Zihnimde asılı duran fotoğraf…

DSC02176[3045]

 

 

Yıllardır zihnimde yüzlerce fotoğraf biriktirdim. Bir seyyah misali, gittiğim her yerde fotoğraf çektim, yaşanmışlıkları zihnimde biriktirdim.

Bazıları hayatımdan çabuk silindi, bazıları ise zihnimin duvarlarında asılı kalarak, varlıklarını sürdürdü.

İşte zihnimde asılı kalan fotoğraflardan birisinin hikayesi.

Bir insan hikayesi aslında, koca yürekli, isimsiz bir çocuğun kısa bir anı.

Takvim yaprakları 1987 yılının kış mevsimini gösterirken, elimde eski bir Rus malı analog Zennit E fotoğraf makinesi, kucağımda annemin hazırladığı azık çantası, 1980 model bir minibüste Diyarbakır’a doğru yol alıyorum.

Yol Siverek üzerinden,  Karacadağ zirvesine doğru kıvrılarak Diyarbakır’a ulaşıyor.

Karacadağ burası, sönmüş volkanik bir dağ.1957 metrelik rakımıyla Nemrut’la boy ölçüşüyor. Biri gökyüzüne uzanmış, diğeri 120 km karelik bir alana yayılmış. Karacadağ yüksek rakımlı bir yayla gibi;bildik bir dağ değil, yükseltisi belli olmuyor. Binlerce yıl önce kabarıp, öylesine geniş bir alana yayılmış ki, insan hayretler içinde kalıyor. Bir hamur gibi kabarmış ve yer yer patlayarak etrafına lavlarını püskürtmüş. Bu nedenle her taraf taş ve soğumuş lav tortusu.

Bindiğim dolmuş, tıka basa insan dolu. Yolcuların çoğu çevre köylerden. Benim gibi Diyarbakır’a giden tek tük yolcu var. İn bin yapılan kapının hizasındaki koltukta  oturmuşum. Amacım minibüs yolcu indirip, bindirirken,   gözüme ilişen görüntülerin fotoğraflarını çekmek.

Yol boyunca ikide bir buğulanan camı silerek, çevreyi gözlemliyorum. Görebildiğim kadarıyla dışarıda tek canlı yok. Her şey buz kesmiş sanki. Köyler, evler, ahırlar kar altında.

Evlerin bacalarından çıkan soba dumanı köylerde tek canlılık belirtisi. Köyler arazi içinde kaybolmuş sanki. Tek belirgin işaret,  bacalardan çıkan duman.

Tezek yakıyorlar.

Evler siyah bazalttan yapıldığı için uzaktan seçmek  de zor oluyor.

Bir köpek bile dışarıda görünmüyor. Her şey sessizliğe gömülmüş,dondurucu soğuğa teslim olmuş.

Minibüs Karabahçe, Kaynak  Köylerini geçtikten sonra yolcu indirmek için duruyor. Kapı açılır açılmaz, ben de kendimi dışarı atıyorum.

Daha yere basmadan, yüzümden bir tokat yemişçesine esen soğuk yeli hissediyorum.

Bir soğuk, bir soğuk ki anlatılmaz.

Yerde beş karış kar var. Hava kasvetli ve insanın içini titreten türden bir soğukluk.

Etrafıma bakıyorum. Karacadağ’da kasvetli bir hava var.Çok kar yağmamış ama yağan kar da buz kesmiş.

 

Hemen ilerde ise soğuktan oldukça fazla üşümüş  olduğu her halinden belli olan bir çocuk, kocaman iki devenin yanı başında bekliyor. Olağan bir manzara değil ama şaşırmıyorum.

Çocuk develerden birinin ipini telefon direğine bağlamış, diğerini ise eliyle tutmuş, öylece bekliyor.

Bulunduğum yerden bir iki karesini çekerek, biraz yaklaşıyorum.

Çocuk on, on iki yaşlarında ya var, ya yok. Beni görünce biraz ürkerek, biraz daha devesine sokuluyor.

Develerden biri  ağır hareketlerle, kafasını bana doğru çeviriyor ve derin derin soluyor, soluduğu hava hemencecik buhar olup, kısa süreliğine  küçük bir bulut oluşturuyor.

Biraz yaklaşmak istiyorum ama çocuk ürkerek, devesine yaklaşıyor, hatta deveyi kendisine siper ederek, tedirginlik içinde bana bakıyor. Ben de deveden korktuğum için duruyorum öylece.

Sorduğum sorulara da cevap alamayınca, etrafıma göz atıyorum.

Dağın başı, ıssız ve çevrede herhangi bir köy yok.

Belli ki uzun süredir birilerini bekliyor. Beklemekten çok sıkıldığı, çok üşüdüğü her halinden belli.

Elindeki sopayla  karı eşiyor, bir yandan da tedirginlik içinde beni gözlüyor.

 

Minübüs şoförü ise bagajından birkaç çuval eşyayı indiriyor yol kenarına. Öylece bırakıp, minibüse geri dönüyor ve yola koyulmak üzere bana işaret ediyor.

Önce bozuk motor homurtusu, sonra eksozdan çıkan siyah duman minibüsü hareket ettiriyor.

Son bir umutla çocuğun adını soruyorum yüksek sesle. Ama çocuktan hiç ses çıkmıyor, öylece bana bakıyor ve yüzündeki tedirginliği koruyor.

İçim sıkılarak minibüse geri dönüyorum.

Soğuktan titriyorum; yüzüm,ellerim yanıyor.

Minibüs hareket halindeyken son kez bakıyorum. Çocuk geride, karlar içinde kaybolurken, iki kocaman deve de bir karartı gibi yok oluyor. Sert ve soğuk rüzgar ise seremonik sesler çıkartarak, Karacadağ’ın kışından haber veriyor.

Bir süre öylece kalıyor, sonra karlı Karacadağ’ı seyretmeye devam ediyorum.

Bu mevsim zemheri ayı. Soğuk, kar ve boran yani. Kış Karacadağ’da uzun sürmez ama insanın içine işleyen bir kuru soğuğa sahiptir. Özellikle Ocak ve Şubat aylarında kar yağar ve ortam buz keser.

Usta ozan Ahmed Arif’in unutulmaz şiirinde olduğu gibi.

