Bir yalnızlık öyküsü.

Bir Manastırın Kadim Taşı: Bahê

Bahê’yi ilk defa 26 yıl önce kasvetli Deyrul Zafaran Manastırı’nın taş döşemeli avlusuna ilk girdiğimde, hemen kapıya yakın bir köşede  görmüştüm. Kocaman avluda ilk göze çarpan Bahê’nin donuk, düşünceli yüzüydü. Kapıya yakın bir köşede oturan, zaman zaman  tahta sandalyeden kalkıp, kapıya yönelen Bahê’yi daha dünmüş  gibi hatırlıyorum.  İlk anda Bahê’nin manastırda yaşayan  birisi olduğunu düşünerek, bakıp geçmiştim.

O gün geçmiş zamanlarının kadim izlerini taşıyan Deyr ül Zafaran Manastırının bölümlerini büyük bir hayranlıkla dolaşmış, en eski Güneş Tapınağını ziyaret etmiş, kilisede bulunan ibadet salonunda Suryani inancının kadim sesini duymuş olarak manastırdan ayrılmıştık.

Biz ayrılırken Bahê arkamızdan bakmış, boynu bükük bir şekilde tahta sandalyesinde derin düşüncelere yelken açmaya devam etmişti.

Sonraki yıllarda birkaç kez daha manastıra ziyarete gittim.

Her seferinde Bahê, ya köşesinde oturuyor ya da kapıda gelen ziyaretçileri karşılıyordu. 

Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum.

Ta ki o dönemde Deyr ül Zafaran’da baş rahip Gabriel ’den Bahê’nin hikayesini, ayak üstü de olsa dinleyene kadar herhangi bir bilgi sahibi değildim. Deyrul Zafaran’la adeta özdeşleşen ve manastırın ruhani ortamının bir parçası olan Bahê  yıllardır burada yaşayan birisiydi.

Çok dergah gezen, cami ve kilise ziyaret eden birisi olarak, bazı insanların kendilerini bu tür mekanlara adadığını, uzun bir zaman bağlı olduğu cemaatin içinde kaldığını az çok biliyordum. Ama Bahê çok  farklıydı; yaşamı,acısı, özlemi benzersiz ve oldukça iç burkutucuydu. O ne bir ermişti, ne de Kilisenin bir rahibi. O bir başına altı yaşında koca bir adamdı.

Bir süre sonra merakım depreşse de, Bahê ile  hiç konuşmadım. Ya benim fazla zamanım olmadı ya da  Bahê hiç konuşmadı. Çevresinden bilgiler derledim, hikayesine ulaştım. Notlarıma dahil ettim. Belki bir gün hikayesinin derinliklerine ulaşırım umuduyla zihnimin koridorlarında sakladım.

Aradan yıllar geçti.

Ben Bahê’yi unutmadım desem de, zaman acımasızca geçerek, hikayeyi zihnimde küllendirmiş, unutulmaya yüz tutmuştu. Zihnimde uykuya dalan hikaye, Bahê’nin  2014 yılında hayata 76 yaşında veda etmesiyle tekrar uyandı.

Aslında ben  geç kalmış, hikayesini  kaleme almadan Bahê  sonsuzluk uykusuna dalmıştı. Kendisi hayata veda etse de hikayesi Deyrul Zafaran’ın koridorlarında, binlerce yıllık Güneş Mabedinde yaşıyordu.Araya yıllar girse  de yaşadıklarını kaleme almak, hikayesini yazmak  her zaman mümkündü.

Çünkü  Bahê, dünyanın en çocuk insanı olarak tam 79 yıl ömür sürdü ve 70 yıl boyunca annesini bekledi. Manastırın devasa kapısı sabah erken saatlerde her açıldığında Bahê kapının eşiğinden  yola baktı, gelenler arasında annesini aradı. Akşam olunca boynunu büker, ertesi gün açılacak kapının zamanını gözeterek, uykuya dalmaya çalıştı.

Asıl adı İbrahim olan Bahê 1928 yılında Mardin’de yoksul bir Süryani ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Anne Vedia evde dokuma işleri , Babası Hanna ise Tren İstasyonunda hamallık yaparak geçimini sağlamaya çalışıyorlardı. Üç çocuklu aile yeni çocuklarına İbrahim adını koydular. Anne Vedia oğluna verdikleri İbrahim isminin  yanında kısaca Bahê demeye başladı.

Herkes mutluydu Bahê’nin hayatlarına katılmasına. Baba hamallık yapsa da, bir can daha çoğalmalarına sevinmiş, hayata daha bir bağlanmıştı.

Ta ki Bahe iki yaşında gelene kadar her şey normal seyrinde gitti. O gün yaşanılanlar başta Bahê’nin olmak üzere tüm ailenin kaderini değiştirdi.

