Mevsimlik hayatların göç seremonisi

Bu yıl mevsimlik tarım işçilerinin göç takvimi, coronavirüs pandemisine denk geldi. Herkes eve kapanırken, onlar uzak diyarlara gitme hazırlığına girdiler. Tarım il müdürlüklerinin önünde uzun kuyruklar oluşturarak sosyal mesafe meselesini aştılar, adeta salgına meydan okuyarak, çalışma izni  için ölümüne bir çaba gösterdiler.

Özellikle Urfa’dan basına düşen haber, fotoğraf ve görüntüler meselenin dramatik  ve yakıcı yönünü bir kez daha ortaya koydu. Türkiye’nin en büyük hidroelektrik ve sulama barajını barındıran, 12 milyon  hektarlık alanda özellikle tahıl ve pamuk ekim yapan Urfa, aynı zamanda en az 30 bin ailesini her yıl mevsimlik işlerde çalışmak üzere uzak illere gönderiyor. Başta Akdeniz, İç Anadolu, Ege ve Karadeniz’e işçi gönderen Urfa, GAP’ın merkezi olma özelliğini de koruyor. Pamuk, buğday, arpa, mısır, mercimek, fıstık ve biber ekiminin Türkiye Tarımsal faaliyetleri arasında oldukça önemli bir orana sahip olması, dışarıya işçi göndermesinde bir etki yaratmıyor.

Hem buğday, pamuk, mercimek gibi  tarımsal ürünlerinde ciddi miktarda rekolte artışı görülüyor, hem de 30-40 bin aileyi dışarıya işçi olarak gönderme süreci işliyor.

Süreci yönetenleri alkışlamak lazım.

Bu tezatlığı nasıl sürdürebiliyorlar, merak ediyorum doğrusu?

Türkiye’nin en önemli gerçekleşmiş projelerine ev sahipliği yapacaksın, hem de her yıl uzak illere ırgat olarak binlerce işçi göndereceksin?

Bravo  doğrusu.

Meselenin buraya kadar olan kısmı buz dağının görünen tarafı. Asıl fotoğraf meselenin yakıcılığını daha dramatik bir şekilde ortaya koyuyor.

Başta Urfa olmak üzere çevre illerden batıya çalışmaya giden binlerle ifade edilen ailenin varlığı, içinde bulundukları koşullar içler acısı olmasına rağmen süreç işliyor. Corana tehdidi olmasa bile sorunları oldukça ciddi boyutta ve bunu herkes bildiği halde, her yıl aynı sıkıntılar tekrar ediliyor.

Her şeyden önce bu insanların bir kaydı, kuydu yok. Düzensiz mülteciler gibi Türkiye’nin her tarafına dağılıyorlar. Çalıştıkları işler düzensiz, ücretleri az ve yevmiye usulü. Aldıkları ücret havanın, ürünün, arazinin durumuna göre değişiklik gösteriyor. Yağmur yağsa, fırtına çıksa, ürün hasadının zamanı gecikse iş başında olmalarına rağmen, ücret alamıyorlar. Bir sigorta girişleri yok, dolayısıyla sosyal güvenceden de mahrumlar. Göçmen kuş misali iş neredeyse,  oraya göç etmek zorundalar. Hijyen ortamlarda yaşamak ve temiz içme suyuna ulaşmaları neredeyse imkansız. Barınma problemleri genellikle arazi başında çadırlarla çözülüyor. Bir koruyucu sağlık şemsiyeleri yok. Sağlıkları gittikleri ilin sağlık müdürlüklerinin insafına bırakılmış durumda. Tarımsal üretimin yapıldığı arazilerde yani sahada oldukları için her türlü zirai ilaçlamanın zararlarıyla karşı karşıyalar. Yollarda balık istifi doluştukları araçların kaza yapması da işin katma değer vergisi gibi.

 Mevsimlik tarım işçilerinin içinde bulundukları koşulları daha da sıralamak mümkün. Bir kere işçi bile değiller. Kölelikten bir tık aşağı, belki amele ya da ırgat demek daha doğru.

