Bir eski zaman mesleği: Kalaycılık

Kışın sert ve dondurucu günlerine ramak kala sokakta yakılan odun ateşi ve yanan metal kokusu beni geçmişe, çocukluğuma götürdü. Bu koku bana yabancı gelmiyor ama tam olarak ne kokusu olduğunu anlamakta zorlandım.

Bu nedenle ateşin yakıldığı, beyaz bir dumanın yükseldiği yöne doğru ilerlediğimde karşımda sokak ortasında kurulan bir kalaycı düzeneği duruyordu. Ateşin başında bulunan çift ve ortaokul çağında bir erkek çocuk, yaktıkları birkaç meşe odunu başında tezgah kurup, çevre apartmanlardan topladıkları bakır kapları kalaylamaya hazırlık yaptıklarını görünce, çocukluk yıllarıma gittim.

Gözlerim onları izlese de, zihnim geçmiş zaman tünelinde, hızlıca çocukluk yıllarına uzandı.

Evimiz Siverek’in tam orta yerinde olan antik bir kalenin eteklerinde, kentin çarşılara oldukça yakın bir konumda olduğu için,birçok iş yerine ulaşmak bizim için yürüme mesafesindeydi.

Evimizin çarşılara yakın olması, değişik işler yapan birçok ustayı, sanat erbabı, zanaatkârı birebir tanımayı, yakından izlemeyi beraberinde getiriyordu.

Bunlardan birisi de Cerrah Ustaydı. Kalaycı Cerrah Usta, evimizin hemen yakınında, eski ve köhne dükkanında çağlar öncesinden kalan bir mesleği icra ederken, müthiş bir beceriye, toplumsal faydaya imza atıyordu. O yıllarda kalaycılık oldukça önemli bir meslekti ve saygın bir yeri vardı.

Bakır bundan 7 bin yıl önce insanlar tarafından kullanılmaya başladığında, bu olağanüstü madenin  çağa adını vereceğini tahmin etmişler miydi bilmiyorum. Ama zamanla bakırın olağanüstü bir maden olduğu ve kolayca değişik şekillere girdiği keşfedildiğinde, çağlar boyu kullanılacağı belli oluyordu.

Giderek daha fazla insan yaşamına giren bakır madeni tek başına kullanıldığında, kısa zamanda oksitleniyor ve dolayısıyla insan hayatını tehlikeye atıyordu. Bu nedenle insanlar bakırın bu olumsuz yönünü ortadan kaldıracak bir buluşa imza attıklarında, bakırın önemi daha da artıyordu.

Tam olarak ne zaman ortaya çıktığı bilinmese de, geçmişi çok ama çok eskiye dayanana kalaycılık hayatımızın bir parçasıydı.

Biz kalaycılığı Cerrah Usta’nın şahsında biliyorduk.

DSCF9860.JPG

Kalaylanması için Cerrah Ustaya  getirilen kaplar, önce Karacadağ ve çevresinde bolca bulunan, yanmış delikli taşların öğütülmesinden elde edilen iri kuma benzer cürufla kaplar temizlenirdi. En ilginç olanı da bu temizlik işlemiydi.

Kalaylamaya getirilen özellikle büyük kaplar, kazan ve leğenlere bol miktarda dökülen öğütülmüş taşlar ve adını hatırlayamadığım sıvı ile karıştırılır. Kabın  İçine giren çıraklar, duvardaki tahtaya tutunarak,  çıplak ayaklarıyla kabın yüzeyinde bulunan cürufu bir sağa, bir sola , bir tür dans edercesine döndürerek oksitlenen bakır yüzeyi bu şekilde temizler, kırmızı bakır yüzey ortaya çıkarılırdı. Bu işlem belki on dakika, belki yarım saat sürer ve sonra bazı kimyasallarla temizlenerek, kalaya hazır hale getirilirdi. Bundan sonra Cerrah Usta devreye girer, büyük bir ustalıkla körüklenen ve harlanan ateşin üzerinde, pamuğa bandırılan toz nışadır ve bir miktar kalay plakasını  ısınan bakır kaplara sürer, pamukla her yere dağıtılarak, pırıl pırıl olana kadar kalaylanmayı sürdürürdü.

IMG_6634.JPG

Büyük bir hayranlıkla izlediğim, kokusuna bayıldığım bu işlem her gün aynı şekilde, tahta kepenkli dükkanda devam ederdi. Ben ve birçok çocuk sırf izlemek için dükkanın önünde bekler, zaman zaman Cerrah Usta’nın kızmasıyla oradan uzaklaşırdık.

Bundan dolayı yıllar içinde kalaycılık hakkında farkında olmadan bilgiler edindim,  dans edercesine kapları temizleyen ve ateşi körükleyen çocukların ve ateş üzerinde kızaran  kapları ustaca kalaylayan ustaların fotoğraflarını çektim. Her ustanın apayrı bir hikayesine tanıklık ettim, gözlemledim, defalarca dinledim. Aradan yıllar geçti, kalaycılık; bakır kullanımı azalmasıyla eski önemini kaybetti ama hiçbir zaman yok olmadı. Bakır var oldukça, kalaycılıkta yanı başında yaşamaya devam etti, ediyor. Kimi zaman köhne bir dükkanda, kimi zaman bir sokak başında varlığını sürdürdü.