Bahê, henüz iki ya da üç yaşlarındayken,  anne Vadia eski Mardin Evlerinin   avlusunda bulunan kuyunun başında uyusun diye onu bırakıp, günlük işlerine baktı. Taş evin bölümlerinde ev işlerini yürüten anne  kısa bir süre sonra oğlunun çığlıklarıyla sarsıldı. İlk anda aklına gelen akrep ya da yılan sokması oldu.   Vadia iç parçalayıcı çığlığa avluya fırladığında, evlerinde bulunan horozun Bahê’nin yüzünü acımasızca parçalamaya çalıştığını; ağzını, gözünü rastgele gagasıyla yaraladığını, zavallı Bahê’nin de can havliyle çığlık attığını gördü.Vadia bir hışımla horozu uzaklaştırsa da, iş işten geçmişti.

Bahê uzun süren iç çekmelerden sonra donuklaştı. Etrafa boş gözlerle bakmaya, acısını bile hissetmemeye başladı.  Hiçbir zaman izleri kaybolmayacak  , yüzünde ve  ruhunda kapanmaz yaralar açılmıştı.

O artık eski Bahe olmadı.  O eski güzel çocuk gitti, daha donuk, kabuslar gören, her şeyden tırsan bir çocuk oldu.Yaşıtlarına göre daha ağır öğreniyor, herkesin konuştuğu Süryanice’yi bile öğrenemiyor, annesinin konuştuğu Arapçayla kendini zor bela ifade ediyordu.

 Bahê için zor günler başlamıştı. Anlama güçlüğü çekiyor, Süryanice anlamıyor, yaşıtlarına göre çok gerilerden hayatı takip ediyordu.

Saf, her zaman çocuk kalacak olan Bahê ailesinin yanında dünyaya donuk bakarken, bu kez babası  Hanna yük taşırken, kalp krizi geçirerek hayata veda etti.  Bahê bu ani gidişin ayırtına varmadı, bir anlam vermedi.

Herkes ağlasa, dövünse de o babasının öldüğünü kavrayamadı. Aniden yaşanan bir gidişe bir anlam veremedi.

Aile olarak zaten yoksuldular, gelirleri hayatlarını yürütmeye yetmiyordu. Baba Hanna da ölünce, iyice fakirleştiler. Sığınabilecekleri kimse yoktu, anne Vadia’nin da kazanacağı para  ev geçindirmeye yetmiyor, mutfak masraflarını bile çıkaramıyordu.

Bu süreçte Deyrul Zafaran Manastırı’na  gidip gelmeye, geçim derdine çare bulma çabası içine girdi. Nereye gitse, bütün kapılar üzerine kapandı, umutsuzca evine döndü. Dokuma işi de eskisi gibi para getirmediği gibi dünya yeni bir sarsıntıya hazırlanıyor, ikinci büyük savaş kapıyı çalıyordu.

Anne Vadia elleri kolları bağlı bir şekilde çareler arasa da, yoksulluğun çemberini kıramadı ve Suriye’deki babasın evine dönmeye karar verdi.

Hazırlıklarını tamamladığında Bahe altı ya da yedi yaşındaydı. Vadia yoksuldu, ayakta duracak gücü kendinde bulamıyordu. Özel bakım ve zaman gerektiren Bahê’yi ne yapacaktı? Gidecekleri yol uzun ve zahmetliydi. Bin bir zorluk onları bekliyordu.

 Zaman zaman gittiği manastırda bazı yetim çocukların eğitim aldıklarını görmüş, bazı ailelerin manastıra çocuklarını bıraktığını duymuştu. Zor da olsa Bahê ile ilgili bir karar verdi.

Yola çıkacakları gün manastıra hep birlikte gittiler. Önce Menice,İlyas, Behiye sarıldılar küçük kardeşlerine, sımsıkı sarıldılar. Bahe ne olduğunu anlamadı, sonra annesi sarıldı, öptü, kokladı, kokusunu derin derin içine çekti ve “Bahe geleceğiz’ diyebildi sadece. Gözleri doldu, boğazı düğümlendi.  Bir an vazgeçti gitmekten. Ama gitmekten başka bir çaresi de yoktu. Bir yandan yoksulluk, bir  yanda kimsesizlik ve anne babasının uzakta olması Vadia’yı çaresiz bırakmıştı.

Bahê annesinin “Biz geleceğiz” sesini ta yüreğinde hissetti, o da onlarla birlikte ağlamaya başladı. Tekrar tekrar sarıldılar, defalarca birbirlerini öptüler.

