Bir dönemin tanığı: Hasan Usta…
Henüz yedi ya da sekiz yaşlarındayken, babam aile olarak hepimizin vesikalık fotoğraflarını çekmek için eve fotoğrafçı getirdi. İtiraf etmeliyim ki, o zamana kadar fotoğraf makinesi görmemiştim. Annem, ablalarım ve ben şaşkın şaşkın gelen fotoğrafçının elindeki ahşap kutuya bakakalmıştık. Bir fotoğraf makinesinin nasıl bir araç olduğunu bilmediğimiz için fotoğrafçının elindeki ahşap sandık, tam anlamıyla bir giz metaforu olarak karşımızda duruyordu.
İşinin ehli olan fotoğrafçı, önce üç ahşap ayaktan oluşan düzeneği taş duvara 1-2 metre uzaklığa düz bir yere yerleştirerek işine başladı. Ahşap kutuyu üç ayak üzerine koyarak çekime hazır hale getirdi. Sonra duvara siyah bir perde astı, perdenin önüne de bir tahta tabura yerleştirdi. Artık fotoğraf çekim için her şey tamamdı.
Fotoğraf deyince aklınıza dijital ya da analog fotoğraf makineleri gelmesin. Orta boy bir koli büyüklüğünde bir ahşap sandık, sandığın perdeye bakan kısmının tam ortasında belirgin bir objektif, objektifin tam tersi yönde ise kutunun bir yüzeyini kapatacak kol uzunluğunda siyah bir örtü ve görüntünün ters olarak yansıdı buzlu cam bulunan mekanizma fotoğraf makinesini oluşturuyordu.
Heyecandan nutkum kesilmişti desem yalan olmaz. Karşımda tanımadığım birisi, sandığın içinden bana bakıyor, kafasını siyah bez kolun içine sokuyor, sonra öndeki objektifle oynadıktan sonra sert ve ciddi bir ses tonunda “dikkat, buraya bak, gözünü kırpa” dedikten sonra, objektifin önünde bulunan bir koruma kapağını hızlıca yana çekerek, birkaç saniye içinden saydıktan sonra tekrar metal korumayı objektifin üzerine kapatarak çekim işinin birinci bölümünü tamamlamış oluyordu. Hiç konuşmadan bu kez, sandığın arka kısmında kol uzunluğunda siyah bezin içinden elini geçirerek, sandığın içinde bir takım işlemler yapmaya başlıyor ve birkaç dakika içinde ıslak fotoğraf kağıdını sandıktan çıkararak kuruması için ipe asıyordu.
Her birimiz için ayrı ayrı aynı işlemleri yaparak, kısa zamanda ıslak siyah beyaz fotoğraf kağıdını bir bezle silerek ve kuruttuktan sonra bize uzatıyordu.
Hepimiz şaşkındık. Bu gerçek olamazdı, sandıktan siyah beyaz suretimiz çıkmıştı…
Bir babam tepkisizdi. Sanırım babam da askerde fotoğraf çektiği için biliyor olmalıydı.
O gün fotoğraf kavramı zihnimde bir hayli yer almış olacak ki, yıllar sonra fotoğraf merakım hayatımın en önemli uğraşlardan biri oldu. Evimize kadar gelip fotoğraflarımızı çeken Hasan Usta gibi bir ticari faaliyetim olmadı ama yıllarca insanların sosyal hayatlarını fotoğraflamaya çalıştım.
O tarihte duvar dibinde, siyah eskimiş bir perdenin önünde çektiğim ve hayatımın ilk fotoğrafı olarak anılarımda saklı kalan fotoğrafa bizde sulu, bazı bölgelerde şip şak ya da alaminüt adı veriliyordu. Hayatımın ilk fotoğrafı olmasına rağmen, kısa süre sonra kayboldu. Oysa o fotoğraf benim için bir başlangıçtı, yıllar sonra da olsa elimin altında olmalıydı. Ama olmadı, çok kısa sürede kaybettim. Belki ablalarımdan birinin saklamış olma ihtimalini hala içimde küçük bir umut olarak yaşatıyorum.