“ Açar,

Kan kırmızı yediverenler

Ve kar yağar bir yandan,

Savrulur Karacadağ,

Savrulur zozan…

Bak, bıyığım buz tuttu,

Üşüyorum da

Zemheri de uzadıkça uzadı,

Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,

Seni, Diyarbekir gibi,

Nelere, nelere baskın gelmez ki

Seni düşünmenin tadı…”

 

 

 

Minibüs hızla Diyarbakır’a doğru yol alırken, ben zihnimde kalan görüntüyü düşünüyorum.Sessizlik içinde bekleyen çocuk, kocaman iki deve,ıssız bir dağ, insanı donduran bir soğuk ve kesik düşünceler, dağılmış duygular, çocuğun sessizliğini bastıran, uğuldayan bir rüzgar.

 

Şoför içimdeki sıkıntıyı fark etmiş olmalı ki:

“Çocuk babasını bekliyor,civar köylerden. Babası ihtiyaçlarını almak için şehre inmiş, o da gelmesini bekliyor. Babası yükle gelecek, yükü develere yükleyip, evlerine dönecekler. Seni anlamadı, anlamadığı için ürktü. ”diyor.

 

Bir Karacadağ klasiği. Ne tam yerleşik, ne de tam göçer bir yaşam. Kışın köylerde, yazın zozanlarda geçen bir ömür. Yediden yetmişe hayatı paylaşan ve en sert koşullarda yan yana duran Kürd’ün aşiret yaşamı.

 

O dönem ne dijital var, ne de kablosuz iletişim. Telefon direkleri yol boyunca dikilmiş. Bir çok gelişmeden uzak ve sakin, on bin yılların mirası üzerinde bir hayat sürdürüldüğü zamanlar.

Kentler değişmenin sancısında, köyler ise henüz yeni sarsıntıyla tanışma evresinde olan dönemler.

Aradan yıllar geçse de o an çektiğim fotoğraf zihnimde adeta asılı kalmış durumda. Ne zaman kar yağsa, ne zaman hava soğusa ve ben Karacadağ taraflarına gitsem, o an hemen zihnimde belirir, adını dahi bilmediğim o çocuğun üşüyen silueti gözlerimin önünde canlanır.

Ve çocuğun dünyasında her şey lal olur…

 

Yazarın notu: Sevgili okur dostlarım, uzun süredir yazı yazmama rağmen, bir yıla yakın zamandır buradan sistemli bir şekilde sizlere ulaşmak, yazın alanında gelişmek istiyorum. Maalesef bir işim yok, tek  işim bu. Buradan para kazanmayı hedeflesem de, henüz o düzeyde bir takipçim yok. Bu nedenle buradan size seslenmem için sizin desteğinize ihtiyacım var. Takipçi sayımı artırmak ve sayfamda yayınlanan reklamları tıklamanızı istiyorum. Çünkü blogumu yaşatmam için açıkçası bir akçeye ihtiyacım var.

Bunu yapmak için yapmanız gereken tek şey, yazılırı okumak, hoşunuza gidiyorsa beğenmek ve mümkünse en azından bir kez reklamlara tıklamak. En önemlisi de yorum yazmak.

Hoşçakalın, dostçakalım…

 

Karacadağ

 

Sönmüş bir yanardağ Karacadağ; Urfa, Diyarbakır, Mardin arasında. Ama içi geçmiş kof bir yükselti değil o, üfürdüğü kara taşlarla şehirlere, surlara, köylere can veren… 

Yaşam tarzlarını belirleyen bir dağ; Kürt aşiretleri için bir göç yatağı, bir baba ocağı…

Yazı: Faik Bulut / Fotoğraf: Umut Kaçar

Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filminde Azem, kent ortamında yozlaşan arkadaşının ruhunu arındırmak için onu Karacadağ’a gönderir. Bir tür ‘dönüş’ efsanesi ya da çoktan yitip gitmiş masumiyeti bulma çabası. Demir çarıklı derviş misali düşlerin izinde yürümek… Karacadağ’a bu ruh haliyle yollandık. Urfa, Mardin ve Diyarbakır il sınırlarına yayılan, üçünü birbirine bağlayan bir dağdır bu. Yaşı geçkin olmasına rağmen nazlı bir sevgilidir. Urfalı için uzak bir hayal, Viranşehirli ile Siverekli açısından baba ocağı, evlat otağıdır.

Diyarbakırlının gözünde salt sönmüş bir volkan, taş kesilmiş bir arazi, bir taşlık alan değildir. O bin bir çiçek ve böceğin barınağı, bir uygarlık beşiği, bir kadim tarih, bir şiir, bir hikâyedir. Sözgelimi yöre insanı Ahmed Arif’in dizelerini süslemiştir: “Açar, kırmızı yediverenler/ Ve kar yağar bir yandan/ Savrulur Karacadağ.”

Karacadağ, 1200 yıldan beri İran ve Irak’taki Kürt aşiretlerinin Anadolu’ya yayılmasında dağıtım bölgesi oldu, temel konak işlevi gördü. Ona dair Kürtçe bir özdeyiş var: Çiya Qerejdağ e, diben çiyaye (Karacadağ, derler ki dağdır). Çünkü koni biçimli olmayan, yavaş yavaş yükselen sönmüş bir yanardağ bu. Hem yakın, hem uzak; hem dağ, hem değil.

Diyarbakır tarihini yazan Şevket Beysanoğlu, halk arasında volkan patlamasının nasıl yorumladığına değiniyor: “Bir ejderha ateş püskürmüş; sonra onu zincirlere vurup susturmuşlar!” Yazar Şeyhmus Diken, bize, Karacadağ’ın şehir için ne ifade ettiğini anlatıyor: ‘Taş ile kaya parçaları ta Antep’teki kiliselerin inşasında kullanılsa bile, asıl şekillendirdiği şehr-i kadim Diyarbekir’dir. Ülke sınırları içinde en az on yabani buğday ürününün yarısı Karacadağ kaynaklıdır.’ Diken, Diyarbakır ile Karacadağ’ın aşk ve nefrete dönüşen ilişkisini şiirsel biçimde dillendiriyor: ‘Bu dağ, dağ olalı beri böylesine kin kusmadı. Kini ateş olup kasıp kavurdu silme ovayı. Ateş söndü, taşlaştı. Ova silme taşa kesti. Yanı başındaki şehir, şehir olalı, öfke duyduğu bu dağa; hükmün kimedir?’ dedi. Dağın kusmuklarından surlar ördü bu şehir. İçine de evler. Kimliğini, dağın kustuğu taşlara işledi. Dağ haddini bilsin diye.”