Onlarca hayatı sorunları var. Çocuklarının eğitimi zaten yıllardır kangren olmuş durumda. Hiçbir hükümet bu konuda bir çözüm üretemedi. Aldıkları ücret ve içinde yaşadıkları koşulların ağırlığı konusunda bir iyileşme olmadığı gibi, bu insanların arasına son yıllarda sığınmacıların da dahil olması emeklerini daha bir ucuz hale getirmiş durumda.

Üretici kayıtsız, ucuz ve gerektiğinde hakkına çizgi çekebilecek grupları çalıştırmayı kendi menfaati için uygun bulması başka bir sorun olarak meseledeki ağırlığını koruyor.

Çalışma süreleri, aldıkları ücret gerçekten bir standartta tabi değil. Tek avantajları ailece çalışma yaşamlarının içindeler. Çoluk, çocuk tarladalar. Tarla çocuklar için oyun alanı, büyükler için de hava alma, soluklanma alanı değil elbet. Bahardan kışa kadar süren, zahmetli ve sıkıntılı bir süreç. Eğer dönüş yolunda, ya da çalışma esnasında başlarına bir şey gelmezse üç beş ay evlerinde geçirmeleri tek umutları. Kazandıkları para kışı çıkarmaya yetmeye bile az.

Aslında yazdıklarımın çoğu yazılıp, çiziliyor. Hükümet, valilikler bu sorunları benden daha iyi görüyor, raporlaştırıyor.

Ama mevsimlik işçilerin sorunlarının çözülmesi için herhangi bir adım atılamıyor. Çünkü Türkiye’nin tarımsal faaliyetleri emek sömürüsü üzerine oturtulmuş.Gelenekselleşmiş tarım yöntemleri, plansız modernleşme iki tarafı keskin bıçak gibi varlığını sürdürüyor. Bir taraftan insan gücünün en üst seviyede kullanılması esas alınıyor, bir yandan da makineleşerek çalışan insan sayısı azaltılıyor. Mesela, fındık toplamak için insan gücüne ihtiyaç duyulduğu için her yıl binlerce aile Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Mardin’den, Adıyaman’dan Karadeniz bölgesine gidiyor. Ama Urfa’da yetişen pamuk için bir biçerdöver onlarca ailenin işini bir çırpıda son verebiliyor. Ne GAP mastır planı, ne de insani gelişmişlik hedefleri ortada kalıyor.

Böylesi açmazlarda işin kaotik tarafını gösteriyor.

Osmanlıdan günümüze süren mevsimlik göç meselesi sorunlarıyla kendini tekrar etse de, görmezlikten gelmeye devam ediyoruz. Oysa bu göç tarımsal faaliyetlerin olmazsa, olmazları arasında. Ne kadar makineleşirsek, makineleşelim insan gücüne ihtiyaç duyulan alanlar halen varlığını sürdürüyor. Bu nedenle varlıkları tarımsal faaliyetlere, tarımsal faaliyetlerinin sürdürülebilirliğinin de mevsimlik tarım işçilerine bağlı olduğu gerçekliğinden yola çıkarak, sorunları ele alma, çözme konusunda adım atmak bir zorunluluk oluyor.

Özellikle bu yıl coronavirüs salgınının gündemde olduğu bir dönemde bunca insanı ölümün kucağında yaşamaya itmek bir çılgınlık olur. Önlem almak, çalışma koşullarını düzeltmek ve en önemlisi bu kesime bir sosyal güvence şemsiyesi getirmenin zamanıdır. Bu vahşi çalışma yönteminin sürmesi ne insani değerlerle örtüşüyor, ne de çalışma yaşamının kurullarıyla.

200 yıllık bir geçmişe sahip olan mevsimlik tarım işçilerinin serüvenleri her yıl tekrar ede dursun, iş ve ürün nerdeyse, işçiler de oradadır. Çukurova’da, narenciye ve çapa, İç Anadolu’da soğan, pancar, Akdeniz ve Ege’de sera, Karadeniz’de fındık ve daha birçok tarımsal faaliyet gelecek işçilere bağlıdır.