Vadia, son kez sımsıkı sarıldı, öptü yüzündeki yaralarından ve kapıya yöneldi. Diğer çocukları da Bahe’ye baktılar. Gözyaşlarını  içlerine akıtarak, kocaman kapıdan çıktılar.

Bahe onların arkasından  bakakaldı ve annesi, kardeşleri gözden kaybolduğunda kilisenin deneyimli rahiplerinden biri Bahe’nin omuzlarına dokunarak, içeriye aldı ve kadim kapı bir kez daha günü tamamlayarak kapandı.

Bahê alışamadığı, bilmediği bir ortama aniden dahil olmak zorunda kaldı. Uyuyamadı, günlerce kapının eşiğinde oturdu. Annesinin geleceğini umut ederek, yolu gözlemledi.

Günler, aylar geçti ama annesi gelmedi.

Ama Bahê, her sabah kapının eşiğine gelerek bekleyişine devam etti. Manastırdakiler kendisine destek oldular, umutla bekleyişine tepki vermeyerek, yaşama tutunmasına güç kattılar.

Zamanla Bahê,  Manastırının en sevilen insanı oldu. Bütün rahipler, rahibeler, kilisedeki müridler hepsi Bahe’yi bağırlarına bastılar, sahip çıktılar, bakımlarını üstlendiler. Annesizliğin derin izlerini silmeye çalışsalar da, Bahê her gün annesinin geleceğini düşünerek kapıya yöneldi. Her gelen kafilenin içinde annesini aradı, yolları gözledi.

Aradan yıllar geçmesine rağmen annesi gelmedi. Bahê ise umudunu hiç kaybetmedi. Her sabah manastırının devasa demir kapısını ziyaretçilere açtı, kadim duvarlarla konuştu, çiçeklere, ağaçlara su verdi. Manastırın bir parçası oldu, kendisini kadim zamanlardan kalan tapınağın koridorlarına bıraktı,  özlem içinde yanan bir çocuk olarak hayatına devam etti. Yıllarca annesinin döneceğini düşünerek, her sabah kapıyı açtı, gözleri yolda oldu.

Tam 70 yıl bekledi, bekledi, bekledi.

Ama anne Vadia gelemedi.

Bahê ,79 yaşında kimsesiz olarak hayata veda ederken, bir daha uyanmamak üzere derin bir uykuya daldı.  O, öldüğünde Mardin’deki Süryaniler, Hristiyanlar ve Müslümanlar cenazesine katıldılar, herkes kendi inancında, kendi dilinde dualar ederek, son yolculuğunda yalnız bırakmadılar.

O, ölmeden önce Deyrul Zafaran’ın din adamlarından Al Raban Jousef Majon “Bahê, bu manastırın bir taşı haline gelmiş. Allah etmesin, eğer Bahe Amca ölürse, manastırdan bir taş eksilecek.” demişti.

Kadim manastır taşlarından birisini altı yıl önce kaybetmiş, Bahê ölmüştü…

Bu fotoğrafı 1995 yılında ilk defa gittiğim Deyrul Zafaran Manastırında çektim. O tarihten sonra bir iki kez daha ziyarette gittiğimde Behê aynu duygular içinde annesini bekliyordu. O kocaman 6 yaşında bir insandı.

21. YY YENİ BAŞLIYOR

Montserrat Galcerán Huguet /oggito

bir keresinde, büyük değişikliklerin hiç fark ettirmeden parmak ucunda geldiğini söylemişti.

Tamamına katılmamakla birlikte yazı ilginç ve güncel olduğu için sizinle paylaşma gereği duydum.

Feminist gelenekten gelen bizler “yaşamı merkeze koymaktan” bahsedince birçok kişi kaşını kaldırarak kendinden emin bakışlar atar. Onlara göre yaşam kendi kendini sürdürebilir, “doğal yollarla” kendini yeniden üretmeyi becerir, değeri ve masrafı yoktur, özgürce verilir ve teşekküre gerek duymadan teslim alınır.

Tam da salgın ortasındayken bu fikri değiştirmemiz gerekiyor. Olağandışı bir şeyle karşı karşıyayız: Bizi hayatta tutmak muazzam bir emek gerektiriyor. Hayata tutunmak ilk ihtiyacımız ve ilk hakkımız.

Bunun için hem bu kadar mühim hem de bu kadar önemsiz bir çaba harcayacağımızı söyleseler inanmazdık: kendinizi eve kapatın ve koruyun, her gün 10 dakikalığına balkonlara ya da pencerelere çıkarak yaşananların daha uzun sürmemesi için mücadele edenlere desteğinizi samimi bir şekilde gösterin. Teknisyenlerden, profesyonellerden, komşulardan ve gönüllülerden militarist kelimeler kullanarak yardım isteyin: “Virüse karşı savaş”, “Bu savaşı kazanacağız”… Ben savaşları sevmiyorum. Bu savaşı bile.