Mezopotamya’nın bu kadim dağının, bu içi geçmiş volkanın harabat halindeki etek ve tepeleri kimseyi yanıltmasın. İçini boşaltıp ölmüş, taş doğurup taşlaşmış ama ölü haliyle bile tekmil çevresine Diyarbakır, Mardin, Urfa ve Antep’e can vermiş; yaşam tarzlarını belirlemiş. Üfürdüğü, savurduğu kara taşlardan şehirler, kasabalar ve köyler kurulmuş. İlk durağımız Urfa’nın Siverek ilçesine bağlı Karacadağ beldesiydi. Eski adıyla Kaynak Köyü. Ağa Kaynak, havuzlu küçük çiftlik evinde bizi ağırlamaktan daha fazlasını yaptı. Bölgenin tarihçesini, sosyokültürel yapısını anlattı:

“Babam eskiden ağaymış, dağın Siverek’e bağlı köylerinin çoğunun sahibiymiş. Fakat arazinin değeri yokmuş, bir at karşılığında dönümlerce arazi alınabiliyormuş. Zamanla köyleri, ırgat ve marabalara dağıtmış. Eskiden Karacadağ ağaç ve ormanla kaplıydı. Develerle odun getirilirdi. Ne deve kaldı, ne de odun. Şimdi develer gelince, atlar onları vahşi hayvan sanıp ürküyor. Kaynak köyü 150-160 hanesiyle Karacadağ ismiyle belde oldu.”

Karacadağ Yöresi, her bakımdan Siverek’ten ayrı özellikler taşır. Düğünler kaval eşliğinde yapılır; oyunları sert ve hareketlidir. Düğün davetiyesi (Kürtçesi xelat) bir top kumaş olarak gönderilir. Karşılığında yağ, peynir, kurbanlık koyun yollanır ki, düğünün masrafı hafiflesin. Erkek tarafı, düğün evine bir sorık (kırmızı sancak, bez) asar. Önceleri, gelin devenin sırtına kurulu toda (tahtırevan) içinde getirilirdi. Kadınlar, gelin uğurlama şarkıları söylerdi. Kız evindeki bekâr erkek için bir koyun hediye verilirdi ki, hem bekârın kısmeti açılsın hem de gençler onu kesip eğlensin. Buna ‘azap koyunu’ denirdi. Başlık hâlâ var, günümüzde dört beş milyar kadar. Kız kaçırılırsa başlık 14-17 milyar. Kadın kaçırmada fiyat iki mislidir. Bu konu sorunludur, zira namusun fiyatı olmaz, diyenler de var. Daha geçerlisi berdel (kız takası yoluyla evlenme) olayıdır. Bizim zamanımızda berdel düğünlerinde, iki tarafın buluştuğu orta yerde, gelini ilk deveye bindiren üste çıkardı. Berdel evliliğinde erkek karısını döver veya boşarsa, diğerinin kocası da aynı muameleyi yapmak zorunda.

Kirvelik çok önemlidir. Kirve, sünnet ettirdiği çocuğun masraflarının yanı sıra düğününün masraflarını da karşılar. Taziyeler ise üç gün sürer, genelde iş yapılmaz, gelenler taziye evine katkıda bulunur. Cenbeli ile Sıyabend u Xece isimli halk destanları meşhurdur. Beşire Hemo dengbejlerin hasıydı, sabaha kadar destan ve klam (türkü) söylerdi. Kadın dengbejlerden ise Salhe namlıydı. Yöre aşiretlerinin başını Tırkanlar çeker. Derik’ten Çıkrık Köyü’ne kadar yayılmışlardır. Çoğu mürit takımıdır. Bunları, beyaz poşularından tanımak mümkün. Dördüncü Murat, Bağdat Seferi sırasında Tırkanları buraya yerleştirmiş. Kejan aşiretinin altı, yedi kolu var. Kıvrarlar, Hop Köyü’nden gelmişler. Arap aşiretleri daha aşağıda yerleşiktir. Kırvarlar Zaza, Bucaklar Çermik kökenlidir. Dağın kuzeydoğusu ve güneyi silme Kürt’tür.

Ağa Kaynak’ın misafiri avukat Mehmet Vural, 1650-1700 yılları arasında bölgenin büyük bir göç yaşadığını belirtiyor. Yöreden kalkan bir kısım aşiretler Konya ve Kırşehir’e gidince ‘berri’ (ovalık kırsal alan) kesimdekilerle Karacadağ’ı yazlık otağı haline getiren ünlü Mılli aşireti (Hamidiye Alayları’nın belkemiği) arasında 100 yıl süren çatışmalar çıktığını söylüyor. Vural’a göre Kejanlar Hazar Gölü, Tırkanlar ise Van taraflarından gelme. Vural, “Bölge kadınları, ceylana olan sevgileriyle nam salmışlar” diyor.

Siverek’in Karabahçe Köyü’nden itibaren farkında olmadan tırmanıyoruz Karacadağ’a. Yükseltiler var ama dağ değil. Sanki dağ yayılıp pelteleşmiş! Sizi aldatıp kendine çekermiş, yamaçlarını altınıza serip davet edermiş gibi bir hali var. Bir bakıyorsunuz ki dağın tepesindesiniz. Sırasıyla Xan, Sıme Evdo, Birebereza, Birasor, Guhuramezin, Dura Tırşo, Guhur, Kollubaba, Mergemir (iki ziyaret yeri), Kanisork, Gıre Ecem (Acem Tepesi) ve Mandel isimli göçer obalarını geziyoruz. Üç ünlü vadi ve su kaynağı görüyoruz: Çelkani (Kırk gözeler), Eyyüppınar ve Zirkevi. Her taraf guni (yani geven), taş ve kayayla kaplı. Göçerler üç kısım: İlki konar göçerler; yazı yaylada, kışı Ceylanpınar, Viranşehir ve Çınar tarafında ovada geçiriyorlar. Tek geçim kaynakları hayvancılık. İkincisi, dağ çevresindeki köylerde yerleşik olanlar. Sadece yazın hayvanlarını Karacadağ’a götürüyorlar, sonbahar ve kışın köylerine dönüyorlar. Üçüncüsü eskide kalan bir göçerlik türü. Bölgenin yerlisi olmayıp dışarıdan gelenler. Beritanlılar Aşireti gibi.