Bu işçilerin herhangi bir nedenle iş başı yapmaması, ya da yaptığı halde çalışamaması ekilen tarım ürünlerinin tarlada, ağaçta çürümesi anlamına gelir.

Bu nedenle aslında 200 yıl öncesi koşullarda çalıştırdığımız binlerce tarım işçisinin varlığı, ülkenin geleceği anlamına da geliyor.

Ama ne yazık ki,

Mevsimlik tarım işçileri birçok haktan mahrum ve insanca bir çalışma koşullarına sahip değiller. Düzenli bir gelirleri yok ve gittikleri illerde zaman zaman ırkçı saldırılara da maruz kaldıkları görülüyor. Ötekileştirilen, kentlere sokulmayan bu insanların ülke ekonomisine katkısı görünmeyerek, aslında tarımsal faaliyetler riske ediliyor. Hem emeklerinin karşılıkları ödenmiyor, hem de tarımsal faaliyetler sekteye uğratılıyor.

Özellikle de bu yıl coronavirüs salgını nedeniyle önceki yıllar kadar rahat bir süreç olmayacak.

Ek tedbirler, hijyen ortamlar ve virüsten korunma mekanizmaları oluşturulmak zorunda. Bu hem bahsedilen grup açısından, hem de genel toplumsal sağlığı açısından çok ama çok önemli.

Salgının şakası yok, tarımsal faaliyetlerin de aksama gibi bir lüksü yok. 

O zaman  köklü bir politika değişikliğine gidilmesi bir zorunluluk kendini dayatıyor. Fotoğrafın genelini görmek, sorunları akılcı ele almak tarımsal sürdürebilinirliği için bir gereklilik.

Mevsimlik tarım işçileri çoktan iş başı yaptı,  yaşam ve çalışma koşulları ise insani olmaktan çok uzakta. Coronavirüs salgını da işin cabası.

Evet var mı bir planınız?

Siyah beyaz fotoğrafın gücü

Yıllardır fotoğraf çekiyorum ve fotoğrafın olağanüstü gücüne de inanıyorum.Hele siyah beyaz fotoğraf bende apayrı bir etki yaratıyor. Çünkü geçmiş bende hep siyah beyaz görünüyor.

Fotoğraf Cuma Nacitarhan aile albümünden izin alınarak yayına verilmiştir. izin için İmkanNacitarhan’a tşkler. 1954 Siverek

Siyah beyaz.

Hayat siyah beyaz da güzeldir. Yeter ki onurluca olsun. Kuru bir ekmek, sıcak bir tebessüm ve insanı özgürlüğe, ışığa götürecek bir yürek en büyük zenginliktir.

Zengin olun.

Yüreğinizde ki zenginliği ortaya çıkarın. Parasal zenginliğin önemi büyüktür ama hükmü ne zamana kadardır bilinmez.

Bu nedenle yürekte ki zenginliği ortaya çıkarın.

Tohumu ekebilen var mı?

Bir zamanlar Çin’de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çaldı..
Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator’un karşısına çıkardılar. Hırsız İmparator’u görünce ona şöyle dedi;
“Değerli efendim, çok açtım,
dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak..”

İmparator dudak büker;
“Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?”

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve;
“Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz..”

İmparator kahkaha atarak;
“Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni..” dedi.

Yoksul adam;
“Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım..
Bu tohumu ancak, ömründe hiç
çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz..”

İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle;
“Ben imparator’um bahçıvan değil, o tohumu vezire ver eksin de altın meyveleri görelim.” dedi..

Yoksul adam, tohumu vezire uzatınca vezir telâşe içersinde İmparator’a dönüp itiraz etti.
“Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinadar başı eksin..”

Hazinadar başı da hemen bir bahane buldu ve bu görevi başkasına devretti.

Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçındılar..

Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü. Başı önünde vezire, hazinadara ve bütün görevlilere dik dik baktı ve;

“Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim.” dedi.
Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için attı.

Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izledi..

Sonra da gülerek;
“Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter.” dedi..