Yıllar sonra bana Cerrah Usta’yı hatırlatan ve uzak kentlerden geldiği belli olan sokak kalaycılarını ilgi ile izlerken, bir yandan da rızalarıyla fotoğraflarını çektim.

Maraş’tan geldiklerini söyleyen aile, çocuklarını da yanlarında getirmişler. Çocuk 12-13 yaşlarında. Annesiyle birlikte apartmanlara girerek, bakır kaplar topluyor, sonra anne ve babası harlanan ateşte kalaylamaya başlıyordu.

Annesi ateşi körüklerken, oksitlenen bakır tuz ruhuyla temizleniyor, kısa zamanda kalaylanarak, soğumaya bırakılıyor. Artık kum yerine oksitlenmeyi çözen kimyasallar kullanılıyor.

Aile pek konuşmak istemiyor. Anlaşılan gittikleri her yerde sorularla karşılaşmış oldukları için soruları cevapsız bırakıyorlar. İnsanların bakışlarından, rahatsız oldukları her hallerinden belli oluyordu. Ben de özellerine girmeden hayat hikâyelerine inmeye çalıştım.

Sokakta kalaycılık yapan çiftin yaşı 35 civarında. Erkek dededen, babadan kalma mesleğim diyor. 10 yaşında başladığı mesleğini, özellikle bakır kullanımın yaygın olduğu Maraş, Antep ve Hayat üçgeninde devam ettiriyor. Eşi körüğü çevirirken, o da kapları kalaylıyor. Bir nevi iş bölümü yapmışlar. Bütün aile işin ucundan tutmak zorunda. Evleri eski bir minibüs ve ailecek kent kent gezerek, bakırın izini sürüyorlar.

Esmer tenli olmaktan kaynaklı, bazı önyargıların olmasına rağmen, her kes kalaylanacak kaplarını teslim ediyor, kısa zamanda işlerinin görülmesinden memnun oluyorlar.

Antep gibi bir metropolde böylesi bir mesleğin, hızlıca icra edilmesi bana ilginç geldiği gibi, eskiyi de hatırlatmasından dolayı zevkle fotoğraflarını çektim.

Bir hafta sonra bu kez , Osmaniye’den gelen iki çocuklu bir aile daha ilginç bir hayat fotoğrafı sundu bana. Aynı sokakta yakılan ateş, annelik dışında geçinmek için ateşi harlayan, körükleyen kadın ve ateşte kalay yapan erkek bana eski çağları fısıldadı.

Çocuklarını bir minibüs içinde büyüten aile başka bir kente  doğru yol alırken, dünya virüs illetiyle boğuşurken, bakırı yeniden gündeme gelmesine neden oluyor.

Yazılan çizilen doğru ise bakır corona virüsüne karşı en dirençli metal. Virüs bakır yüzeyde ancak dört saat yaşarken, başka madenlerde daha uzun yaşıyor.

“Bakır, bakteri ve virüslere karşı çok güçlü bir silah konumunda. Bir kişi dokunduğu ya da hapşırdığı zaman mikroplar bakıra temas ettiklerinde, bakır iyonları harekete geçiyor. Elektrik yüklü bu partiküller, virüsün yüzeyini kırıyor ve virüsün DNA ve RNA’sını yok ediyor. Bu sayede virüs mutasyon geçiremiyor. Yapılan araştırmalar, bakırın dakikalar içinde patojenleri yok ettiğini de ortaya koyuyor.” *

Bu bakırı yeniden mutfağımıza sokar mı bilmiyorum ama sokak kalaycıları harika bir iş yapıyor. Yaz, kış hazır ve nazır bir halde kent kent, sokak sokak gezerek, insanların bakır zehirlenmesini önlüyorlar…

Bundan daha önemli bir hizmet olabilir mi?

  • Didem Eryar Ünlü/Dunya.com…

Zumrüt-u Anka Kuşu ve Feqiyê Teyran…

Bahçesaray yani Miks’in eşsiz doğasında kulağımıza fısıldanan Feqiyê Teyran’ın sesinin peşinden güneye, daha aşağılara düşen yolda ilerliyoruz. Yol bir süre asfalt olarak devam ettikten sonra dağlara doğru ana yoldan ayrılan stabilize yola sapıyoruz. Yol çay boyunca ağaçlar içinde ilerlerken, derin vadinin kenarından giderek dağların içine doğru, yine dağların yamacından yükselerek ilerliyor. Kimi yerde uçurumlar bizi karşılıyor, kimi yerde dağlardan süzüp, vadiye akan küçük şelaleler bize eşlik ediyor. Bu ıssız yolda, yer yer toprak kayması yaşansa da, yolun köylüler tarafından kullanıldığı anlaşılıyor. Her ne kadar yol boyunca tek araç görmesek de, çevre köylerin dünya ile bağlantısı bu yol olsa gerek. Kış mevsimini düşünemiyorum. Bunca uçurum, bunca viraj nasıl aşılıyor, aklım ermiyor, hayret ve şaşkınlık içinde ilerliyorum.

Yolun sağı vadiye, solu müthiş yüksek dağlara dayanıyor. Vadi oldukça derin, belki bin metre, belki daha fazla bir derinliğe sahip. Yolun kenarında bulunan uçurumdan aşağıya baktığımda içim korkudan titrese de, Feqiyê Teyran’ın yıllarca yaşadığı, kuşlarla konuştuğu, sularında sevgilisinin sülieti gördüğü kaynaklara ve hayatının son demlerini yaşadığı yerlere gitme merakım bütün korkularımı bastırıyor.

