İçinde yaşadığım coğrafyadan başlayarak, yeryüzünün en ücra köşesine kadar var olan sorunlara duyarlılık göstermeye çalışan, çözümleri konusunda kafa yoran ve kendinden çok üçüncü kişilerin hak ve özgürlüklerini savunma gerektiğine inanan birisi olarak sorunlara bir çerçeve çizmeye çalışıyorum. Kendimce sorunlara cevap olma ve insanlığın omuzlarında ki yükün zerresini sırtlamaya çalışıyorum.
Ne elimde bir silah var, ne de insanları, doğayı, kültürleri, inançları yok edecek bir mekanizma.
Ben yok etmekten çok, yaşatmayı esas alan bir felsefe üzerinde duruyor, hayatın izini sürmeye çalışıyorum.
Bunun çok zor bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Çünkü her inanç, her kültür ve her düşünce yan yana durmak istemiyor. Ayrık otları, kaktüs çiçekleri ve doğanın zehirli dikenleri her yerde var.
Baş etmek, dikenlerden arınmak, ayrık otlarını kurutmak öyle kolay değil.
Mesele düşündüğümden de çetrefilli.
Çünkü herkes kendi düşünce ve inancının doğruluğuna inanmakta ve kendi dünyasının militanı olmaya aday olarak yaşıyor.
Oysa yeryüzünde ki bütün çatışma ve kavgalar ‘benin düşüncem doğrudur’ yaklaşımdan çıkmıştır.
Bu çatışmaların, derin çelişkilerin önünü almak, yeryüzünde barış ortamı sağlamak akıl ve vicdan sahibi insanların işidir.
Ama işin gerçek yanı, yani reel tarafı tarafgirliğin giderek büyüdüğü ve insanın insana tahakküm kurma güdüsünün ideolojik aygıtlara dönüştüğü, savaş araçların ekmek peynir yerine ikame edildiği kötü bir çağdayız.
Barış yeryüzün en ulvi, en ahlaki değeri olmasına rağmen orduların kendi aralarında diş bilediği, yer yer savaştığı ve giderek zorun her yerde geçerli akçe olduğu bir dönemdeyiz. Tıpkı eski çağlarda ki gibi, hatta geçmişe rahmet okutacak düzeyde vahşet olayları yaşanmakta. Gerek bireysel, gerekse de kitlesel silahlanma insanlığın bir akıl tutulması yaşadığının en açık kanıtı.
Çok uzatmaya gerek yok. Az laf, çok sevgi yaklaşımdan yola çıkarak, yeryüzü giderek daha bir sorunlar yumağı haline geliyor. Orman yangınlarını söndürecek bir teknoloji yok ama dünyanın uydusunu yok edecek bir nükleer potansiyele sahibiz.
Bu gidişatın insanı yaşatmayacağı açık. Her şey yok etmeye programlanıyor,sokaklar,evler, sınırlar kavganın arenası.
Bu güne kadar onlarca bilim insanı, onlarca alim, peygamber ve siyasetçi sorunlara çözüm için çok çaba sarf etmesine rağmen, insanlar için yaşanılır bir yeryüzü halen bir ütopya olarak kalmıştır. Ne dinsel argümanlar, ne toplum öncüleri sorunlara çözüm getirememiştir.
Binlerce kitap yazılmış, teoriler geliştirilmiş ama sonuç hiç değişmemiştir. Birbirini ezerek yaratılan dünyalar, bir süre sonra yeniden kavganın, savaşın ve birbirini yok etmenin cenderesine dönüşmüştür.
Mesele şudur ki,
Yeryüzü herkese yetecek kadar toprağa sahiptir. Ne havası tükenir, ne de suyu. Yeter ki insan aç gözlü olmasın. Aç gözlülük havayı, suyu ve doğayı tüketir, insanı yok eder, kültürleri çürütür.
Bu nedenle insan, her şeyden önce vicdanlı davranmak zorundadır. Kendi haklarını savunmak, başka insanların da hakları olduğunu unutmamak zorundadır.
Yani herkes için hak, herkes için aş, herkes için adalet bir zorunluluktur. Hiçbir din, hiçbir düşünce, hiçbir değer bu formülasyonu gözden uzak tutamaz, tutmamalı.
Basit ve anlaşılır bir yaşam ütopyası insanların yüreğine nakış nakış işlemeli…
İnsanlık Dallas dizilerinden bıktı, ilk çağ vandalizmden çok çekti, tahakküm seferlerinden, sömürge yönetimlerinden sıkıldı…Korkunç acılar çekti, çekiyor.
Biraz hümanizm ya, empati ve her kes için hak…
Bu kadar basit bence.
Egonuzu, milliyetçiliğinizi, müritliğinizi bir yana bırakıp, bu yazıyı okursanız, yeryüzü güzelleştiğinin farkında olacaksınız.
Biraz insani duyarlılık…
Yakından uzağa doğru başlayarak duyarlılık.
Hepsi bu.
Soyut resim: Ülkü Ünal./https://artbiance.com/urun/soyut-8/