.
Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde tohumu ekecek temiz kimse var mı dersiniz??
(Alıntı)

Kadim zamanların izi: Deq

Kadim zamanlardan kalma dövme geleneğinin geçmişi insanlık tarihi kadar eski olduğu tahmin ediliyor. İlk defa kimler tarafından, ne zaman yapıldığı belli olmasa da,  binlerce yıllık bir geçmişe sahip olduğunu  söylemek mümkün.  Kürtlerin deq, Arapların  wesm, Aprupalıların Tattoo dediği eski usul dövmenin en büyük özelliği bir ömür kalıcı olması. En silimez mürekepten, en etkili boyadan daha etkili ve asla silinmeyen bir özelliğie sahip. Bir kez yapıldığında, bir daha silmek, yok etmek mümkün olmuyor.

1991 yılında Avusturya-İtalya sınırında bulunan Alplerde buzullar arasında sıkışıp kalan, adına buz adam denilen ve 5 bin yıl önce avcılık yaptığı sırada öldüğü düşünülen kişinin bedeninde çok sayıda dövme olduğu tespit edilmiş.Yine Antik Mısırlılarda da bu geleneğin sürdüğü, çok sayıda kişinin dövme yaptırdığı, o dömenden kalmış mumyalardan anlaşılıyor. Antik Yunan’da, Roma’da dövme olduğu tarihi belgelerden anlaşılıyor.

Bu kadim geleneğinin yaşatıcıları giderek azalsa da, Mezopotamya coğrafyasında  yüzünde, elinde, kolunda deq yani dövme görmek her zaman mümkün. Özellikle 50 yaş üzeri kadın ve erkeklerde raslanılan deq daha çok kadınlar tarafından tercih edildiği görülüyor. Deq geleneğinin Afrika kökenli olma ihtimali olsa da, binlerce yıldır Mezopotamya’da yaşayan her milletten  insan,  vucudunun değişik bölgelerine dövme yaptırmış.

Deq tam olarak hangi amaç çerçevesinde yapıldığı anlaşılmasa da günümüze ulaşan bilgilere göre en eski çağlarda insanların sağlık amacıyla dövme yaptırdıkları anlaşılıyor. Bir tür tılsım ya da bir aidiet işareti gelen bedendeki işaretler,  her toplumun ihtiyacına göre insan  varlığını yaşatmış ve bir çok hastalığa şifa gelir diye  yapılmış. Tılsım, nazar ve güzelleşmek amacıyla yapılan dövmeler, aynı zamanda bir soy işareti olarak da kullanılmış. Yıllarca dövme bir tanınma, tanıtma aracı olarak insan bedeninde varlığını korumuş.  Romalılar esir ve kölelerin alınlarına dövme yaparak, her yerde tanınmalarını sağlıyorlardı. Mezopotamya’da her kabile, her topluluk, aşiret kendine has bir işaret kullanmış olduğu yapılan dövmelerden anlaşılıyor.Süryanilerin, Ezidiler, Müslümanlar her toplum kendi kültür ve inancına göre dövme şekilleri oluşturmuş olduğu anlaşılıyor.  Dövmelerde doğurganlığı artıran işaretler mi desen, kahramanlığı ifade eden şekiller mi desen, bütün motifler belli bir anlam yüklenerek bedenlere işlenmiş. Her inanç, her etnik yapı, her kültür kendine göre bir anlam biçmiş ve deqın asırlarca varlığını sürdürmesini sağlamış.

İnsan bedenine işlenen bu işaretlerin ömür boyu silinmeden kalması da bambaşka bir anlam ifade ediyor. İnsan vucuduna işlediği şekillerden bir daha kurtulamıyor, bir ömür taşımak zorunda kalınıyor. Bir nevi künye. Acıyla, kapkara isle yoğrulan, anne sütüyle beslenen ve iğne ucuyla bedene  kazınan bir künye.  İnsanın uzvu gibi kendisinde yaşayan olağanüstü bir künye.