Vadinin en dibinde akan Miks Çayı bir yılan gibi kırılarak ilerliyor. Yanılmıyorsam buralardan akan bütün suları toplaya toplaya önce Botan Çayına, sonra Dicle Nehrine karışıyor.

Feqiyê Teyran kendi şiirlerinde belirtildiğine göre Hicri 971, Miladi takvime göre 1561 yılında, o zamanlar Hakkâri’ye bağlı olan Miks(Bahçesaray)’de Mirlik yapan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Anlatımlara göre daha çocuk yaşta doğaya, hayvanlara, özellikle de kuşlara karşı ilgisi gelişmiş, güzel sözler etmeye başlamıştır. Medresede eğitim alan ve asıl adı Muhammedê Ebdullah olan Feqiyê Tayran yaşı ilerledikçe ailenin sahip olduğu Mir/beylik ve bütün ailesel olanaklara sırtını döner, kendini okumaya, şiire ve doğaya verir. Bir yandan eğitim alır, bir yandan da çevreyi gezmeye başlar. Halkın konuştuğu sade, anlaşılır bir Kürtçe ile şiirler yazar, çiroklar, destanlar toplar, bir anlatıcı olarak halkın içine karışır. Kısa zamanda çok yer gezer, ünü uzak diyarlara ulaşır, kendisi de uzun yolculuklar çıkar. Gittiği her yerde bir dengbej edasıyla köy meydanlarında, kasaba ve kent konaklarında şiirler okur, çirok ve destanlar anlatır, yenileri dinler, öğrenir.

Bu nedenle bir diğer adı da Faqîyê Gerok’tur. Yani Gezgin Fakî. Bu ismi de sürekli bir derviş gibi gezmesinden hiçbir yerde durmamasından dolayı almıştır. Söylendiğine göre Feqiyê Gerok Mezopotamya’da gitmediği köy, kasaba ve kent kalmamıştır. Her gittiği yerde şiirlerini okumuş, doğanın, kuşların sesinin peşinden gitmiştir.

Yazılı kaynaklara göre Feqiyê Teyran önce Bitlis’teki medreselerde eğitim alır, sonra Cizre’de bulunan ve Kürt Edebiyatı için önemli bir yere sahip olan Medreseya Sor’da eğitimine devam eder. Aslında onun eğitimi hiç bitmez, o hep öğrenci yani Faqî kalır, bir ömür kendini öğrenmeye adar.

Derler ki, bu cihanda bir Hz Süleyman, bir de Feqiyê Teyran kuşların dilinden anlardı ve onlarla insanın, insanla konuştuğu gibi konuşurdu. Feqiyê Teyran bir kuş sesi duysa hiç tereddütsüz peşinden gider, kilometrelerce yol alır, kuşun söylediklerini duymak için dervişçe bir yaşam sürdürürdü.

Bu yönünü bir çok yazar, araştırmacı ve tarihçi anlatsa da, en etkili anlatımı Yaşar Kemal Karıncanın Su içtiği kitabında sihirli sözcüklerle dile getirir, uzun tasvirler eşliğinde yazar.

Yarı uykuda yarı uyanık dalmışken kulağına bir kuş sesi geldi, uyandı. Sesi duyar duymaz içine bir sevinç geldi oturdu. Sevincin esrikliğine kaptırdı kendisini. Kuş bir daha öttü, mutluluk

içine gömüldü. Kuşun üçüncü ötüşünde göklere uçtu. Üstündeki kuşlar da ötmeye başladılar. Mutluluk cennetine girdi, ölümsüzlüğe kavuştu. Bütün bedeni mest oldu. Şimdiye kadar böyle bir mutluğu, esrikliği, tadı hiç yaşamamıştı. Kendinden geçmiş, başka bir dünyada gözünü açmıştı. Bu ses o kuşun sesiydi.

Kuş birkaç kez daha üst üste öttü. O artık kendinde değildi. Şimdiye kadar insanların görmediği, bilmediği tanrısal bir semah tutturdu, dönmeye başladı. Öylesine esriklik, sevinç içinde, hiç yaşanmamış bir cennette yaşıyordu ki, bir ömür böyle dönebilirdi.

Seher yelleri esti, gün ışıdı ışıyacak, gökten bir hışıltı koptu. Fakî daha dönüyordu, az sonra önüne ışıktan bir kuş kondu. Fakî kuşa bakar bakmaz gözlerini kapadı, ışığın karanlığı taş gibi üstüne çöktü. Kendine geldiğinde gün doğmuş, vakit kuşluğa erişmiş, kuş da uçmuş gitmişti.”*

Yol giderek daha fazla dağların içine doğru ilerleyerek, yörede anlatıldığı gibi Kartal Yuvalarına varıyor. Etrafta kendiliğinden yeşeren meşelikler daha sık olurken, su kenarları ceviz ve meyve ağaçlarıyla doludur.