Gelin başka bir dil kullanalım: Hakların, müştereğin, karşılıklı önemin dilini. “Kendine bakman gerektiğini” ve böylece herkesin iyiliğinin sağlanacağını öne süren dogmalar paramparça oldu. Klasik liberalizme ve onun güvenilmez yeni zuhuru neoliberalizme artık elveda. Esas 21. yüzyıl bu salgınla başlıyor: Yaşam hakkını savunmanın önceliğimiz haline geleceği bir yüzyıl. Çünkü belki de tarihte ilk kez “zengin azınlık”, diğer herkesi sallantıda bırakarak kendini müdafaa edemiyor. Sadece bu batınca gidilecek başka bir dünya olmadığı için değil, ayrıca zaman olmadığı ve salgın ayrım yapmadığı için de.

En az iki ilkesi olan yeni bir tahayyüle ihtiyacımız var: Ortak zenginliğe kısıtlamalar olmadan erişim hakkını garanti altına almalıyız. “Ortak mülklere” dair güncellenmiş bir hayal bu, 19. yüzyılın geçim maaşına benzeyen, teminat altına alınmış bir temel gelir. O zamanlar ücretli iş hakkı savunuluyordu çünkü nüfusun çoğunluğu bu hakka sahip değildi. İşleri vardı ama ücret almıyorlardı. Şimdiyse gelir hakkını savunmamız gerekiyor. Kimsenin arkada bırakılmaması çok önemli. Bu bir hayır işi değil, bu hayatta kalmak.

İkinci ilke de yeni bir siyaset tarzı. Yaşam tehlikedeyken nasıl itaatkâr olunacağını bildiğimizi kanıtladık. Şimdi kamu kuruluşları, topladıkları ve bizim adımıza uyguladıkları tüm karar verme kapasitesini bu hakkı savunmak için kullanmalı. Yeni bir adalet ilkesi tanımlamalıyız: İnsanların onurlu şekilde yaşamasına olumsuz etkileyen her şey, kemer sıkma politikalarından yolsuzluklara, siyasi güçleri kullanarak şahsi kazançlar kovalamaktan kamusal malların özelleştirilmesine, toplumdan yapılan kesintilerden işin güvencesizleştirilmesine her şey yaşama karşı suç olarak görülmeli. Gelişmeye karşı geçinmek, bu yüzyılın sloganı tam olarak bu. Son yüzyılın her savaşında, her krizinde tekrar tekrar kafamıza kazıdığımız “Zengin ol” sloganı artık hükmünü kaybetti. Paraya geçinmek için ihtiyacımız var, başkalarını tahakküm altına almak için değil. Kamusal gelir de bu hakkı geliştirmek ve savunmak için var. Bu dizginsiz aç gözlülük artık çok ileri gitti. Durmak zorunda. Siyasete bu yüzden ihtiyacımız var.

Nietzsche bir keresinde, büyük değişikliklerin hiç fark ettirmeden parmak ucunda geldiğini söylemişti. Marx da tarihin yanlış yöne doğru hareket ettiğini gayet iyi biliyordu. Çünkü zorluklar, muktedir olduğumuzu fark etmediğimiz hayal ve cesaret için çaba harcamamızı gerektiriyor. Artık başlayalım.

21. yüzyıl daha yeni başladı.

Çeviren: Ata T.

Bir fırtınalı ömrün özeti: Yılmaz Güney

Oyuncu, yönetmen, senarist, öykü yazarı,  Adana’da ırgat, İstanbul’ da set işçisi, İmralı’da mahpus  Yılmaz Güney, yaşamı boyunca sanatı kadar siyasi kişiliğiyle de kendinden bahsettirdi. Çocukluk yıllarından başlayarak ömrünün son anına kadar fırtınalı bir yaşam süren  ve kafasına koyduğu bir çok şeyi yapan biri olarak, milyonların gönlüne taht kurdu, posterleri evlerde aile bireylerinin arasına, iş yerlerinde görünür yerlere asıldı.

Halen Anadolu’nun bir çok kentinde, kasaba ve köylerinde Yılmaz Güney’in posterlerini görmek, bir berber dükkanında gülümseyen yüzüyle karşılaşmak ya da kamyoncuların durduğu dinlenme tesislerinde, cafelerde, çay ocaklarında, eski püskü işçi evlerinde Yılmaz Güney posterlerini görmek mümkün. Özellikle  Siverek’te  bir çok evde, işyerinde Yılmaz Güney’e rastlamak, onun hayatından bir kesit görmek,yaşadığı yıllar kadar olmasa da yaygınlığını hala sürdürüyor…

Yılmaz Güney’in 1960 yıllarında çevirdiği ve giderek politik bir hat çizmeye başladığı filmleri özellikle yoksul kentlerde müthiş sahiplenilmeye başlanır. Küçük kasabalarda bile sinemalar açılır, Yılmaz Güney’in filmleri kapalı gişe oynatılır.