Sulu fotoğraf çekmemizin üzerinden yedi sekiz yıl sonra merakım sonucu Rus Malı Lubiter 2 marka bir fotoğraf makine edindim. Kısa sürede fotoğraf sanatına tav oldum merakım daha bir gelişerek fotoğrafçılığa adım attım. Bu nedenle de ben yaz tatillerinde, okul dışındaki bütün zamanlarımı fotoğraf çekmeye ayırmaya başladım. Biraz da okul harçlığımı çıkarmak için Siverek’te Şeytan Küçesi olarak bilinen, dar ve dolambaçlı eski çarşının içinde Foto Hayat’ta çırak olarak çalışmaya başladım. Ama yanlış giden bir şeyler vardı, stüdyo fotoğrafçılık beni sarmamış olacak ki, spotlar altında fotoğraf çekmeyi pek öğrenemedim. Ama insanların doğal halleri, sosyal hayatları ilgimi çektiği için, gözüm hep sokak fotoğrafçılığında oldu. Kısa sürede boynumda Rus Malı 12’lik filmli makinem sokak sokak gezmeye başladım, önüme gelen her şeyi fotoğrafladım. Babam buna kızsa da ben tarzımı değiştirmedim ve sokakların fotoğraflarını çekmeye devam ettim.
O yıllarda fotoğraf giderek gelişmeye başlamasına rağmen, halen sokakta sulu yani şip şak fotoğraf çekenler kısmen de olsa varlığını sürdürüyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, o dönem iki kişi sulu fotoğraf çekmeye devam ediyordu. Bunlardan biri de, bizim vesikalık fotoğrafları çeken Hasan Ustaydı. Aradan yıllar geçmesine rağmen, fotoğrafımın akıbetini ve belki negatifini bulma umuduyla kendisine sordum. O zaman her nedense negatife “arap”diyorlardı. İlerki zamanlarda bu “arap” kavramının ötekileştirici ve ırkçı bir yaklaşım olduğuna kanaat getiriyordum.
Hasan Usta soruma karşı yüzüme baktı, uzun bir süre hiçbir şey söylemedi ve biraz da sert bir şekilde
“Aradan on yıl geçmiş yeğen. Bende çektiğin fotoğrafın arabı yok. Ne yapacaksın ki zaten, istiyorsan seni yeniden çekeyim” demişti.
Sonra hiç bahsini açmadım. Yıllarca içimde kaybettiğim fotoğraf ukde olarak kaldı.
O günden sonra alaminüt fotoğraf nasıl çekildiğini merak ettiğim için zaman zaman kendisini çalışırken izlemeye giderdim. Küçük bir ahşap sandığı andıran fotoğraf düzeneğinin nasıl bir gizem taşıdığını çözmeye çalışırdım. Kocaman bir stüdyo, küçük bir kutunun içine sığdırılmıştı.
Hasan Usta belki de rakip bir iş yerinde çalıştığımdan dolayı olacak ki, meselenin püf noktalarını sormama rağmen pek anlatmadı. Bu nedenle sulu fotoğrafçılığı hep merak ettim ve bir türlü de öğrenemedim. Hasan Usta ahşap sandığını kullanırken, ben analog fotoğraf makinesini kullanmaya devam ettim. Oysa bana sulu fotoğrafçılık çok ilginç geliyordu. O ahşap sandık, hem stüdyo, hem de karanlık oda. Fotoğraf kağıdının banyo edildiği yerde sandığın içindeydi. Bu nedenle bana olağanüstü bir olay gibi geliyordu. Ben de fotoğraf çekiyordum ama ne banyosunu ben yapıyordum, ne de baskı işini. Oysa Hasan Usta fotoğrafla ilgili bütün işlemleri ahşap sandığa sığdırıyordu.
Bu nedenle sulu fotoğrafçılığı ve Hasan Usta’yı hiç unutmadım.
Hasan usta ömrünü fotoğrafçılıkla kazandı, yıllarca hükümet konağına, adliye binasına giden yolun üzerinde, bir duvar dibinde fotoğrafçılığa devam etti, ekmeğini çıkardı, ev geçindirdi. Ben ise ömrümde fotoğraftan hiç para kazanmadım. Paramın büyük kısmını makine ekipmanlarına, çektiğim fotoğraflarının baskılarına harcadım.