DSCF2697.JPG

Nihayet yolun sonuna geliyoruz. Feqiyê Teyran’ın yaşadığı ve son nefesini verdiği yerdeyiz. Gerçekten de burası hem çok yüksek bir dağ yamacı, hem de bir kartalları barındıran bir yere  benziyor. Miksliler buraya Kürtçe Werazüz diyarlar,resmi ismi ise Kartal. Burası bayağı yüksek bir dağın yamacında, yeşillikler içinde oldukça bakir ve ıssız bir yer.  Çevrede kendiliğinden yetişen meşe ve daha değişik ağaçları göze çarpıyor. Taşlardan yapılmış, sade bir türbe ve sonradan yapıldığı anlaşılan bir çevre düzenlemesi. Bir ara kurumuş odun toplayan birkaç kadın dışında kimseyle karşılaşmadığımız için Feqiyê Teyran hakkında sohbet etme şansını yakalayamıyoruz.  Sadece kuş sesleri arasında sonsuz uykusunda olan Faqiyê Teyran’ın sükûneti bizi karşılıyor. Bir zamanlar kuşlarla konuşan, kavalıyla insanları mest eden, şiirleriyle kuşları çeken, suda sevgilisinin sülieti gören Feqiyê Teyran’ın türbesini  görünce, Teyran lakabını boşuna verilmemiş olduğunu anlaşılıyor.. Teyr kuş demek Kürtçe’de. Faqi ise öğrenci. Yani ismi kuşların öğrencisi anlamına geliyor. Gerçekten de kartalların, çeşit çeşit kuşun bulunduğu bir alanda hayata gözlerini yumması da başka bir güzellik.

DSCF2700.JPG

Bu yüksek dağın yamacında, meşeliklerin içlerine  ve türbeye doğru açılan kısa bir yol boyunca, yakın bir zamanda yapıldığı anlaşılan,  Kürtçe ve Türkçe levhalar bulunuyor. Bu levhalara Feqiyê Teyran şiirlerinden dizeler yazılmış.  Bu ağaçlar arasında bulunan  kısacık yola sevgi yolu deniliyormuş. Bu levhalarda 15-16 yy’da yaşayan ve Kürtlerin üç önemli şairi arasında gösterilen Feqiyê Teyran’ın şiirlerinden dizeler okumak mümkün.

Şu an ne durumda bilmiyorum ama yedi yıl önce o levhalarda Teyran’ın doğa ve aşk üzerine söylediği dizeler yer alıyordu…

Feqiyê Teyran yıllarca kuşların peşinde dolaşır; kaval çalar, hikaye ve destan söyler, dengbejlik yapar. Ve  Zümrüt-û Anka kuşunun peşinde diyar diyar gider. Kimisine göre Zümrüt-û Ankayı görür, kimisine göre görmez.

Ama kuşlarla ilişkisi bir ömür sürer. O hep kuşların kanadında özgürlüğü düşler, onların dilinden dökülen nameleri şiirlerine ekler ve bir ömür derviş gibi yaşar.

DSCF2698.JPG

Gezer, dolaşır,aşık olur, aşkı için çölleri aşar ama  aşkına kavuşamaz. Buna rağmen yaşama küsmez, kuşlara karşı olan sevgisi tükenmez, yaradana bağlılığını şiirlere döker. O hep umudun peşinde koşar, ışığı arar ve tasavvufi bir yaşam sürdürür. Bütün Mezopotamya’yı gezer sonra doğduğu topraklara geri döner, kuşlarda onun arkasından gelir…

Ve bir süre sonra 70 yaşlarında hayatını Miks’e bağlı Werazüz Köyünde  noktalar ve buraya gömülür.

Yaşar Kemal Karıncanın Su İçtiği adlı romanında  Faqiyê Teyran’ın son  anlarını şu cümlelerle ifade eder.

Feqiyê Tayran (2).jpg

“Nerdeyse soluğu kesilecekti. Birden, çok uzaklardan bir ses geldi. Fakinin yüzü ışıdı. Ses bir daha geldi, Usta gülümsedi. Onunla birlikte Halilo da gülümsedi. Ses, kendi gözükmeyip de arada sırada sesi duyulan kuşun sesiydi. Ses, bir daha geldi. Fakinin gözlerinin içi ışılıyordu. Halilo sevindi, Usta diriliyordu. Emir ve ötekiler Faki ha öldü, ha ölecek derken Usta diriliverdi. Herkes şaşkınlık içindeydi. Ustaysa beklemedeydi, üç kez sesi duyulan kuşun kendisi de gözükecekti. Çok beklemedi, uzaklardan, dağların üstünden, göğün ucundan bir top ışık patladı,  ışık hızla bu yana gelmeye başladı. Işık, öyle bir ışıktı ki bakanı kör edecek kadar keskin bir ışıktı. Yaklaştıkça ışığın parlaklığı artıyordu. Az sonra pencerenin önüne gelmiş ışığın içinden geniş kanatlarını açmış kuş çıktı. Faki, gözlerini kapamadı. Kuş, gözlerini Fakinin gözlerine dikti. Göz göze geldiler. Faki gözlerini kuşun som kırmızı parlak gözlerinden bir türlü alamıyordu. Birden ortalığa kurşun geçirmez bir karanlık çöktü. Kuşun sesi çok uzak dağların arkasından geldi. Fakinin başı omuzuna düştü. Halilo yerinden kalktı, Ustasının başını usulca tuttu yastığa koydu, açık kalmış gözlerini kapattı”**

Fekîye Teyran ölür ama adı 400 yıldır Mezopotamya’da yaşayan halklar arasında yaşıyor. Şiirleri, divan ve destanları dilden dile dolaşıyor, el yazma eserlerde nesilden nesile geçiyor.

