Sıradanlaşan hayattan, sıra dışı bir an…

Yazı ve Fotoğraf  merakım daha küçük yaşlarda başladı. Ailemin imkanı aslında fotoğraf ve yazının peşinde koşmama müsait değildi. Ailem bir an önce okulu bitirip, devlet kapısında memur olmamı istiyorlardı.

O dönem genel olarak bütün aileler böyle düşünüyorlardı. Çünkü devlet kapısı bir kurtuluş olarak görülüyordu.

Ailemin isteklerine denk bir öğrenciliğim olsa da, çalışkan bir öğrenci değildim. Daha çok hayal ettiğim dünyanın ışıltılarını yakalamaya çalışıyordum. Arkadaşlarım matematik çalışırken, ben bozuk fotoğraf makineleriyle fotoğraf çekiyor, Yaşar Kemal okuyor, yerel ve genel basına hiçbir ücret almadan gönüllü  muhabirlik yapıyordum.

Neyse ki okulu bitirdim, takdirlik bir öğrenci olmasam da kitap okumanın faydasıyla bazı derslerden yüksek notlar almayı başarmıştım.

Lise bitip, üniversite yılları başladığında fotoğraf hayatımda daha fazla yer almaya başladı. İlk sergimi Eğitim’de okurken, resim atölyesinde açtım.

İlgi beni bayağı motive etti. Daha büyük hedefler önüme koymaya başladım, bazı gazetelerin kapısını çalmaya, muhabirlik işini ilerletmeye başladım.

Okul bitince fotoğraf ve gazete merakım ve öğretmenlik mesleği beni bir yol ayrımına getirdi. Tercihim gazetecilikti ama yaşam gerçekliğim öğretmenliği dayatıyordu. Çünkü düzenli maaş alacak bir gazetede iş bulmam imkansız gibiydi.  Bu nedenle öğretmenliği seçmek zorunda kaldım.

Öğretmenliğe başladıktan sonra fotoğraf ve yazı işi biraz gerilere itildi. Ama zaman zaman birkaç karma sergiye katıldım, fotoğraflarımı bazı dergi ve gazetelere göndermeye devam ettim. Ama artık bir öğretmendim. Herkes benin fotoğraf ve gazetecilik sevdamı ötelemem gerektiğini söylüyordu.

Bu nedenle 90-95 yılları arasında fotoğraf çekmeme rağmen, çok yoğunlaşamadım. Hatta bir süre koptum denilebilir. Ama sonra yeniden merakım depreşti.

İşte tam da bu dönemde Urfa merkezde öğretmenlik yıllarımda bir sergi açma fikri gelişti zihnimde. Çalışmalarımı gözden geçirdim, olanaklarım son derece kıt ve sıkıntılıydı. Her hangi bir sponsorum yoktu, bir kurum kuruluştan destek almıyordum.

Buna rağmen negatiflerimden  elli adet fotoğraf belirledim, tab için fotoğrafçıya verdim. Çerçeve, paspartu ve benzer malzemeleri zor bela ayarladım.

Önce Kültür Bakanlığına bağlı sergi salonuna müracaat ettim.  Tamam dediler, ben de hazırlığımı devam ettim, afiş bastırdım, davetiye dağıttım. Ama sergiye iki üç gün kala, “Kusura bakmayın valiliğin bir programı nedeniyle sergi salonunu size tahsis edemiyoruz.” Dediler. Şok oldum ama yapacak bir şey yok. Bir çözüm bulmam lazım, bu hazırlıklar boşa gitmemeli diye düşündüm.

Aklıma kenttin ikinci sergi salonu geldi. Hemen Sanayi ve Ticaret Odasına koştum. Dilekçe, görüşme, bekleme derken “tamam” dediler.

Rahatladım, afişleri tek tek değiştirdin, davetiye dağıtılan yerlere tekrar davetiye verdim.  Artık bir sorun çıkmaz umuduyla açılışa kilitlenmek üzereyken, Sanayi ve Ticaret Odasından da haber geldi, maalesef salon dolu!

Bu kez şok yerine kahroldum.

Gidebileceğim kapı kalmadı, kentte başka salon da yoktu.

Bir ara  fotoğrafları evde sergilemeyi bile düşündüm, ama sonra saçma olur düşüncesiyle vazgeçtim.

Bir iki gün dolandım ortalıkta.  Sonra sürekli fotoğraf için ziyaret ettiğim, mağarada  ip eğiren yaşlı usta aklıma geldi.

Hemen oraya, mağaraya koştum.

Yaşlı amca her zaman ki gibi mağarasında eski yöntemlerle ip eğiriyordu. Beni tanıdığı için istifini bozmadan işine devam etti.

Ben de sessizce bir kenarda izlemeye başladım.

Mağara hem eski, hem de rahat 100 m2 var. Yani işimi görür. Üstelik eski tezgahlar, ip eğirme dolapları işe daha otantiklik katabilirdi.

Tek sıkıntı, mağarada elektrik yoktu..