Fotoğraf hayatımda yığınca sorun ve sıkıntı anlamına geliyordu, yine de vazgeçmedim. Merakımın peşinden gittim, Çalıştığım dükkanın birkaç dükkan ötesinde, bir duvar dibinde sulu fotoğrafçılığa devam eden Hasan Usta’nın en eski fotoğrafçılardan birisi olduğunu öğrendiğimde, ben artık Üniversite eğitimi için Siverek’ten ayrılmış oluyordum.
Hasan Usta ise sulu fotoğrafçılığına devam etmeyi sürdürdü. Her gün ahşap kutunun içinde, el çabukluğuyla siyah beyaz fotoğraflarını tab ederek işini yürüttü. Özelikle köylerden gelenlerin fotoğraflarını çekiyor, okuma yazma bilmeyenler için imza yerine geçen tunçtan mühürler kazıyordu.
Yıllar böyle geçti. Hasan Usta sulu fotoğrafçılığını sürdürürken, oğlu hemen yanı başında stüdyo dükkânı açarak fotoğrafçılığı bir adım ileriye taşıdı. Oğlu stüdyoda fotoğraf çekerken, o eski yerinde, duvar dibinde yoksul ve dar gelirli insanların sulu fotoğrafçılığına devam etti.
Köprüden çok su akmaya , fotoğraf sektörü olağanüstü bir değişim evresine girmeye başlamıştı… Sulu fotoğrafçılık yerini stüdyo, stüdyo yerine renkli laboratuarlar alarak, en ücra köşeye kadar yayılmaya başlamıştı.
Bu ara Hasan Usta 1986 yılında sulu fotoğrafçılığı bırakarak, oğluyla çalışmaya devam etse de, ahşap ekmek teknesini uzun süre muhafaza etti, hatta anında fotoğraf isteyen olduğunda kullanmayı sürdürdü.
Hayatının son anına kadar fotoğrafla meşgul oldu ve hayatını 1994 yılında noktaladı.
Ben yıllar içerisinde çok makine eskittim ve belgesel tarzda fotoğraf çekmeye devam ettim. Zamam zaman Siverek’te bulunan Şeytan Küçesi’nde eski günleri yad etmek amacıyla çalıştığım yerlere gittim. Her şey değişmiş, dükkanlar yıkılmış, çalıştığım Foto Hayat ve Hasan Usta’nın oğlunun açtığı Foto Umut yoktu artık.
Hasan Usta bir dönemin tanığıydı, bu nedenle hikayesi de bana ilginç geliyordu. Bu nedenle her şeyden önce Hasan Usta’nın ahşap kutudan ibaret fotoğraf makinesiyle çekilen bir kaç fotoğrafa ulaşmak için izini sürmeye başladım. Oğlu fotoğrafçılığa devam etmek için İzmir’e yerleşmiş, foto Umut’u bu kez Foto Önder olarak orada yaşatmaya devam ediyordu.
Kendisiyle iletişime geçtiğimde ilk hayal kırıklığını babasının fotoğrafıyla ilgili yaşadım. Yıllarca fotoğraf çeken, Siverek’teki eski nüfüs cüzdanlarının çoğunun fotoğraflarını çeken Hasan Usta’nın makine başında hiçbir fotoğrafı yoktu. Terzi söküğünü dikemez lafı bir kez daha doğrulanıyordu.
Buna rağmen hikayesini yazmak, kıyıda köşede kalan fotoğraflarına ulaşmak istedim. Bunu yaparken kendimi aramaya, geçmişte kesişen noktalarımızı bulmaya çalıştım.
Hasan Usta 1927 Siverek doğumluydu. Siverek’e bağlı Hop köyünden göç ederek ilçeye yerleştikleri söylenir.Amcası o dönemin en ünlü terzilerinden biri olan Reşat Ustaydı. Malum o dönem şehirde yaşayanlar çocuklarını daha küçükken meslek öğrensin diye bir sanatkarın yanına gönderirlerdi.
Hasan Karcı da amcasının yanında terzilik mesleğini öğrenmek için her gün sabah erkenden dükkanına gidiyor, amcasının dediği işleri yaparak, mesleği öğrenmeye çalışıyordu. Kısa sürede işi kavramaya, iğne ile iplikle arasında ki ilişkisini düzeltmeye gayret ediyordu.
Hayali belliydi, biraz öğrenip, kendi işini kurmak.