“Yazmış olduğu şiirlere bakıldığında klasik şairlere has tasavvufî hassasiyetlere sahip olmasıyla beraber, şiirlerinde konuşma diline yakın sade bir dil kullanması, tasavvufî öğeler dışında halk kültüründeki folklorik unsurları da ustaca kullanması Feqîyê Teyran’ı klasik Kürt edebiyatında öne çıkaran önemli bir özelliğidir. Bu nedenle de Divan’ında ya da yazmış olduğu destanlarda, folklora ait çok fazla detay vardır.”

“Kürt edebiyatı içinde farklı bir üslup ve söyleyiş tarzına sahip olan Feqîyê Teyran, özellikle konu seçimi ve seçtiği konuları ustaca işlemesiyle de öne çıkan bir şairdir. Melayê Cizîrî ve Feriduddin Attar’a yakın bir edebi söyleme sahip olduğu görülen şairin Divan’ı dışında, “Şeyh-i Sen’an”, “Zembilfiroş” ve “Bersîsê Abid” gibi manzum hikâyeleri de yazdığı görülür.”***.

Faqiyê Teyran’ın günümüze ulaşan eserleri hakkında bir çok araştırma yapılmış olmasına rağmen, halen gün yüzüne çıkmayan eserleri olduğunu söylemek mümkündür. En çok bilinen şiiri ise Ay Dilberê adlı şiiridir. Aram Tigran tarafından seslendirilen parça 400 yıldır, halk arasında dilden dile dolaşıyor. Li baxê min bû zivistan
Ay dîlberê dem gulîstan
Li baxê min bû zivistan
Ay dîlberê dem gulîstan

Ay dîlberê dem gulîstan
Çilmisî bu, bax û bostan
Wêran ezim malêm xirab

Tu hem gul î hem rihan î
Tu hem derd î hem derman î
Tu hem derd î hem derman î
Tu hem derd î hem derman..

Kaynak:

*

** Yaşar Kemal Karıncanın Su içtiği 8. Bölüm…

*** M. Xalid Sadînî’nin Feqîyê Teyran Nuhbahar Yayınları.

Uzak bir kentin anatomisi…

Birkaç yıl önce, 2013 yılı Ağustos ayında, Van Bahçesaray yani Miks’e yaptığım gezi bende unutamayacağım anılar bıraktı.

Müthiş keyif aldım, doğanın harika yönlerini, insana huzur veren kesitlerini görmenin mutluluğuna eriştim.

Yıllarca televizyonlardan, gazete ve dergilerden duyduğum, okuduğum ve  bu nedenle içimde şiddetli bir görme isteği beslediğim Bahçesaray’a gidememenin ezikliğini yaşıyordum.

Özellikle kışın kapanan yolları, yağan metrelerce kar ve olağanüstü doğası beni hep kendisine çekiyordu ama bir türlü ziyaret etme fırsatı bulamıyordum.

Her seferinde bir engel çıkıyor ve ben Bahçesaray’ı başka bahara bırakıyordum.

Nihayet 2013 yılının siyaseten de ılıman ikliminden yararlanarak, Bahçesaray’a gitmek için Van’a doğru yola çıktım.

Van dağlarla çevrili kadim bir yerleşim yeri. Bin bir çiçekli dağları, toplumsal yapısı ve yeryüzü şekilleri insanda hayranlık uyandıracak cinsten. Rakımı yer yer 3000 metreyi aşıyor. Bu nedenle yollar sarp geçitlerden, uçurum ve dağ yamaçlarından kıvrıla kıvrıla ilerliyor. Kimi zaman yüksek yaylalarda düzlükler yol boyunca insana eşlik ediyor, kimi zaman güneşi engelleyen devasa kayalar göze çarpıyor.

Van merkezden başlayan ve bir saatten fazla süren yolculuktan sonra Van Çatak yönüne doğru uzanan karayolundan sağa dönen Bahçesaray yolu, giderek engebeli bir coğrafyanın içine doğru ilerlediği, rakımın da yükseldiği gözlenir.

Buradaki dağ dokusu o kadar görkemli ki, etkilenmemek, şaşırmamak elde değil.

Hele ömrünün büyük bölümünü 600-700 metrelik rakımlı ovada geçiren benim gibi birisi için 3000 metre yükseltinin olağanüstü gelmesi normal sayılır.

Gözlerim dağlarda, yüksek yaylalarda doğanın bin bir güzelliğinde kaosu yaşarken, araba hızla derin vadilere doğru ilerlediğinde, korkunç sayılabilecek bitmez virajlara, uçurumlara girdiğimizde korkmadığımı söylersem yalan olur. Yol baş aşağı ama yılan kıvrımına benzeyen bir şekilde ilerliyor.

En tepede durup, aşağılara bakıldığında insan ürküyor ve bu virajların kışın nasıl aşıldığını düşünmekten kendini alamıyor.

Araba düşük viteste ilerlerken, çobanlar yamaçlarda koyun otlatıyor, kadınlar beriye gidiyor, bazıları da kış için tırpanlarla ot biçiyor.

Koçer bunlar. Yazın bu yaylalarda konaklar, kışın daha sıcak yerlere göç eder. Bir döngünün peşinde o dağ senin, bu yayla benim dolaşıp, dururlar.

Çadırlarda ömürleri geçer, sade yağ, otlu peynir, süt, bal,katıksız kavurma ve ceviz sofralarının ana menüsüdür. Malum ve zorunlu nedenlerden giderek sayıları azalıp ve  yerleşik hayata geçseler de, Koçerlik hala Van ve yöresinin vazgeçilmez yaşam biçimi olarak sürüyor.