Kimi obaların yanında küçük bostanlar var. İğde, incir, asma ve kavak ekili. Yerleşik olmaktan umut kestikleri için buralarda yurt kurmayı tasarlıyorlar. Bu göçerlerin kıl çadırları (Kürtçesi kon, el) geniş bir alana yayılıyor ve etrafı revag isimli çitle çevrili. Açık ve dostlar, lokmalarını herkesle paylaşıyorlar. Genelde 12 direkli olan çadırlar hane halkı ve misafirler için ikiye bölünüyor. Ama kaçgöç yok. Kadınlar misafirlerle konuşup onları çay ve yemekle ağırlıyor. Erkeklerin çoğu kadınların pek azı Türkçe biliyor, çocuklar ise hiç bilmiyor. Kalabalıklar, Yaşar Cankat ile Sinan Akhanım’ın dokuzar çocuğu var. Sinan Kürtçe dert yanıyor: “Son iki üç yıldır durumumuz parlak değil. Göçerlik, hayvancılık bitti. Herkes buraya üşüştü, nüfus çoğaldı. Kuraklık bizi mahvetti. Koyun ucuz; süt, peynir, yağ para etmiyor. Bize gerekli olan yiyeceği çıkar, elde avuçta bir şey kalmıyor.” Eyüp Ağan ise “İran ve Suriye’den gelen kaçak hayvan yüzünden hayvan fiyatları an alt düzeyde” diye yakınıyor. Kadınlar şikâyetçiler: “Çekilir gibi değil, bıktık. Seçenek olmadıkça bu hayata mahkûmuz. Hasta için dermanı sadece Allah’tan bekliyoruz.” Anlatılanlara bakılırsa, kışın uygun kırraç (hayvanların otlayabileceği, kar tutmayan alan) için ovaya giden göçerler, yerleşik köylülere mera kirası ödüyor. Ceylanpınar Üretme Çiftliği yakınlarında da ona buna hava parası vermek zorundalar. Ova köylüleri ise göçer sürülerinin tarlalara zarar vermesinden şikâyetçi. Okul yok, kimse okumuyor. Sağlık hizmeti nadiren veriliyor. Teknoloji namına sadece piknik tüpü ve az sayıda cep telefonu var. Tüm obalardaki talep aynı: “Devlet bize yerleşim yeri versin!” Gıre Mandel mevkiine tırmanıp gün batımını seyrettik. İrili ufaklı yükseltiler kademeli biçimde alçalıp ovayla birleşiyor. Yukarıda insan kendini dört bir yanın efendisiymiş gibi hissediyor. Mandel Obası, ünlü Mılli Aşireti Reisi İbrahim Paşa’nın yaylağıydı geçmişte. Toprağı kırmızı, üzerinde geçmişin ihtişamı var. Burada birçok tarihi eser bulunmuş ve her taraf define avcılarının kazı izleriyle dolu.

İkinci güzergâhımız Siverek’e bağlı yamaç köyleri. Çıkrık Köyü tarihi eserleriyle namlı. Konuk olduğumuz Abdülkerim İrim 73 yaşında, dokuz çocuk babası. İrim ailesi, kan davası nedeniyle kendisine sığınan Mala Hemide diye bilinen büyük bir aileyi yıllarca korumuş. Abdülkerim, aslan başı nakışlı bir taşı evinin ilk basamağı yapmış. Anlatıyor: “Köy ve dere ağzında sayısı belirsiz tarihi eser bulundu. Çeşitli sikkeler, öküz, çocuk, insan, kadın geyik heykelcikleriyle çanak ve çömleklerdi bunlar.” Söylendiğine göre definecilik veya tarla sürme sırasında birçok yerde (Asice, Karakeçili gibi) mozaikler bulundu. Bir kısmı bilinçsizlikten tahrip edildi, bir kısmının üstü kapatıldı.

Çıkrıklılar, Tırkan Aşiretine mensup. Kökenleri konusunda farklı fikirler var. Bazıları Orta Asya Türkmenleri oldukları ve sonradan Kürtleştikleri görüşünde. Salih Işık gibi gençler ise dedelerinin anlatımına dayanarak şöyle diyor: ‘Biz Suriye’den geldik. Kürtçe adımız Teyrikan’dı, sonradan Tırkan’a dönüştü. Türk olduğumuz iddiası bu isim benzerliğinden kaynaklanıyor.’ Çevre köylerinin geçimi, tarım ve hayvancılıktan. Eskiden taşlık arazide pirinç ekilirdi, sonra arpa ve buğdaya ağırlık verildi. Şimdi de domates ekiliyor. Hasat bitince üstü açık kamyonlarla Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiyorlar.

Köyün biraz ötesinde çadırda bir göçer düğünü vardı. Gördüğüm düğünlerden farkı şuydu: Kaval eşliğinde halay çekildi. Yakın dönemde bir akrabaları vefat ettiğinden, çalgı ve oyun işi uzun sürmedi. Erkekler tarafında yanık sesli bir hoca Kürtçe mevlit okudu. Gelin karşılama sırasında bulgur (bereket için), tuz (nazar için) ve şeker (çocuk ve mutluluk için) serpildi. Aslında köy düğünleri eskiden yedişer davul zurna eşliğinde bir hafta sürerdi; şimdi üç güne indi. Düğünler için dışarıdan aşık (şölen hizmetlileri), gevende (davul-zurnacı) ve dela’ile (çalgıcı-çengi) getirilirdi. Siverek’te görüştüğümüz davulcu Ali Satan, baba mesleğini sürdürüyor. Yılda 100, 150 düğüne gidiyor. Davul kendi yapımı, zurna Antep’ten geliyor. Davul derisine yakılan kına, bakire kızları onurlandırma simgesi.

