Yakıcı Yalnızlıklar/Urfa 2

 

Tarihin karanlık dehlizlerinden sızarak, günümüze ulaşan kentlerden birisidir Urfa.  Yüzü çöle, gönlü serin kuzey yükseltilerinde olan bu kenttin hikayesini yazman zor, gerçekten çok zor. Her şey o kadar eski ki, her şey o kadar karmaşık ki yazmak beynimi zonkluyor.

Öylesine bir kent değil. Hayatın yakıcılığında, tarihin karanlık tezgahında yaşayan bir şehir.

“Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” türküsünde ki gibi her şey yanılsama, her şey görünenden bambaşka. Bu türküde bahsedilen dağlar, çok yüksek dağlar, olmasa gerek. Karacadağ, Tek Tek ve Toros Sıra dağları dağ dokusunu kenttin sınırları içerisinde görmek mümkün. Türkünün hangi dağlardan bahsettiğini bilmem, eski Urfa yüksek tepelik ve kaya zeminde inşa edilmişken, bu günkü kent merkezi hızla tarım arazilerine doğru genişliyor. Bir zamanlar isot tarlaları, bu gün beton bloklara teslim olmuş.

Kent 1990’larda, özellikle Atatürk Barajının yapımından sonra, çok ciddi bir göç aldı. Toprakları sular altında kalan köylüler, kent merkezine göç etmek zorunda kaldılar. Hatta sadece Urfa köylerinden değil, Adıyaman ki baraj zadeler Urfa’nın yolunu tuttular.

Öyle bir yanılsama yaşadılar ki, Urfa bir çok ailenin umudu, kurtuluşu oldu. Sulama kanalları devreye girmeden her şey umut içerisinde gelişiyordu,  her şey değişecek ve insanlar refah içinde yaşayacaklardı. İşsizlik bitecek, her hes evinin önünde çalışacaktı.

Ama olmadı, GAP beklendiği gibi bir entegrasyon projesi oldu, kalkınma ise başka baharlara kaldı.

Göç edenlerin çoğu söylenenleri, verilen sözleri, öngörülen değişimi  görmedi. Büyük bir hayal kırıklığı içinde, köylerini özleyerek, hasretlik içinde öldüler. Varlıklarıyla Urfa merkezi büyüttüler, siyasetin ara öğünü oldular.

Bu gün  ise apayrı bir süreç var. Baraj ve sulama sistemi devreye gireli nerdeyse 30 yıl oldu.

Ama Urfa’nın sosyo ekonomik durumu değişti mi?

Evet, bahsedilen yıllara göre çok ama çok değişti.

Kent nüfusu olağanüstü bir artış gösterdi, tarımsal ürün çeşidi artı, sulanabilir tarım arazisi birkaç katına çıktı. Sanayi bölgeleri belirlendi, temeller atıldı, bazı alanlarda üretimler de yapıldı, yapılıyor da.

Peki yoksulluk konusunda nasıl bir seyir izlendi dersiniz?

Rakamların soğuk yüzünü geçiyorum. Onlar hiçbir zaman gerçekleri yansıtmaz.

Kentin ilçelerini, merkezini bilen birisi olarak, barajdan önce ve barajdan sonra ki gözlemlerim, yoksulluğun yerinde durduğu, göreceli zenginliğin Akçakale, Harran ve Bozava ilçelerinde yaşandığını söylemek mümkün. Bunun sonucu olarak emlak ve gayri menkul sektöründe sıçramalar oldu. Ama bir temel ekonomik faaliyet haline gelemedi. Krizlere karşı direnemedi ve var olan sermaye çoğu kriz süreçlerinde erime noktasına geldi.

Mesela, Urfa genelinde topraksız köylülerin, Urfa varoşlarında oturan işsizlerin ve yoksulların Türkiye’nin 40 iline mevsimsiz amele olarak işe gittiğini gerçekliği söz konusu. Pamuk, Mısır, Buğday yetiştiriciliğinde ilerlemesine rağmen, halen çok sayıda yoksul ve yoksun insan iş için uzaklara gitmek zorunda.