Zaman zaman doğanın ürkütücülüğü ve güzelliği karşısında viraj başlarında durup, etrafı izlesek de, yola devam ediyoruz. İlk durak, dağlardan fışkıran ve kar beyaz akan Misk Çayına can veren gizemli su kaynağı.

Burada mola veriyoruz. Bir mağaranın kenarında, insan yüzüne üfleyen serinlikte duraklıyoruz.

Bir mağaradan fışkıran ve Misk Çayını oluşturan ve oradan daha da beslenerek Dicle Nehri’ne katılan bu su, aynı zamanda Bahçesaray’a  can veriyor. Yörede bu suya Ser Kahni adı veriliyor. Kaynağını dağlardan alan, mağaranın içinde kaynayan ve mağara çıkısında süt gibi akan, köpük köpük beyazlaşan harikulade bir su.

İçi bir hayli büyük olan, Mağara  yüksek dağların eteklerinde bulunan ve İskender Kalesi olarak da anılan yükseltinin yamacında yer alıyor. Miks’e 10 kilometre uzaklıkta yer alan bu olağanüstü su kaynağı, dağlarda biriken bütün kar sularını sanki bu mağaraya topluyor ve bembeyaz köpükler içinde çay olup, Dicle’ye karışmak üzere buradan yola çıkıyor.

Suyun içimi hem hoş, hem yumuşak ve hem de buz gibi.

Mağaranın içinde biraz oturuyoruz. Oldukça nemli olan mağara bir oksijen deposu. Kayalarda sarkıtlar ve yer yer erimeler oluşmuş. Bu gösteriyor ki mağara çağlar ötesinden gelen bir yapıya sahip.

Suyun dışında, etraf olabildiğince hareketsiz. Bizim gibi birkaç kişi dışında, ortalık sakin, doğa ıssız, sessiz ve kimsecikler yok.

Mağaradan kaynayan Ser Kahni girdaplar oluşturarak, oldukça berrak bir  çaya dönüşerek yol boyunca Bahçesaray’a doğru akıyor.

Su üzerinde yapılan tahta köprü ve suyun gücünden eriyen, kaygan hale gelen taşlar insanı eski zamanlara götürüyor.

Seyrine doyum olmasa da, ayrılmak zorunda kalıyoruz. Yorgunluğumuz bir avuç buz gibi suda yok oluyor, daha zinde olarak yolumuza Miks’e doğru yol alıyoruz.

Yol boyunca berrak akan çay bize eşlik ediyor.

Bahçesaray yani Miks biraz daha derin bir vadinin içinde. Etrafı dağlarla çevrilmiş. Çayın çevresinde yükselen ağaçlar ve evleri görünmez kılan bahçeler olağanüstü bir görüntü oluşturmuş. En çok da ceviz ağaçları göze çarpıyor. Evler genellikle iki katlı ve kevgir taş yapılar.

Yeni ve betondan evlerin çoğu devlet kurumlarını çağrıştırıyor.

Uzun yıllar gelmek için can attığım kentin meydanına ulaştığımda kendimi hafiflemiş hissediyordum. Yıllarca içimde  ukde olan Bahçesaray’daydım.

Demek burası, yıllardır geçit vermeyen Bahçesaray,

Dokuz ay kışa, üç ay Van’a bağlı olan bir yer.

Deyim bana değil, Bahçesaraylılara ait.

Her yıl yağan metrelerce kar, buranın dış dünya ile temasını kesiyor.

Son yıllarda kar yağışının azalması sözü biraz abartı haline getirse de hala gerçekliğini koruyor.

Bahçesaray’a gelmeden kafamda bir plan yapmıştım. Okuduğum kitaplar buranın tarihte bir satranç merkezi olduğunu belirtiyordu.

Ben de buraya gelmişken, hem satranç oynayanları fotoğraflamak, hem de bahsedilen o mistik havayı teneffüs etmek istiyordum.

Misk Çayına paralel ya da çayın üzerinde inşa edilen kahvehanelerin birine konuk olarak merakımı gidermek istiyordum.

Daha içeri girer girmez, satranç oynayan bazı kişiler gözümüze ilişiyor.

Çok yaşlılar kahveye gelmiyor, daha çok genç, orta yaş ve hatta çocuk denilebilecek kişiler kahvede, Misk Çayının kenarında satranç oynayarak, izleyerek zaman öldürüyor.

Bu mevsim Misk için bahar. Sıcaklık en fazla 28-30 derece. Suyun müthiş serinliği, ceviz ağaçlarının kendine has kokusu ve satrancın müthiş dinginliği birleşmiş gibi.

Burada kışların uzun sürmesi, satrancın insanlar tarafından tercih edilmesinde bir etkisi  var mıdır diye düşündürürken, aklıma Mirlerin satranç oyunları geliyor.

Anlatılır, denilir ki Mirler satranç oynamak için gelirlermiş Misk Çayı kenarına. Oyunları saatler, hatta günlerce sürermiş.

Sonrası bilinen hikaye.

Her şey zaman sarmalının içinde kaybolmuş, ilgi başka mecralara kaymış.

Bahçesaray’da satranç oldukça sık oynanmasına ve herkes tarafından bilinmesine rağmen, tarihteki ışıltılı konumu geride bırakmış.