Siverek’te 1970 yıllarının yaz mevsiminde akşam saatlerinde gösterime giren Yılmaz Güney Filmleri hem çok ilgi toplar, hem de ilginç olayların yaşanmasına neden olur.

En ilginci de Yılmaz Güney’in  başrol oynadığı filmlerden (Bir rivayete göre Seyithan ) birinin sahnesinde yaşanır. Yılmaz Güney’in vurulma anı sırasında öfkesine hakim olamayan seyircilerden biri  perdeye gerçek mermilerle ateş açarak, Yılmaz Güney’i vuran oyuncuyu durdurmaya çalışır. Perde birkaç kurşun darbesi alsa da perdeye ateş edilmesini kimse tuhaf karşılamaz, filmi izleyen Tenekeci Mahmut lakaplı esnaf en ön sıralardan kalkarak “ Merak etmeyin, merak etmeyin Yılmaz Abi bu kalleşin cezasını  da verecek.” der.

O dönem yaşayanlar bu ve buna benzer anılarını anlatırken Yılmaz Güney’in bir Siverekli olduğunu da eklemekten geri kalmazlar. Yılmaz Güney’de zaman zaman Siverekliliğini öne çıkaran çalışmalara imza atar. 1968 yılında İstanbul’da kurulan Yüksek Tahsil Gençlik Derneği tarafından yayınlanan Siverek isimli derginin, 5. sayfasında yer alan yazısında sitemkar bir dille şunları yazıya aktarır:



—Bir gün nereli olduğumu sordular?
—Babam Sivereklidir dedim.
Siverek adına şaştılar, hiç duymamıştılar.
—Nerdedir bu Siverek? Dediler.
—Siverek Napoli’nin kazasıdır dedim.

Düşündüler bir süre birbirlerine bakındılar.

—Biz İtalya’yı çok iyi biliriz. Yanlışınız olmasın. Napoli’nin böyle bir kazası yoktur.

Siverek İtalya’da olsa bileceklerdi. Gelelim Siverek Urfa’nın bir kazasıydı. Urfa’da Türkiye’de bir şehirdi.”*

Yılmaz Güney  kah sanatıyla, kah siyasi çıkışlarıyla gündemden hiç düşmez, varlığı Türk Sinemasında sarsıcı tartışmalara neden olur, henüz tam anlaşılmadan bir vaka olarak sinema tarihe geçer.

Büyük övgüler yanında çok eleştiri de alır. Sinemaya adımını attığı dönemdeki jönlerin tümü salon beyefendisi rolünde oynayan, al gülüm ver gülüm tarzında filmler yapan tiplere tezat, Yılmaz Güney sokak jargonu ile sinemaya adımını atar ve haksızlığa başkaldıran asi, genç rolleri toplumun önüne serer.

Bu derin uçurum Yılmaz Güney’in fırtınalı hayatına yeni fırtınalar ekler ve daha şöhretin ilk basamaklarında  soruşturmalar, hapislik ve sürgünle tanışır.

Peki kimdir bu Yılmaz Güney, bunca tartışmanın odağında olmasına neden nedir?

Asıl Adı Yılmaz Pütün’dür. Annesi  Güllü, Vartolu Cibran Aşiretinden, babası Siverekli Dersimi diye adlandırılan Desman köyündendir. Yılmaz Adana’nın Yüreğir ilçesine bağlı Yenice’de  1 Nisan 1937 yılında dünyaya gelir. Hem baba tarafı, hem de anne tarafı  yoksulluk, kan davası, daha iyi yaşam umuduyla Adana’ya göçmüş olduğundan, o da  aynı kaderi paylaşan yüzlerce küçük çocuk gibi erken yaşta ırgatlıkla tanışır. Pamuk toplar; sokaklarda simit, sinemalarda gazoz satar. 9 yaşında davar güder,ailesiyle birlikte uçsuz bucaksız Çukurova topraklarında çapa yapar. 

Sinemayla ilk ciddi tanışıklığı lise yıllarına denk gelir. O yıllarda bisikletiyle sinemadan sinemaya 16 mm’lik  film bobinlerini taşıyarak hem harçlığını çıkarır, hem de içinde harlanan ateşi besler. Sanatla, edebiyatla arasını sıcak tutmaya, dergilerde yazılar, öyküler yazmaya başlar. Başladığı gibi de ilk yol kazasını da yaşar.