Kendini Siverek kültürüne adayan Ramazan Özgültekin’le ilçe merkezinde buluştuk. Karacadağ’daki eski geleneklerden bahsetti. Eskiden ‘karlık’ denen çukurlarda taş döşenir, üzerine saman serpilirdi. Onun üzerine kar konur ve toprakla örtülürdü. Gençler çukurun üstünde davul eşliğinde tepinirdi. Sonra çukurdaki kar kalıplar halinde çevre il ve ilçelere taşınırdı. Özgültekin, Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat Seferi’ne giderken Karacadağ’dan getirilen ‘Hamravat Suyu’nu içip rahatladığını söylüyor. Kanuni “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/ Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” mısralarını bu suyu içince söylüyor.

Karacadağ’ın doğu yüzü Diyarbakır’a, Çınar ilçesine bakıyor. Ovabağ, Kalecik, Leblebitaş (Çepeniya) ve Karasungur (Geliyebukan) köylerini geçiyoruz. Burada volkanik patlamalar sanki dün yaşanmış gibi, arazi 50 kilometre boyunca uzanan bir kömür deposunu andırıyor. Bir yandan da bazaltların içinden ağaçlar fışkırıyor. Ovabağ muhtarı Kemal Yüksel, Zıriki Aşireti’nden. On yıllar önce Ağrı taraflarından geldiklerini söylüyor. Muhtar bilinçli bir çevreci. Avcıların az görülen yabani hayvanların soyunu kurutmasından şikâyetçi: “Kurt hâlâ var, tavşan kalmadı. Domuzlar pirinç tarlasına saldırınca teneke çalıp kovalıyoruz. Keklik ise tarım ilaçlamasından bitti. Son zamanlarda birkaç ceylan gördüm ama avcıların kurbanı oldular.”

Diğer etekte göremediğimiz pirincin hasını, muhtarın tarlasında bulduk. Yöre pirinci deyince durmak lazım! Taşlık ve soğuk suyla beslenen toprakta yetişiyor. Yedi yılda bir ekilmesi gerek, yoksa toprağın bereketi kalmaz. Arazinin yapısına göre bire 60 ürün verebilir. Bir ölçeğe dört beş ölçek su koymak yazım ki, beyler sofrasının pirinci kıvamını bulsun! Ahmed Arif bam telini yakalamış: “Karacadağ’da çeltikler/ Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi/ Ayak bileğinde bir dizi boncuk/ Sol omzunda nazarlık/ Dağ başında unutulmuş, üşümüş/ Minicik bir aşiret kızının/ Damla damla, berrak olur pirinci/ Kamyonlarla, katır kervanlarıyla/ Beyler sofrasına gider”

Gıre Bedro’da (Bedro Tepesi) bulunan obadakiler Zazaca ve Kurmanci konuşuyorlar. Anlattıklarına göre 300, 400 yıl önce Bingöl tarafından gelmişler. Bir paşanın hışmına uğrayan kardeşler dört bir yana göçmeden önce kendi aralarında bir parola belirlemiş: şeva reş, şuva reş; miya qer, berxe ber. (Kara gece, kara nadas; karakoyun ve önündeki kuzu.) Bu sayede yüzyıl sonra birbirlerini bulmuşlar. Onlar da yaşamlarından şikâyetçi ama başka meslek olmayınca köy ile yayla arasında idare etmeye çalışıyorlar. Yöredeki biricik deve sürüsü bu göçerlerin mülkiyetinde. Karacadağ’da tilki, kurt, domuz, kertenkele, akrep bol bulunuyor. Fakat yöreye asıl nam salanlar yılanlar. Kırmızı yılanlar kuyrukları üstünde başları dik yürüyor. Nadir bulunan beyaz yılan mübarek sayılıyor. Karayılanlar, hem kırmızıları hem kendi türlerini yiyor. Köylüler birçok kez iki karayılanın kuyrukları üzerinde birbirine sarılarak dövüştüğüne veya seviştiğine tanık olduklarını söylüyor. Krem rengindeki yılan ise uyuz keçilere ilaç olarak kullanılıyor.

Diyarbakır Dicle Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Selçuk Ertekin’in Karacadağ’da Bitki Çeşitliliği adlı kitabı, yöre florasına ışık tutuyor. Karacadağ ve eteklerinde, arasında endemiklerin de bulunduğu 250’den fazla bitki türü var. Ayrıca buğdaygil ve baklagillerin yabani akrabaları da bulunuyor. Geven, pişik geveni, safran, düğünçiçeği, kenger, yılanyastığı, papatya, kandamlası ve sütleğen yörenin en fazla göze çarpan bitkileri olarak biliniyor. Geçmişte orman örtüsü meşe, mazı, çitlembik, dardağan, alıç, menengiç, ahlat, yabani armut ve dişbudak ağırlıklıydı. Ama 40, 50 yıl öncesine kadar görülen ormanlar günümüzde çok azalmış durumda.

Ş.Urfa Harran Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden Hasan Akan’la da görüştük. Karacadağ’daki bitki çeşitliliği, ona ‘botanik turizmi’ fikrini vermiş. Kitabında çiçeklerin Latince, Türkçe ve Kürtçe isimlerini sıralıyor: Yabani soğan (zilkura), Harput soğanı (sirım-girven), dağsümbülü (zul-zule kera), peygamberçiçeği (payavşani, de’lık)… Liste uzayıp gidiyor. Göçerlerden 63 yaşındaki Tevfik Turhan, Geloşka Dımırci (Demirci Tepesi) denilen yeri gösterdi bize. Virane bir şehir kalıntısına, hiç harç kullanılmadan yapılmış kale ve evlere rastladık. Büyük kayalara kalp ve köşeli ‘o’ harfi benzeri şekiller kazınmıştı. Turhan, yolda rastladığımız çiçeklerin isimlerini sıraladı. Doğukent (Dasdibek) Köyü’nden Mahmut Yıldırım tepeliklerdeki ağaçları en son 1960’larda, siyah laleyi ise 1975’te gördüğünü söylüyor. Biri kesimden, diğeri erozyondan yok olmuş. Yine de nazlı bir sevgili Karacadağ. Uzak bir hayal, bir baba ocağı, bir şiir, bir hikâye. Kürt aşiretlerinin göç otağı, göç yatağı. Binlerce yıllık tarihin tanığı.