Kadim bir kent ama sosyal adaletten, ülke kaynaklarından hiçbir şekilde yararlanmayan yığınlara sahip.  Sokaktaki giyimden, pazarda ki üründen, tüketilen ekmekten anlaşıldığı üzere, Urfa halen yoksul kentler arasında. Kendi kendine yeten ama elindeki zenginliğin dağılımdan adaletli yararlanmayan bir kent. Bir yandan alabildiğinde uzanan tarım arazileri, bir yandan da zerre kadar toprağı ve sermayesi olmayan binler, on binler. Sermaye büyümüş görünüyor, bazı ailelerin varlıklarından, zenginlik araçlarından anlaşılıyor. Yoksulluk da artıyor bunun paralelinde. Çünkü tarımsal politikalar insan faktörünü görmüyor, ihtiyaç duymuyor. Daha çok makineleşme göze çarpıyor.

Bu iyi mi?

Kapitalist kitaba göre iyi, insanların köleleşmesi sorun değil, olması gereken de bu. Sermayenin birikmesi için daha çok emek sömürüsü ve daha çok köleleşme gerekir. Bunun başarıldığını söylemek mümkün. Bazı ailelerin mal varlığı trilyonlarca doları bulurken,  bazı aileler de giderek yoksullaşıyor, bir çok nimetten yoksun yaşıyor. Tuhaf olan da bu, varlık ile yokluk yan yana, omuz omuza yol alıyor.

Size abartı gelebilir. Ben de yanılmak istiyorum. Her yıl 30-40 bin ailenin çoluk çocuk uzaklarda iş aramaya çıkmasını başka bir şekilde yorumlayamıyorum.

Tarımsal faaliyetler, Harran’da, Akçakale ve Bozava’da günümüz koşullarına denk, ama buralarda insanların halen gündelikçi olarak çalıştığı, uzak kentlere işe gittiği de biliniyor. Yani belirtilen gelişme halen Urfa topraklarına sirayet etmemiş durumda. Devlet bunu görüyor, bazı zamanlarda üzerinde çalışmalar yapıyor, üniversiteler konuyu ele alıyor ama mevsimsiz tarım işçileri meselesi yüzyıllık mazisinin hizasında duruyor.

Çünkü tarımsal politikaları yürütenlerin, bu insanların istihdamlarıyla ilgili bir öngörüsü yok. Mesela yüzlerce kilometre uzaklıkta ki işlere gitmeleri rahatsız yaratmıyor, bilakis yerinde görülüyor. Çünkü böylesine bir mevsimsel döngü olmazsa, başta Karadeniz’de ürün tarlada kalır, çalışacak işçi bulunmaz.  Bu işçi yoktur anlamına gelmiyor, kimse bu düşük ücrete, fındık toplamaz da ondan. Bu ara Suriye’liler mevsimlik işlerde çalışıyor olsalarda, verim yöre insanı kadar olmuyor.

Yöre insanı karın tokluğuna çalışmak zorunda. Çünkü ekonomik bir akara ve döngüsel bir işe sahip değil. Günlük yaşıyor, iş bulabildiği kadar çalışıyor. Kışın iş bulamayacağını biliyor.Bu nedenle çocuklarını, aile bireylerini alarak, ürünün ekildiği alanlara, insani koşullardan uzak çalışmayı kabul ediyor. Çocuklarının okul sorunu, sağlık ve hijyen sorunu düşünecek durumda değil.

Her şey apaçık ortada, insanlar iş için, kışı geçirebilmek için mevsimlik işlerin peşinden koşturuyor.

Buna rağmen, cilalanmış birkaç söz ve adım dışında ciddi bir önlem alındığını söylemek mümkün değil.

Neden mesele bu insanların sigorta primlerini devlet ödemiyor? Bu somut bir çözüm olur, ama nedense kimsenin aklına gelmiyor.

Urfa bu seramcamı yaşıyor. İktidarların arka bahçesi ama halen nufusun % 25’i kendi yerleşiminde değil, uzaklarda tarım gündelikçisi. İşçi demek doğru değil. Çalıştıklarında yevmiye alır, çalışmadığında aç kalır. Mesele yağmur yağsa, rüzgar çıksa, dolu yağsa tarım gündelikçisi perişandır.