1955 yılında yazdığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı yazısı nedeniyle hakkında soruşturma açılır ve komünizim propagandası yapmaktan dava açılır, uzun süren yargılamadan sonra 18 ay ceza, 6 ay sürgün cezası alır.  Ceza aldığında Yılmaz Güney büyük umutlarla okumaya geldiği İstanbul’da üniversite öğrencisidir. Yaşar Kemal vasıtasıyla ünlü yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışmış, sinemaya adımını atmıştır. Bu nedenle aldığı ceza hayatının dönüm noktası olur ve kendine bir yön çizer.

O dönemle ilgili kendi kaleminden şunları anlatır: “Öğrenimim yarım kalmıştı. Önümdeki tek yol kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığıyla eğitmekti. Öyle yaptım. Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, baskılar, kahpelikler, yiğitlikler! Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık. Öğretmenlerimden biri ZORDUR.”**

1961 yılında cezaeviyle tanışan Yılmaz Güney 1962 Aralık ayında cezası biter, 6 aylık sürgün cezasını çekmek için Konya’ya gönderilir. Burada her gün polise imza vererek altı ayı doldurur ve İstanbul’a tekrar döner.Kaldığı yerden devam etmek için kolları sıvar. Cezaevinde ve sürgünde yazdıkları senaryoları hayata geçirir,çalışmalarını hızlandırır. Birkaç film çeker, yeni senaryolar yazar.Tam işler yolunda girerken 1968 yılında askere alınır ve iki yıl kısmen de olsa sinemadan uzak kalır.

Yılmaz Güney şöhret basamaklarını tırmanırken, Türkiye ise ideolojik kamplaşmanın tavan yaptığı yıllara evirilir. Sağ sol diye tabir edilen çatışmaların yoğun yaşandığı yıllarda Yılmaz Güney hayallerini gerçekleştirmek için yoğun bir çaba içindedir. Siyasi düşüncesi, yazdığı senaryolar, çıkardığı dergiler sol siyasetin odağına yerleşir.

1971 muhtırasında bir kez daha bir çok aydınla birlikte gözaltına alınır, bir haftalık gözaltından sonra bu kez üç ay Nevşehir’e sürgün yolları görülür.

Boş durmaz, yeni çalışmalara imza atar, yeni senaryolarla İstanbul’a döner..Sürgünde yazdıklarını, düşündüklerini hızlıca hayata geçirir. Filimler çeker, oynar, yönetir.

O artık ülke genelinde tanınan ve sinemanın en üst basamaklarında yer alan bir kraldır.  Yaşamı, düşüncesi, siyasi duruşu her  yerde tartışılan, sinema sahnesinden atılmaya, itilmeye çalışılan birisidir. Mevcut düzene muhalif, yerleşik sanat anlayışına mesafelidir.

Bu nedenle ceza ve soruşturmalardan kurtaramaz. Her adımı takip altına alınır, düşünceleri baskılanır.

1972 yılında Mahir Çayan ve arkadaşlarına evinde sakladığı iddiasıyla gözaltına alınır ve yargılama sonucu bir kez daha ceza alır ve tekrar cezaevi yol gözükür.

İki  yıl gibi bir süre cezaevinde kaldıktan sonra 1974 yılında aftan yararlanarak, serbest kalır.

Bu kez cezaevi onun gerçek okulu olur. Zamanını okumadığı kitapları okumayla, yeni senaryolar yazmayla dolu dolu geçirir.

Bu nedenle, serbest kaldığı gibi sinemaya, kaldığı yerden daha ileri bir noktaya taşıma çalışmalarına devam eder. Projeleri daha bir sınıfsal karakter kazanır. Ezilen yoksulların yanında, Kürt yanı da devreye girer. Bir filmi sansür kuruluna takılır. Kullandığı isimler, oyuncuların giyim kuşamları sansür için yeterli nedendir.  Seyithan filminde kullanılan “Kejê” isminden dolayı film sansüre uğrar, gösterime ve uluslararası yarışmalara katılması engellenir. Buna rağmen en küçük bir yılgınlık göstermez, son hızla sinemada var olma mücadelesini yürütür, onlarca filme imza atar.

Ancak, Adana’da yoksul tarım işçilerinin hayatını anlatan “Endişe” adlı filmin çekimi sırasında hayatı tümden değişir.

Aradan yıllar geçmesine rağmen, halen nasıl meydana geldiği tam olarak anlaşılmayan olay, hayatının dönüm noktası olur.