 

Kaynak: posseyyah.com

Taze Datli

Siz hiç halka tatli yediniz mi? Ben yedim, hem yedim, hem de sattım. Harika bir tad. Çocukluğumun tadı. Sabahın köründe Tatlıcı Koço’nin evine gider, sıcak sıcak tatlıları alüminyum tepsiye koyar, özellikle kalabalık yerlerde satmaya çalışırdık. Tatlıcı Sefer İlk sıcak tatlıyı tepsiye koymadan istisnasız yememiz için verir, diğerlerini tek tek sayarak tepsiye koyardı. Tepsiyi ya başımıza, ya da elimize alarak sokaklarda “Taze Datli ” diye bağırırdık. Kazandığımız üç beş lira ise okul harçlığımız olur, kendimizi zengin sayardık…

Susamayan üretim…

“Susamam”, Rap müziğin kökenine kadar hakkını veren bir protest üretim. Rap müziğin tanımında kafiyeli şiirsel anlatım, break-dance ve graffiti sanatı var.

Özlem Yalım T24

Bu yazı yazılırken arka fonda 18 Rap sanatçısının bir araya gelerek hazırladığı Susamam parçası çalıyor. Ben çok severim; Rap sevip sevmememiz bir yana, müzik yaratıcı bir ifade formudur ve bu müzik eseri, milyonların sevgisini bir gecede kazanması ile tanıdık olmadığımız bir şey başardı: insanları bir kez daha yaratıcı düşünce etrafında birleştirdi;

“Biz” çağındayız ne de olsa!

Diğer yandan; içinde bulunduğumuz düzene büyük bir “diss attı” 18 rapçi; diğer bir bakış açısıyla, yaratıcı üretim! Kuşkusuz popüler kültür tarihinde de yerini aldı. (Şimdi annem anlamayacak, açıklamalıyım: Diss atmak, İngilizce’deki disrespect/saygı göstermemek kelimesinin konuşma dilindeki kısaltılmışı. Küçümser ve aşırı eleştirel olmak anlamında kullanılan bir terim.)

Yaratıcılık kelimesinin tasarım işi ile ilgili basın bültenlerinden çıkarıldığı zamanları hatırlıyorum. O dönemde yükselen değerler doğrultusunda “yaratıcılık Allah’a mahsustur” düşüncesi incitilmek istenmiyordu belli ki. Reklam dünyası kendine “kreatif” kelimesini seçti, hayatını kurtardı. Zorlandığım zamanlar olmadı desem yalan olur; zira ben kişisel tarihimde yaratıcılıktan ve yaratıcı kelimesinden korkmayanlardanım. Allah’a şükür maneviyatım yerinde; Tanrı’ya olan inancım ile tasarım işlerini birbirine karıştırmıyorum o kadar!

Yaratıcı düşüncenin toplam yaşam kalitesindeki önemi, ilk öğretimden itibaren aşılanan yaratıcılık temelli eğitim anlayışı, iş dünyasına, ülke ekonomisine, sosyal yaşama etki eden yaratıcılık.. tüm bunlar yaşamımızı adadığımız meseleler. Dünyanın gelişmiş ekonomileri, büyük şirketleri bu değerlere verdiği önem ile yol alıyor. Bizler de bir avuç ilgili meslek erbabı, modacısından ürün tasarımcısına, mimardan grafik tasarımcısına bu alanlarda toplumsal bilinç yaratmaya çalışıyoruz. Bilinç talep demektir; daha iyi bir yaşam ideali için talepte bulunabilmek.


Gambialı Griotlar (1974)

Susamam, Rap müziğin kökenine hakkını veren bir protest üretim. Rap müziğin tanımında kafiyeli şiirsel anlatım, break-dance ve graffiti sanatı var. Temellerini 13. Yy’daki Batı Afrika Griot’larından aldığı belirtilen bir sanatsal ifade türü. Griot’lar aslında bizim halk ozanlarımızın Afrika kıtasındaki bir karşılığı. Kafiye ile şiirsel bir sözlü anlatım yapan kimselere Griot deniyor. Bu anlatımı destekleyen, Anadolu için nasıl saz ise, Afrika için baskın bir davul ritmi (beat). Amerika’daki Afro-Amerikan topluluğun sokaklarda kendi dertlerini kültürel bir iç güdü ile ritmik bir biçimde anlatagelmeleri ile rap müzik türü yaygınlaşıyor. Tabii her eğilim gibi bunu da yaygınlaştıran öncüler var. Özellikle New Yorklu DJ’lerin sokaktaki bu sözlü ritmik anlatım kayıtlarını alıp dönemin soul, caz gibi müzik türlerinin notaları ile harmanladığı performansları, Rap’in bir tür olarak ortaya çıkmasında etkin oluyor.


DJ Kool Herc (1970)

Genel bir kanıya göre, 70’li yıllarda Bronx’ta, DJ Kool Herc’in okul partilerinde sergilediği performanslar bugün Rap müzik türünün başlangıcı olarak gösteriliyor. 80’lere kadar DJ’lerin kendi performanslarını kayıt etmek gibi bir yönelimleri yoktu; bu müzik üretiminin bir tür (genre) olarak tanımlanması, 1982 tarihinde Melle Mel ve Ed Fletcher’in kâr amacı gütmeyen bir ortak kayıt olarak gerçekleştirdiği “The Message” isimli parça ile oluyor*.

Rap müzik sever ve dinler bir kişi olarak açıkçası, bu kelimenin nereden geldiğini araştırmamıştım. Rapso kelimesinden geldiğini öğrendim. Rapso, Karayip bölgesinin Afro-Amerikan kültürüne ait bir Tirinidad müziği imiş. Ritmik ama sözlü anlatım ağırlıklı bir Calypso türünden ortaya çıkmış; zamanla ucundaki ek atılmış ve dönüşen versiyonlarına Rap denir olmuş. Bu türdeki ilk kayıt olarak belirtilen Lancelot Layne imzalı Blow Yay isimli parça şuradan dinlenebilir:

Rap müzik, tüm bunlardan da anlaşılabileceği gibi hikâye anlatıcılığının notalarla birleştirilmiş hali. Tasarımın da bir hikâye anlatım formu olduğunu savunan pek çok görüş var. Tasarımın sadece üründen, estetikten ibaret olduğunu düşünmek artık epey geri kalmışlık. Tasarım bir kritik aracı, sosyal bir dönüştürücü. İyi tasarım demek en iyi hikâyeleri anlatabilen demek. O hikâyenin içine sizi çekebiliyorsa, bir ürün, bir hizmet, bir anlayış, işte orada uzun soluklu ve nitelikli bir tasarım anlayışından bahsedebiliriz.