Dünya aleme reklam olduk

Pexels fotoğraf ve video paylaşım sitesinde geçen ayki, fotoğraflarımın izlenme ve indirme istatistiklerini sizinle paylaşmak istedim. Dünya bizi takip ediyor, yanlış anlaşılmasın,bilesiniz diye dedim…

1,35 Milyon
Toplam Görsel Görüntülemesi

24,8 Bin
July ayındaki Görsel Görüntülemeleri

2,01 Bin
Toplam İndirme

101
July ayındaki indirmeler

59
Toplam Beğenme

59adult-baby-black-and-white-735442
July ayındaki beğenmeler

 

 

İstilacılık ve savaşın mantalitesi

İstilacı imparatorluklar arasında Moğolların ayrı bir yeri vardır. Tarihi belgeler, yazılı kaynaklar Asya ve Ön Asya’da, dünyanın başka bölgelerinde bugün ayakta olan, olmayan birçok kentin bazı istilacılar tarafından yok edildiği yazar. Yine Moğol istilaları sonucu  bir çok yerleşim yerinin  yerle bir edildiği, bir çok  yazılı kaynak ve eserin yok edildiğini,ateşe verildiği belirtilir.

Bir dönem dünyanın en büyük yerleşim yeri, kültür ve ticaret merkezi eski çağ kentlerinden Ninova, Babil tarafından istila edilmiş, yakılmış,yıkılmış, görkemini kaybetmiştir.

Yine Moğollar Bağdat,Hasankeyf, Harran ve daha bir çok  yeri akınlarına uğramış, görkemli yapılarını istila sonucu kaybetmiştir.

Moğolların yazılı kaynaklara karşı özel bir düşmanlık besledikleri de bilinen gerçekler arasındadır. Moğolların inançlarına göre yazılı kaynaklar kötülükleri geleceğe taşıyan araçlar olarak görülür.

 

Yazılı kaynakların, insanların ortak bilinci eserlerin yakılıp- yıkılması sadece Moğollara has bir durum olmadığı gibi, onlarla da sınırlı kalmamıştır. Tarihin en eski çağlarından bu yana,bir çok topluluk,  imparatorluk, bir çok devlet düşman gördükleri toplulukların topraklarını ele geçirmiş, ele geçirdikleri bölgeleri önce talan etmiş, zenginliklerine el koymuş, bir daha var olmamaları için yakmış, yıkmıştır. İnsanları ganimet olarak görmüş, köle yapmış, yer altı ve yer üstü kaynaklarını sınırsız bir iştahla tüketmiştir.

İnsan toplulukları yok edilmiş, tarihi ve kültürel varlıklar, ibadet yerleri, insani değerler, bir bütün olarak doğa ve insan ateşe verilmiştir.

Yani insanlığın geçmişi savaşın, yıkımın ve insafsızca tüketimin tarihidir.

Tarihçiler  egemen yaklaşımların sonuçlarını yazmaktan yorulmuş, ama egemenler hükmetme, hükmedemiyorsa yok etme, yok edemiyorlarsa çürütme alışkanlığından vazgeçmemiştir.

Bu insanlığın en kanlı mirası, öğrenilen en ayıp, en günah ve en ahlaksız öğretisidir. İnsanın insana verdiği en akıl almaz zararlardan biridir. Tarih boyunca insan, insanın celladı olmuştur.

Sahip olma, bölgesini genişletme,zenginliklere el koyma, toprak ele geçirme, ganimet elde etme,ticaret yollarını denetim altına alma, köleleştirme ve su için yapılan savaşlar, mantalitesini tarih öncesi çağlardan miras alarak,günümüze kadar getirmiştir. Kaide, kural ve vicdan savaşın çok uzağındadır. Kağıt üzerinde yazılanlar, atılan imzalar koca bir yalandır.

Günümüzde, yani bilgi ve teknoloji çağı 21 yyda, insanlık bir arpa boyu yol almamıştır. Bütün topluluklar insanlık suçuna ortak olmuştur, savaşlarda binlerce çocuk ölmüş, kadınlar tecavüze uğramış, doğa katledilmiştir.

Buna rağmen devletler savaş dışında, anlaşmazlıkları çözmek için bir yöntem bulmak için kafa yormamış, bunun için zerre kadar adım atmamıştır. İlk çağ insanın zihin dünyası savaşı nasıl algılamışsa, bu günkü insan da aynı algıyı zihninde büyütmüştür. Büyüttüğü için kitle imha silahlarını keşfetmiş, milyonların ölümünü kolaylaştırmıştır.

Bu yönüyle tarih yerinde saymış, insanlık ilk çağ ergenliğini yaşamaya devam etmektedir.

Mesele bunu anlayacak insanların,yöneticilerin, hümanistlerin

ortaya çıkmasıdır. Birileri günümüz dünyasına, savaşların çözüm olmadığını, yeni problemler yarattığını yüksek sesle anlatabilmelidir…Anlatabilmeli ki tarih tıkandığı yerden,geleceğe akmalıdır.