Yılmaz Güney ve Endişe Film ekibi, Yumurtalık beldesinin kır gazinolarının birinde, akşam bir araya gelmiş, filmi değerlendirirken, yan masalarda bulunan Yumurtalık İlçe Hakimi Sefa Mutlu ile bir tartışma yaşanır. Olay kısa sürede kavgaya dönüşünce ortalık karışır ve Sefa Mutlu silahla vurulur.

Yılmaz Güney olayın faali olarak gözaltına alınır, kuzeni olayı üstlense de, Hakim Sefa Mutlu’nun öldürülme olayı Yılmaz Güney’e mal olur. Yargılama sonucu 20 yıl hapis cezasına çarptırılır. Yılmaz Güney için her şey bitti denildiği dönemde, hapisteyken yarım kalmış Endişe filminin bitirilip, gösterime girmesini sağlar. Sürü ve Yol filmlerinin senaryolarını yazar. Yazdığı filimler büyük başarılar kazanır. Cezaevindeyken “Güney” adlı kültür ve sanat dergisini çıkarır. 13 sayı yayınlandıktan sonra 1979 yılında ilan edilen sıkıyönetimce kapatılarak, yayınına son verilir.

Ve 12 Eylül askeri darbesi yaşandığında, Yılmaz Güney Isparta’da cezaevindedir. Darbe sonrası hakkında onlarca dava açılır, hakkında 100 yılı aşkın ceza istenir. 1981 yılında izinli çıktığı cezaevine bir daha dönmeyerek, yönünü Avrupa’ya doğru çevirir. Birkaç ülke dolaştıktan sonra Fransa’ya yerleşir.

1982 yılında senaryosunu yazdığı ve yönettiği Yol Filmi Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alır ve dünyanın en iyi filmleri arasında gösterilir.Başrollerinde Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün ve Meral Orhansoy oynadığı film Türkiye’de yasaklanır. Yılmaz Güney vatandaşlıktan çıkarılır.

Yılmaz Güney ise, Fransa’da yeni bir filmin çekimine başlar. Duvar filminin çekimleri başladığında Yılmaz Güney’in kanser olduğu da ortaya çıkar. Film çekilir ama istediği başarıyı yakalayamaz.

Kısa bir süre sonra da Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984 yılında mide kanserinden Paris’te hayatını noktalar.

Hayatı boyunca ötekileştirilen ve çalışmaları hor görülen ve kendisine “Çirkin Kral” denilen Yılmaz Güney ancak 1993 yılında vatandaşlığa geri alınır.

111 filmin senaryo ve  yönetmenliğini yapar, 45 filmde başrol oynar ve 35 önemli ödül alır.

Yani hayatı bir fırtınadan farksız geçer. Bindiği gemi karaya oturur, kayalıklara çarpar ama asla batmaz. Hep bir yerde umutla kendini yüzdürür. Bu nedenle Türk Sinemasına katkısı, adını dünyaya duyurması, Cannes Film Festivalindeki başarısı onun yaşadıklarından sıyrılıp, aramızda yaşamasına nedendir.

O bir Türkiye gerçekliğidir. Varlığı  sol ideolojiye, künyesi Kürtlüğe, yaşamı Türklüğün ifadesine, ölümü  siyasallaşan Kürdün sürgün yaşamının ifadesidir. Kabul etsek de, etmesek de Yılmaz Güney bir Türkiye gerçekliğidir. Esmer tenli, yoksul, kızgın, asi ama bir o kadar da güzel gülen bir Türkiye gerçekliği…

Kaynakça:

*İstanbul Yüksek Tahsil Derneği  Siverek Adlı Dergi

* * Kemal Y./Mazlumların Çirkin Kralı: Yılmaz Güney

Turan Alişiroğlu, Yılmaz Güney, Necmettin Büyükkaya İmralı Adasında bir görüş gününde.
Fotoğraf :Turan Alişiroğlu arşivi.
Foto: Mehmet Alkanat
Fotoğraf:Mehmet Alkanat

Sabunun Ardındaki Kimya: Sabun Koronavirüsü Nasıl Öldürüyor?

Ellerinizi sabun ve su ile yıkadığınızda, cildinizdeki mikroorganizmaları sabun molekülleri ile çevrelersiniz. Serbest yüzen sabun moleküllerinin hidrofobik kuyrukları sudan kaçmaya çalışırken, kendilerini belirli mikropların ve virüslerin lipit yapılarına sıkıştırarak lipit yapıların birbirinden ayılmasını sağlarlar.

Koronovirüsü etkisiz hale getirmede alkol bazlı dezenfektanlar da etkilidir, ancak virüsü cildinizdeyken etkiyi bertaraf etmenin en etkili yolu sabun kullanmaktan geçiyor.