Tasarımı hikâye anlatıcılığı ile buluşturan nokta, öncelikli olarak bu mesleğin empati yapabilme özelliği. Tasarımın çözüme ulaştığı problemler kullanıcıların kendi deneyimlerinden ve algılarından yola çıkılarak tanımlanıyor. Sonrasında ise tasarlanan ürün veya hizmet, kendi hikâyesini anlatmaya başlıyor. Kullanıcısını bu hikâyenin içine entegre edebilen tasarım başarıya ulaşıyor.Tasarımın hikâye ile buluştuğu bu en kritik nokta aynı zamanda o ürün veya hizmetin pazarlanmasındaki ana arterleri de belirliyor; hikâye kendini ne kadar kabul ettirebilirse, o kadar yaygınlaşıyor; böylece yeni bir fikrin kendini kabul ettirmesi de o kadar başarılı oluyor.


İstanbul vapurlarında bir kabak soyucunun hikâyesini kim bilir kaç kez dinlemişsinizdir. O ürünü sattıran seyyar satıcının anlattığı hikâyenin ta kendisidir

Yaratıcı bakış açısı, problemleri fark edip bunları tanımlayarak kendi araçları ile ortaya koymak demek. Ortaya koyduğunuz yeni meta, yaratıcı bir üretim. Bu ister bir Rap parçası olsun, isterse bir saç kurutma makinesi, ikisi de yaratıcı insan beyninin ortadaki bir soruna gösterdiği tepkimenin usa yansıması ile oluşturulan bir değer.

Genellikle yaratıcı potansiyelin ortaya çıkması için, insanların özgürlüklerinin sınırsız olduğu, bağımsız kararlar verebildiği koşulların olması gerektiği vurgulanır. Grubert, Inglehart, Putnam, Sternberg, Wei-Ming gibi siyaset bilimi, psikoloji veya ekonomi alanında çalışan pek çok düşünür bu bağlamdaki görüşlerini ifade etmişlerdir. Rus psikolog Nikolay Danilevsky “Büyük Kültürlerinin Dinamiği” isimli çalışmasında şöyle diyor: “Potansiyel olarak, yaratıcı olan bir grubun medenileşmesi / gelişmesi için, o grubun ve tüm alt gruplarının siyasi olarak bağımsız olmaları gerekir.”

Bu çalışmaların tümünde tanımlanan yine de demokrasi değil; oligarşi veya aristokrasiler altında da yaratıcılık boy göstermiştir, burada kastedilen insanların yaşamın çeşitli yönlerinde sahip olduğu, düşünce ve yargılarının yasal sorumluluklarını üstlenebildikleri türden bir özgürlüktür. (Törnqvist 2004)

Diğer uçtaki pek çok çalışma da yaratıcılığın aksine zor koşullar altında tetiklendiğinden bahseder. Lebuda’ya göre “Disiplin değiştirici yaratıcı üretimler zorlu koşullar ve ihtiyaçlar altında ortaya çıkar.” Roberson’un 2010’da ortaya koyduğu üzere sosyal karışıklık dönemleri yaratıcı düşüncenin ve üretimin tetiklendiği zamanlardır. Emery, Henzen, Perkins gibi isimler de çeşitli baskılar, hayal kırıklıkları ve yoksunluklar karşısında yaratıcılığın arttığını ortaya koyan çalışmaları sunmuşlardır.

Toplumların siyasi atmosferleri yaratıcılık üzerinde etkilidir. Siyasi bağlamın kültür üretimi üzerinde etkili olduğunu Mark Runco, Theories of Creativity isimli kitabında anlatıyor (2014).

Amerikalı psikoloji profesörü Jay Seitz’a göre toplumun maruz kaldığı politik güç, kaynakların insanlar arasındaki farklı dağılımı, kişisel çıkara dayalı kapitalist yaklaşımlar, tarihsel faktörler de bireylerin yaratıcı düşüncelerini kısıtlayan faktörler arasında. Bütün bunlara kurumsal kontrol mekanizmaları, siyasi erk baskısı ve dini sansür eklendiğinde yaratıcılık üzerinde de ciddi bir baskı oluşuyor.

Yaratıcılığı etkileyen unsurlar arasında sosyal modu, yani zamanın ruhunu ilk dile getiren Simonton olmuş. Bu psikolog çeşitli tarihsel geçmişlere sahip 772 sanatçı ile yürüttüğü çalışmalarını 1984 yılında yayınlamış. Simonton’un 1990 yılında sürdürdüğü çeşitli çalışmalar da yaratıcılığın politik şartlardan doğrudan etkinlendiğini ortaya koyan bilimsel araştırmalar arasında.

Maslow’a göre yaratıcılık, bireysel ifadenin bir formu ve kişisel saygınlığın tezahürüdür (1963.) Buradan hareketle zorlu zamanlarda, protesto etmek ve toplumsal algıyı yeniden düzenlemek üzere duyguların ifadesi için, yaratıcı üretimin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Jamison, yaratıcılığı “zulme karşı içsel direnç göstermenin bir yolu” olarak tanımlamaktadır. Olumsuz deneyimler, psikolojik olarak yaratıcılığı tetikleyici güce sahiptir. Tarihteki pek çok yaratıcı atak bu türden olaylar sonrasında patlak vermiştir. Grevler, salgınlar, baskıcı rejimler, dini yaptırımların insanlar üzerindeki baskısı sonrasında insanlık her zaman yaratıcı fikirler etrafında kümelenmiş ve eşi benzeri görülmedik biçimde değişimlere sebep olmuşlardır.

Sorokin’in 1937-67 yıllarında yaptığı çalışmalar sonucunda ortaya koyduğu “Kutuplaşma Yasası”na göre, yaratıcı düşünce jenerasyonlar arasında da çeşitli tepkimelerle ortaya çıkabiliyor. Örneğin aşırı milliyetçi olan bir jenerasyon sonrasında milli eğilimler bakımından bu türden bir homojenliğe rastlanmıyor veya dini inanışların, baskıcılığın yüksek olduğu bir dönemin ardından gelen yeni nesil bu anlayışın tam tersi kutupta eğilimler gösterebiliyor.