Buna rağmen, bu derin ve yüksek dağlar arasında bir savaş stratejisine dayanan, insan aklının sınırlarını zorlayan satrancın varlığını koruması önemlidir diye düşünüyorum.

Her kahvede satranç takımları yere döşenen kilim ve halıların üzerinde hazır bekliyor. Masadan çok yerde oynanılıyor. İnsanlar hem yere bağdaş kurup oturuyor, hem de satranç oynuyor. Kendine has bir yapı. Geçmişin izlerini taşıyan, Mirlik felsefesi çevresinde varlığını koruyan bir kültürel doku.

Her ne kadar kapalı da olsa, bir satranç merkezi de vardı biz gittiğimizde. Şu an ne durumda bilmiyorum.

Umut ediyorum ki satranç daha da ilerletilen bir sistematiğe dönmüştür.

Bahçesaray küçük bir kasaba aslında. Yeşillikler içinde kaybolan ve alabildiğince sessiz ve dingin bir yer. Fırınları da bana ilginç gelmişti. Başka hiçbir yerde böyle bir fırın yapısı görmemiştim. Benim gördüğün, bildiğim taş fırınlar bir ocaktan oluşuyor.

Ama burada ocakları iki bölümden oluşuyor, birinde ateş yakılırken, diğerinde ekmek pişiyor.

Dolaysıyla ateşin isi, dumanı, kokusu ekmeğe geçmiyor, ekmek kendi halinde yavaş yavaş kızarıyor ve müthiş bir lezzet ortaya çıkıyor.

Kenti daha yakından tanımak için birkaç sokağına dalıyorum.

Eski evlerin çoğu iki katlı, sarımtırak taş yapılar. En tepelerde kilise kalıntıları var. Evlerde kullanılan taşlarda yazıtlar, kitabeleri çağrıştıran taşlar var.

Çarşı, kentin kendisi su boyunca ilerliyor.

Kimi zaman evlerin duvarları Ser Kahni’den akan çayın içine kadar iniyor.

Dükkanlar sağlı sollu bir şekilde yapılmış ve tahta kepenekler kullanılmış.

Yanılmıyorsam Hizan tarafında beş altı asır önce Ermeniler tarafından yapıldığı söylenen Kırmızı Köprü var. Adını taşların kırmızılığından alıyor. Mimari yapısı ve taşları ilginç bir şekilde dizilmiş.

Biz günü burada noktalarken, Faqiyê Teyran kuşlar vasıtasıyla kulağımıza fısıldıyor.

Ben buradayım, Miks’in her yerindeyim, attığınız her adım, gördüğünüz her su kaynağı benimle anılır…

Yazının fotoğrafları için:

https://www.3uncugoz.com/uzak-bir-kentin-anatomisi/

Corona ve zaman…

Hayatın gizi zamanda saklı. Henüz, bu gizi çözen birileri çıkmadı, şimdilik çıkacağına da benzemiyor. Bu nedenle zamanın yansımalarıyla uğraşıyor insan. Gizi yansımada arıyor, anlamlandırıyor ve yorumlamaya çalışıyor.

Kimi zaman müthiş ürünler ortaya çıkarıyor, sanat eserleri ve son derece önemli düşünsel enerji yaratıyor; kimi zaman da hayatı, yeryüzünü çoraklaştırıyor, giderek anlamsızlaştırıyor, savaşıyor, hırçınlaşıyor, yok ediyor, yok oluyor…

Doğadaki çelişkiyi bir derinleştiriyor, bir aradaki makası kapatmaya çalışıyor.  İnsanın,  yeryüzünde var olma sürecinden beri durum hep aynıdır demek mümkün. Bir med cezir olayı gibi ilerliyor, duraklıyor bazen de geriliyor.

Ama zaman için durum farklı,  hiçbir müdahaleye gelmiyor.

Ha en eski çağ, ha şimdiki çağ.Şeyhmus Çakırtaş (8).jpg

Zaman için her şey yerli yerinde, müthiş bir disiplinle süren ve kendini var eden bir süratle yol alıyor.

Bir an geliyor ki, zaman sarmalında  kıvrımlar oluşuyor, kavşaklar beliriyor ve güçlü yansımalar yaşanıyor, yeryüzü ışıldıyor…

Büyük değişimlerin, alt üst oluşların yaşandığı zamanlar yani. Yansımanın bile kasırgaya dönüştüğü ve zamanın perdesinin yırtıldığı anlar…

İşte o tuhaf zamanların birinde yaşıyoruz. Zaman bile dengesini kaybetmiş, mevsimsiz döngülerin etkisinde. Sonbahar kışa, bahar yaza kavuşmuş. Hassas terazide son surat ilerleyen zaman, küçük ama özgül ağırlığı dünya ile boş ölçen bir varlığın olağanüstü gücü karşısında sanki yalpalıyor, dengesini kaybediyor gibi.