Rahmetli annemin iki kaşının arasında ki kalan boşlukta beli belirsiz bir dövmesi vardı. Deq derdik biz. Hikayesini defa kez sorsakta pek anlatmazdı annem. Çünkü yaptığının ertesi gün pişman olmuş ama artık iş işten geçtiği için bir ömür dövmesiyle yaşamak zorunda kalmıştı.

Birkaç kez üstelensem de hikayeyi anlatmayıp, “Ne yapacaksın deqımı. Öylesine yaptırdım işte.” derdi hep.

Aradan zaman geçti, ben deq hikayesini unuttum ama annem unutmamış olacak ki, bir gün sanırım hiç bahsi geçmediği halde, kendi kendine hikayeyi anlatmaya başladı.

“Henüz 8-10 yaşlarındaydım. Zaman zaman köyümüze buğday, un, yumurta dilenmek amacıyla  göçebe hayatı yaşayan, bizim Qeraçi dediğimiz kadınlar gelirdi. O günde bir kaçı eşya toplamak için  erkenden köye geldiler. Bir süre ev ev dolaştılar, sonra da içlerinden bir ikisi dövme yapmak için evimizin dış duvarının dibine oturdular. Hemen etrafını çocuklar, genç kızlar birikti ,birkaç dakika içinde bir iki kişinin eline, alnına deq yapmaya başladı.

Ben de keraci kadınları izlemek üzere  evden çıktım. Eli öylesine çabuk işliyordu ki, hepimiz şaşkın şaşkın bakıyorduk. Benim hiç niyetim yokken, oturdum kadının karşısına.

Ne ben konuştum, ne de o bir şey sordu. Başladı elindeki iğneyle alnımın ortasında bir şeyler yapmaya. Canım acısa da, gıkım çıkmadı. Kadın ise işini büyük bir ustalıkla anne sütüne karıştırdığı  isli karışımı,  iğneyle anlıma aktardı. İğneyi bir simsiyah merhem gibi olmuş karışıma, bir alnımın ortasına batırıp, işini birkaç  dakikada bitirdi.

Böylelikle benim de bir dövmem olmuştu.

Ben o gün yüzümdeki yaramı saklaya saklaya evde dolandım. Biraz acısa da, dayanılacak düzeydeydi. Annem biraz homurdandı ama bir şey söylemedi.

İki gün sonra yara işileşti. Ben deqı unuttum. Bu gün kü gibi evimizde bir aynamız da yoktu. Annem pek bir şey söylemedi. Ama babam gördüğünde kızdı tabii.

Ben babamın kızmasından sonra defalarca yıkadım, zamanla çıkacağına inandım. Hatta söyleyebiliirim ki günde on defa yüzümü yıkadım bu nedenle.

Alnımın ortasında bir ters çatal (ters v) işareti yapılmıştı. Ne anlama geldiğini de bilmiyordum.  Her şey değişti ama dövmem değişmedi. Bir ömür benimle yaşadı.”

Annem 72 yıl boyunca alnında deqiyla yaşadı ve dövmesini mezara kadar götürdü. Araştırsam da ne anlama geldiğini çözemedim. Başka yaşlı kadınların alında da aynı işareti gördüm ama anlamını söyleyen olmadı.

Dövme nasıl yapılır?

Kalıcı dövme yapmanın bir takım yolları olsa da, Mezopotamya’da tek bir yöntem kullanılıyor. Genellikle kadınların yaptığı dövme için anne sütü, hatta kız çocuğu doğuran lahusa kadının sütünün olması tercih ediliyor. Bunun da mitolojik bir kökene sahip olduğu söyleniyor.   Ateşte uzun süre kalmış kazanın isi kazınarak, sütle bir karışım elde ediliyor.Elde edilen karışım bildiğimiz basit iğnesinin yardımıyla derinin altına mikron mikron itiliyor, iğneyle dövülüyor.

Dövme yapılan yerde derin olmayan bir yara açılıyor, bir iki günde kabuk bağlayarak iyileşiyor ve derinin altına sızan karışım  yeşilimsi bir renk alarak,  ömür boyu silinmez bir iz olarak kalıyor.