1930’lardan günümüze dek yapılmış olan sayısız araştırma ve bilimsel çalışma gösteriyor ki, insanın iç güdüsel olarak sahip olduğu ve onun yaşamını sürdürülebilir kılan özelliklerinden biri yaratıcı üretim. İnsanlığın tüm uygarlığı bu dürtü ile şekillenmiş. Aşırı uçlardaki baskıcı kısıtlayıcı yönetim biçimleri altında, totaliter rejimler zamanında bile insanlığın yaratıcı üretim gücü bir an olsun eksilmemiş; aksine tetiklenmiş; yasaklar bana mısın dememiş, kazanan her zaman insanın özgün doğası olmuş.

Yaratıcı düşünce bir türlü susamamış.


 (*) Meraklısı için bu kayıt resmi olarak “Flash and The Furious Five” ismi ile yayınlanmıştır.

İstanbul depremi üzerine…

Rahmetli annem okur yazar olmamasına rağmen İstanbul ve çevresinde yaşanan depremler üzerine “İstanbul’da deprem olmasın da, nerede olsun? Bunca bina, bunca betona toprak mı dayanır?” derdi.

Bu gün yine depremle anılır oldu İstanbul. Bir panik içinde sevdiklerimize ulaşmaya çalıştık. Telefonlar mevta. Kısa süreliğine de oksa dış dünya ile temas kesildi,hala da sağlıklı iletişim yok.Allah muhafaza daha şiddetli olsaydı ne yapacaktık?

Neyse herkese geçmiş olsun. Unutmayın deprem değil, binalar öldürür…

Yalan ve gerçek

Bazen kendim bile tuhaf ve ilginç bulduğum düşünceler kafamda belirir. Her şeyin daha şeffaf ve anlaşılması için insan bedeninde bir ışık ya da alarm sistemimin olması gerektiğini düşünürüm.

İnsan yalan söylediğinde lamba yansın ya da alarm sistemi kendiliğinden devreye girsin.

Bakalım o zaman insan yalan söyleme cesaretti gösterebilir mi?

Bu gün yalan üzerine kurulan yığınca iş var ve insanlar yalan söyleyerek işlerini yürütüyor.

Hatta bazı işler var ki gerçeğin zerresi yok. Her şey bir yanılsama ve kurgu. Ama buna rağmen binler, onbinler hatta yüzbinler peşinde koşturur, yalanı gerçek olarak kabul eder, yatırım bile yapar.

Bahsettiğim sanal dünya değil. Sanal dünyanın bile bir fiziksel alt yapısı ve düzeneği var.

Yalanın bir alt yapısı ve fiziksel düzeneği yok. Bu nedenle hızlı yayılır, kısa sürede yeryüzünü dolaşabilir. Hiç bir hız ona ulaşamaz. Yalanın hız birimi yoktur. Yeryüzünü bir saniyede de gezebilir, çağlar sürecek bir zaman diliminde de dolaşabilir.

Yani yalanın niteliği ve tasarım gücü onun dolaşım hızını ve etkisini oluşturur.

Çevremize bakalım, insanları göz önüne alalım. Uzaklara, sanal ve banal dünyalara bakalım.

Gördüğümüz nedir?

Kocaman bir yalan mı?

Değil elbette. Gerçek olan kocaman bir cihan. Yalan fiziksel gerçeklikle ilgili değil, asıl özüyle ilgilidir.

Karpuz iriliği ve alımlı rengiyle vardır, ortadadır. Ama tadıyla ilgili gerçeklik satıcı açısı dan her daim yalan üzerinedir. Bal gibi karpuz denildiğinde aslında bir gerçeklikten çok, bir olasılıktan bahseder. Ama insanlar karpuzu bal tadında olacağına inanarak alır. Karpuzun kabak çıkma olasılığı olsa da; kıpkırmızı, şireli bir içe sahip olacağına olan inancıyla hareket eder.

Hayat bir meyve değil tabi. Karpuz kabak çıksa da hayatımız çok kesintiye uğramaz. Bir sinek ışırığı bile karpuzun kabak çıkmasından daha acı vericidir.

Asıl mesele hayatımızı yönlendiren, bir ömür boyu etkileyen yalanlar karşısında durabilmektir. Çünkü öyle yalanlar var ki insanda bir ömür yaşar, yetmez geleceğe miras kalır.

Uzatmanın anlamı yok. İnsan yalan üzerine bir dünya kuruyor. Alıcısı da oldukça fazla. Hatta yalandan uzak olanlar, bir nevi dışlanıyor, cezalandırılıyor.

Gerçek ahlakla ilgidir,yalan ise basit bir zeka oyunudur. Ahlaklı olanlar yalana ihtiyaç duymaz, hayatını doğruluk üzerine inşa eder. Amaçlarına ulaşmak için gerçeklerden uzaklaşmaz, yalan sistematiğe girmez.

Ama bunun çok zor olduğunu belirtmek gerekiyor. Hatta imkansız da diyebilmek mümkün.

İşte bu nedenle insan anlında bir ışık olmalı. Yalan söylediğinde yansın. Başka da bir çözün aklıma gelmiyor.

Şu dünyanın haline bir baksanıza. Koca koca insanlar, milyonlarca kişinin gözlerine baka baka yalan sistemlerini tıkırında geliştiriyor. Beyaza kara diyor, iyiye kötü, aça tok, yalana doğru, büyüğe küçük, batı’ya doğu diyor ve başarılı oluyor.

Hatta bu koca bir yalandır. Beyaz denilen renk karadır;bakın, görün diyenler yerlerde sürüklenir, kodes yolu gösterilir…

Nasıl bir ruh haliyle yalansız bir düzenek yok gibi. Her şeyde bir yalan var.

Neyse bu sabah sizin içinizi karartmak niyetinde değilim. Bahar tadında bir gün olsun. Yeşil, mavi ve çiçeklerle dolu bir zaman dilimine sahip olun.

Yalana kanmayın diyeceğim ama çok banal kalır.Her ne yaparsanız yapın, yeter ki insana, doğaya zarar vermesin.

Bütün yalanlara rağmen bunu yapabiliriz…

Kalın güzelliklerle.