydı ki, ne yapacağını karar veremedi. Hangi yöne, hengi kapıya yöneleceğini bilemedi.
Arkadaşlarıyla kala kaldı orta yerde.
Ne yazıları okuyabiliyorlar, ne de yönleri çıkarabiliyorlardı. Beş yabancı olarak orta yerde kaldılar. Çevrelerine baktılar, herkesin gittiği koridora yürümeleri gerektiğini kandi aralarında kararlaştırdılar. Yanlış kapılara yöneldiklerinde ise görevliler kontrol noktasına gitmeleri gerektiğini el kol hareketleriyle anlattılar.
İtiraz etmediler, kalabalığın içinde, koridorda ilerlediler.
Gece ilerliyor, Baran ve arkadaşlarının tedirginlikleri de artıyordu.
Sıraya girdiler kontrol için. Hava alanı bayağı büyüktü ve bin bir çeşit insan vardı en çok da kısa boylu, çekik gözlü Uzakdoğulular…
Polis pasaportlarına bakınca Baran ve arkadaşlarını kontrol odasına aldı. Onların dışında birkaç yabancı daha vardı.
Önce Korece konuştular, anlamadıklarını görünce, İngilizce konuştular, İngilizce’de bilmediklerini göründe hepsini, daha gerilerde bulunan nezaret tarzında dizayn edilen bir odaya kapattılar.
Ne kadar zaman geçti bilmediler. Saatlerine el koymamışlardı ama kimsenin saate bakacak gücü kalmamıştı. Her biri ayrı bir yere çekildiler,uzun tahta ranzalara oturdular.
Temiz bir yerdi ama dışarıdan yalıtılmıştı. Penceresiz, havalandırma sistemi olan bir odaydı,içerisi iyi aydınlıktı, ışıklar da sürekli yanıyordu. Duvarlarda Korece ve İngilizce panolar, uyarı levhaları vardı.
Öyle beklediler, içlerinde ki korku büyümüştü.
Baran kalbinin hızlıca attığını, gögüs kafesini zorladığını hissediyordu. Korkunç bir susuzluk çekiyor, beklemenin ne zaman biteceğini düşünüyordu.
Kapı açıldı. Baran ve odada bulunan herkes irkildi. Önce Baran, sonra yol arkadaşlarını işaret ederek, dışarıya buyur ettiler.
Başka bir odaya, penceresi olan bir ofise aldılar.
Ellerine baktılar, uzun uzun. Çantalarına, özel eşyalarına tek tek baktılar. Cüzdanlarında ki para miktarına, kimliklerini incelediler.
Elbiselerini, üzerlerinde ki notları bile kontrol ettiler.
Baran’ın cüzdanından çıkan, Amerikan Bankalarına ait kredi kartını uzun uzun incelediler. Bir yana bırakarak, yeni gelenlere gösterdiler. Ceplerinde ki para miktarını kayıt altında aldılar.
En çok da kredi kartlarına bakıyorlardı. Gelmeden herkes bir kredi kartı temin etmişti. Kimsenin hesabında tek kuruş yoktu ama kredi kartları vardı. Baran’ın iki kredi kartı vardı üstelik. Görevliler en çok Baran’ın cüzdanından çıkan ABD menşeli kredi kartını inceliyorlardı.
Baran’ın da dikkati çekti bu özel ilgi. Bir arkadaşı vermişti yolculuğa çıkmadan. ABD’de okuyan ilkokul arkadaşı yaz tatilinde Baran’la karşılaşmış, sohbet etmişlerdi. Kore’ye gideceğini söyleyince, arkadaşının söylediklerini hatırladı…
“ İşiniz çok zor. Söylendiği gibi değil, her yerde sıkıntılar var. Turist olarak sizi kabul etmeye bilirler. Sana bir kart vereceğim. İçinde para yok ama sena prestij kazandırır. Bu kartı cüzdanında bulundur, belki sana faydası olur.”
Polisin iki de bir kartta bakması Baran’ı hem tedirgin ediyor, hem de sevindiriyordu. Çünkü arkadaşı boşuna vermiş olamazdı…
Gelmeden birkaç gün önce ellerine krem sürmesi saçma gelmişti Baran’a ama polislerin sık sık avuçlarını içlerini kontrol etmesi, ellerini incelemesi, kendilerini gönderen kişiyi haklı çıkarmıştı.
“Elleriniz turist eli olmalı, nasır filan olmamalı” dediğini hatırladı Baran.
Bayağı bir zaman sonra bir tercüman getirdiler.
Koreliler tercüman vasıtasıyla sordu, Baran ve arkadaşları cevapladı, ailenin geçim kaynakları, kardeş sayısı ve mülkiyetleri, cüzdanlarında ki kredi kartları, öğrenim durumu, neden geldiklerini ve yaptıkları işleri sordular.
Baran ve arkadaşları önceden belirlenen cevapları söylediler. Hepsi çiftçiydi, hayvancılıkla uğraşıyorlardı, aile çiftlikleri vardı…
Sorgulama bittikten sonra Baran ve arkadaşlarını iki gruba ayırdılar. Her iki gruba birer görevli vererek, zıt iki yöne yürümeleri istendi.
İçleri burkuldu. Bir grup geriye gönderilecekti demek, ama geriye dönecek olan kimdi bilmiyorlardı. Yürürken içlerinden birisi yüksek sesle: “ Baran ikiye ayrıldık, yönümüz nereye bilmiyorum ama içimizden birileri Kore’ye ayak basacak. Hasça kalın”
Hepsi yürüyordu görevliler eşliğinde ama gidecek yönleri farklıydı.
Baran ve bir arkadaşı birazdan çıkış kapısına vardıklarında anladılar ki diğer arkadaşları Kore’ye kabul edilmemişlerdi. Onlar geldikleri yöne gönderildiler.
Üzüntü, sevinç, tasa iç içe geçti o an. Şimdi her şey yolunda görünüyordu. Ne de olsa turist idiler. Önlerine çıkan görevliler Uzakdoğu geleneklerine uygun eğilerek selamlıyor, hoş geldiniz anlamında yol gösteriyorlar..
Kapıdan çıktıklarında artık Kore ayaklarının altındaydı.