Yıllar böyle geçerken, amcasını İstanbul’a kumaş getirmeye gitmesiyle hayatının değişeceğinden habersiz o dükkandaki işini sürdürmeye, sökükleri dikmeye, arada bir dikiş için makinenin başına geçerek, hayaline kavuşmayı düşünüyordu.
Amcası birkaç gün İstanbul’da kaldığı sırada, kumaş aldığı tüccar, Siverek’te bir fotoğrafçının olup, olmadığını soruyor. Terzi Reşat Usta önce soruya bir anlam vermese de, yok diye cevap veriyor.
Kumaş tüccarı hemen ayak dibine koyduğu ahşap kutuyu göstererek,
“Bu bir fotoğraf makinesi. Bir alacaklımdan aldım. Sen bunu al, Siverek’e götür. Dükkânın önüne kur, gelen gidenin fotoğrafını çeker, kiranı çıkartırsın. İşine de engel olmaz. Hatta çok para kazanabilirsin. Devlet her işte fotoğrafı zorunlu kılıyor.“ der.
Terzi Reşat kumaş aldığı tüccarın önerisi karşısında şaşırıyor, kendi mesleğiyle fotoğrafçılık arasında bir bağ kuramasa da, tüccarın ısrarı üzerine kabul ediyor. Basit bir parayla kutuyu ve birkaç top kumaşla geri döndüğünde takvim yaprakları 1946 yıllarını gösteriyordu.
Terzi Reşat Usta bir iki gün içinde fotoğraf makinesinin düzeneğini anlatıldığı gibi kuruyor, bu işin sorumluluğunu da yeğeni Hasan’a veriyor. Bu işi kendisine verdiği için kırılıyor, içten içe de kızıyor ama sessiz kalarak işi öğrenmeye çalışıyor ve kısa zamanda öğreniyor da.
Her gün biraz daha fazla müşteri gelmeye başladığında, amcasının kendisine verdiği paranın az olduğunu düşünerek işi bırakıp, başka işlere yöneliyor. O yıllarda okuma yazma bildiği için devlette tahsilat memuru oluyor, köylere vergi toplamaya, hayvan pazarında makbuz kesme işine bakıyor.
Ama aklının bir köşesinde fotoğrafçılıkta kazancın daha fazla olduğu gerçekliği kendisini dürtüyor. Çünkü fotoğraftan daha fazla para geleceğinin inanıyor. Amcasından makineyi satın alarak, kendi işini kurma konusunda adımını atıyor ve tahsildarlıktan da istifa ediyor. Yer alarak da amcasının dükkânın önünü kullanıyor, sonra Şeytan Küçesi’nde bulunan Yeni Meydana taşınıyor.
Çünkü Yeni Meydan hem kalabalık, hem de bütün köylülerin uğrak yeri. Hayvan tüccarları, Siverek’in eşraflarının oturup sohbet ettiği, çay içtiği merkezi bir yer. Adı meydan ama dört etrafı çayhanelerle kaplı, ağaçlık, serin bir alan. Bu nedenle müşterisi çok, gelen gidenin uğrak yeri.
Hasan Usta burada işine devam ediyor. Yıllarca hiç bıkmadan, yaz kış işine devam ediyor. Ahşap kutunun içinde kimyasallarla her gün temas ettiğinden dolayı parmakları yara bere içinde kalıyor ama o hiçbir zaman işinden vazgeçmiyor. Kışın buz gibi havada, yazın kavurucu sıcakta ahşap kutusunun başında işini sürdürüyor.
Kazandığı parayla ev alıyor, çocuklarını okula gönderiyor, onlara sermaye biriktiriyor.
Ta ki oğlu Ömer baba mesleğini 1986 yılında devir alıp, analog sisteme geçene kadar. Oğlu işe başladığında Hasan Usta köşeye çekilmiyor ama artık eski günlerdeki gibi sulu fotoğrafın öneminin kalmadığını görüyor. Ama buna rağmen eli emektar mesleğini bırakmaya gitmiyor.
Yıllarca bir ahşap kutunun vizöründen insanların vesikalık fotoğrafını çeken, onların dertlerini arzuhale döken ve mühürler kazıyan Hasan Usta1994 yılında hayatını Siverek’te noktalıyor.
Şimdi ise torunları aldıkları mirası çağın son teknolojilerini kullanarak devam ettiriyorlar…

1976 Urfa 1970 Konya