Virüsler vücudun dışında saatlerce, hatta birkaç gün aktif şekilde yaşayabilirler. Dezenfektan sıvılar, mendiller, jeller ve alkol içeren kremlerin hepsi virüslerden kurtulmada etkilidir, ancak normal sabun kadar iyi olan ikinci bir seçenek yok!

Sağlık yetkilileri bize iki uyarıda bulunuyor: virüsü aldıktan sonra onu etkisiz hale getirebilecek veya ondan kurtulmanıza yardımcı olacak hiçbir ilaç yok. Ama aynı zamanda virüsün yayılmasını durdurmak için ellerinizi yıkamanız en büyük çözüm.

Koronavirüs için henüz bir ilaç yok, ancak büyükannenizin sabunu virüsü etkisiz hale getiriyor.

sabun, el yıkama

Sabun nasıl koronavirüs ve çoğu virüs üzerinde çok etkin çalışıyor?

Kısa öykü: Virüs, en zayıf bağın lipit (yağlı) iki tabakalı olduğu kendi kendine birleştirilmiş bir nanoparçacıktır. Sabun molekülleri, virüsün yağ zarının katmanlarının arasına girer ve virüsü derme çatma bir evin yıkılması gibi parçalar.

Uzun hikayeye bakarsak; virüslerin çoğu üç temel yapı taşından oluşur: ribonükleik asit (RNA), proteinler ve lipitler. Virüs bulaşmış bir hücre, daha sonra virüsü oluşturmak için kendiliğinden bir araya gelen bu yapı taşlarının çoğunu yapar.

Kritik olarak, bu birimleri bir arada tutan güçlü kovalent bağlar yoktur, yani bu birimleri birbirinden ayırmak için sert kimyasallara ihtiyacınız yoktur.

Enfekte bir hücre öldüğünde, tüm bu yeni virüsler kaçar ve diğer hücrelere bulaşmaya devam eder. Bazıları da akciğerlerin solunum yollarında hayatlarını kaybeder.

Öksürdüğünüzde veya özellikle hapşırdığınızda, hava yollarından gelen küçük damlacıklar 10 metreye kadar sıçrayabilir. Daha büyük olanların ana koronavirüs taşıyıcıları olduğu düşünülmekte ve bunlar en az 2 metre saçılabilmektedirler.

Bu küçük damlacıklar yüzeylerde toplanırlar ve genellikle çabucak kururlar. Ancak virüsler aktif kalır. İnsan cildi bir virüs için ideal bir yaşam alanıdır. Cilt organiktir ve yüzeydeki ölü hücrelerdeki proteinler ve yağ asitleri virüsle etkileşime girer.

Diyelim ki, üzerinde virüs parçacığı olan çelik bir yüzeye dokunduğunuzda, yüzeydeki virüsler cildinize yapışacak ve böylece ellerinize aktarılacaktır. Daha sonra yüzünüze, özellikle gözlerinize, burun deliklerine veya ağzınıza dokunduğunuz takdirde enfekte olabilirsiniz. (Çoğu insan her 2-5 dakikada bir yüzüne dokunduğu bilimsel bir araştırma ile kanıtlanmıştır.)

Virüsün sadece su ile yıkanması da işe yarayabilir. Ancak su, cilt ve virüs arasındaki güçlü, tutkal benzeri etkileşimlerle rekabet etmede iyi değildir. Yani tek başına su yeterli olamayabilir.

Sabunlu su tamamen farklıdır. Sabun, bazıları virüs zarındaki lipitlere yapısal olarak çok benzeyen amfifil olarak bilinen yağ benzeri maddeler içerir. Sabun molekülleri virüs zarındaki lipitlerle rekabet eder.

Sabun sadece virüs ve cilt arasındaki “yapıştırıcı” yı değil, aynı zamanda virüs içindeki proteinleri, lipitleri ve RNA’yı bir arada tutan etkileşimleri de gevşetir.

Hemen hemen tüm “dezenfektan” ürünleri içeren alkol bazlı ürünler, yüksek oranda alkol çözeltisi (tipik olarak% 60-80 etanol) içerir ve virüsleri benzer bir şekilde öldürür.

Ancak sabun daha iyidir, çünkü sürtünme ile tüm elinizi kolayca kaplayan oldukça az miktarda sabunlu su ile gerekli dezenfeksiyonu sağlayabilirsiniz.

Sabun en iyisidir. Ancak sabuna erişememe durumunda alkol bazlı dezenfektanlar tercih edilebilir.

Konuyla ilgili kısa bir video izlemek isterseniz…

Okumaya devam edelim: El Yıkama Alışkanlığınızı Gözden Geçirme Zamanı

Kaynak

https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/mar/12/science-soap-kills-coronavirus-alcohol-based-disinfectants

Matematiksel