Ara verdiğinde, konuşmaya başladık. Önce sıcak bakmadı, ne dediğimi tam anlamadı.

Neyse ki ikna etme yollarını buldum. Birkaç kez gidip, gelmem ikna etmeme yetti. Zor olsa da,inadını kırdım ve sergi için on beş gün süre aldım.

Usta anahtarı bana vererek, sergiden sonra geleceğini söyleyerek mağaradan ayrıldı.

Ben, mağara ve asırlık ip eğirme dolaplarıyla baş başa kaldım.

O gece sabaha kadar, yapacaklarımı kafamda tasarladım.

Ertesi gün hemen işe koyuldum. Yıllardır mağarada yakılan ateşten isle kaplı yek pare kaya yüzeyini toz kireçle dezenfekte ettim. Sim siyah is tabakasına, beyaz toz kireç serpiştirmek, bir tezatlık oluştursa da, ortaya hoş bir görüntü çıktı.

Sonra ilaçladım. İlaçlama işi için belediye emekçilerini ikna etmem kolay oldu.  Sağ olsunlar, beni kırmadılar.

İki üç kez ilaçlama yaparak mağarayı daha hijyen hale getirdiler…

Mağara çok eskiydi. Belli ki yıllar,asırlar önce burada  hayat sürmüştü.

Mağaranın orijinalliğini hiç bozmadan, hiçbir şeye dokunmadan fotoğrafları tezgahların üzerine, eğriltilen iplere astım. Örümcek ağları ayrı bir desen oluşturdu.

Elektirik için Balıklıgöl Vadisinden sorumlu Vali Yadımcısı Hasan Duruer’e gittim. Bir sergi açacağımı söyledim. Durumu anlattım. Sanırım derinlikli düşünmeden, görevlilere yardımcı olun talimatını verdi.

Böylelikle mağaraya uzun bir kablo ile elektrik çekildi. Bir iki güçlü projektör, mağaraya ayrı bir hava verdi.

Bu kez davetiye dağıtmadım, el altında dostlara, gazetecilere haber gönderdim.  Ve sergi açılışına bütün gazetecileri çekmeyi başardım.

Çok sayıda gazeteci mağarada sergi fikrini ilginç bulacak ki, mağaraya akın etmişti. Ben klasik bir açılış yapılmayacağını ifade ettikten sonra,  salon vermeme sürecini açıkladım. Mağarada sergi açmam aslında bir protesto biçimidir diye ifade ettim.  Ben salon istedim, ama sergim için salon vermediler dedim.

Gazeteciler şaşkın, ilginç bir mekanda sergi fikrine ince bir protesto da eklenince, haber bir anda önemli oldu.

Basına düştüğü gibi, gelemeyen gazeteciler de mağaraya akın ettiler.

O gün oldukça popüler olan Ali Kırca ana haber bültenine meseleyi taşıdı. Sanat 3 bin yıl sonra mağaraya geri döndü diye haber yaptı. Tabii salon verilmediği de haber de sık sık işlendi.

Canlı telefon bağlantısı olacaktı, ama  o gece Çiller hükümeti istifa ettiği için gündemin gerisinde kaldım.

Sergi tıklım tıklım, ilgi düşündüğümden fazla, duyan geliyor.

Tabii bu ara dedikodular da yayılmaya, sergi afişi yırtılma başlandı. TV ve gazeteler haberi verince, polis de devreye girdi.Tek tek sergi fotoğrafları videoya çekildi, fotoğraf isimleri tespit edildi. Bazı kişilerin olayı başka yerlere çekmeye çalışması neyse ki boşa çıktı.

1998 yılının Haziran ayında açtığım“Bir Yürek Mezopotamya” adlı sergime günde ortalama 700 kişi ziyaret etti. Fikret Otyam bizzat sergiyi merak ettiği için Antalya’dan kalkıp geldi.

Japonya’dan, İngiltere’den, Kanada’dan izleyicilerim oldu. 12 basın kuruluşu, iki tv, onlarca dergi haberi verdi, röportajım yayımlandı.

Röportajı yayınlayanlardan  biri de dosttum A. Rezzak Elçi’ydi. O tarihte sergiyi Yazgı Dergisinin sayfalarına taşıdı. Kendisine o gün teşekkür etmiştim, ama buradan tekrar teşekkür ediyor, kalemine sağlık diyorum.

Yazıyı sizinle paylaşmak istedim. Benim için önemli bir belge.

Okunsun, yaşanmışlıklara tanıklık edilsin diye paylaşıyorum.

Aradan 22 yıl geçti.

Ve ben hala fotoğraf peşinde koşan 51 yaşında birisiyim.

Umudumu kaybetmedim, asla umutsuz olmadım.

Umudun fotoğraflarını çekmeye çalıştım, çalışıyorum.  Bu gün geçmişe göre daha fazla deneyim kazandım ama zorluklarda zerre azalma olmadı.

İlginç olan da bu zaten…

Bilin istedim.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s