Bu olağanüstü karanlık virüs insan eliyle mi ortaya çıktı, yoksa doğal yollardan insanlara buluştu bilinmez. Kimisi bir iki yıl önce Çin’de ortaya çıktı diyor, kimisi daha gerilere götürüyor işi. Velakin bir gerçek var  ortada, insanı hasta eden, hasta ettiğinde mecalsız bırakan, öldüren bir virüs zaman sarmalında dengeleri oynuyor, sarsıyor, zamana müdahale ediyor.Şeyhmus Çakırtaş (4).jpg

Ne bilinen tıp teknikleri, ne eldeki ilaçlar işe yarıyor… Hepsi şimdilik çözüm gücünden uzak.  Bütün umutlar aşı  ve yeni tedavi yöntemleri yaygın hale gelene kadar bağışıklık sisteminde. Bu nedenle, dünya zerre miskal kadar küçücük virüsün elinden kaçacak delik arıyor. Çünkü bağışıklık sistemimiz çoktan çökmüş durumda. Yediğimiz, içtiğimiz bütün besinler doğal olmaktan çok uzak. Bu nedenle virüs alabildiğince güçlü ve ürkütücü.

Virüs sadece insanı  öldürmüyor, hayatın bütün alanlarına sirayet ediyor. Sosyal hayatı, değer yargılarını yerle bir ediyor, insanı insandan uzaklaştırıyor. Virüsün varlığını kabul eden, etmeyen herkes hedef tahtasına oturuyor ve bedel ödüyor. Virüsün varlığına inanan, inanmayan, artık meseleye şüphe ile bakıyor;  asıl felaketin aşıyla ortaya çıkacağını düşününler ortaya çıkıyor.

Nereden bakarsanız, bir tutarsızlık var ortada, insanları şüphe içinde bırakan bir tutarsızlık. Bu nedenle belki de dünya hiçbir zaman bu kadar güvensiz olmamıştı. Ne cihan savaşlarında ne de veba günlerinde. Şimdi bir yaprak düşse, etkisi yeryüzünde bir kasırga etkisi yapıyor, artık kelebek etkisi filan hafif geliyor.

Ölen ölüyor, kalan sağlar da bu korkunun cenderesinde hayat sürdürüyor.Şeyhmus Çakırtaş (3).jpg

Yani bu gün, dünden daha karışık bir durumda.

Virüse inanmayanlar, virüsü bir kitle imha silahı olduğunu düşünenler ve dünyanın giderek bir yapay zeka laboratuvarına döndüğünü söyleyenler ve aşıyı bulduğunu muştulayanlar hep aynı gemide ama herkes ayrı telden, ayrı makamdan çalıyor.

Kim doğru söylüyor, kim yanlış ifade ediyor bilen, anlayan koca bir soru işareti.Şeyhmus Çakırtaş (5).jpg

Virüs karşısında binlerce kişilik modern ordular sessiz, imparatorluk hayali kuranlar ürkek, sermayesi olanlar şaşkın.  Çünkü virüs alabildiğince gizli, alabildiğince sessiz ve hızlı saldırıyor. Bir hayaletten öte,  insanın yüreğine, ciğerine yerleşiyor, ya da bize öyle gösteriliyor.

Bu nedenle herkes sus pus. Kimisi coronavirüsün varlığını görmezlikten geliyor, kimisi fazlasıyla ciddiye alıyor. Bir dengesizlik var ortada. Siperlikle gezen mi, maske takmayanı mı dersin, her şey iç içe, yan yana yaşanıyor.  Yani insanlar kıpırdadıkça risk büyüyor, virüsün etki alanı genişliyor.

Her şey hekimlerin, sağlık çalışanlarının sırtında. Onlar da virüse karşı savaşı zaman zaman kaybediyor, kendi bedenlerinde.

Anlayacağınız zamanın yansıması bu kez, oldukça sert ve öldürücü. Bir kavşakta mıyız, yoksa planlanmış bir yolun ortasında mıyız?Şeyhmus Çakırtaş (2).jpg

Bilmiyorum,  kafa karışık, zihin bulanık…

Bir şey biliyorum, bildiğim yeryüzünde suya ve sabuna ulaşamayan, günde bırakın üç öğün yemek yemeyi, bir öğün yiyecek bulamayan milyonlarca insan var.  İş bulamayan, bulup kölelik düzeyinde çalışan, virüse rağmen her gün iş başı yapmak zorunda olan yüzbinlerce insan var. İşe gitmediği zaman aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan milyonlar var…

Bu nedenle insanlar virüsten değil, açlıktan, açıkta kalmaktan daha çok korkuyor. Kime dokunsan virüsten önce, ekmek diyor, aş diyor, iş diyor ve bu nedenle evde kalamıyor.

Evin dışındaki hareketliliğin tek nedeni bu değil tabii. Virüsü ciddiye almayan milyonlar var, bu da bir gerçek…

Bu nedenle sokaklar dolu, bu nedenle herkes orda burda.

Şimdi ne anladık bu işten.

İtiraf edelim, dünyayı yönetemiyoruz.Şeyhmus Çakırtaş (10).jpg

Her şeyi karıştırmış durumdayız. Ya otoritemiz insanı yok ediyor, ya da otoritesizlik bir başı boşluğu getiriyor.

Oysa hayat bir bütün. Bir tarafı ihmale geldi mi, başka tarafları da etkiliyor, giderek bütününü sarsıyor.

Bir bakın etrafınıza.

Ne yapıyoruz, ne üretiyoruz, ne yiyoruz?

Her şey sandığımızdan daha mı karmaşık yoksa bir oyunun değişik sahnelerinde mi yaşıyoruz?

Soru çok, cevap da.

Suya sabuna ulaşamayan, yiyecek bulmakta sıkıntı yaşayan insan da çok, ekmek bulamayan çocuklar da…

Şimdi neye yanalım, virüsten yiten insanlara mı, açlık çeken, işsiz kalan, baskı altında yaşayan, haklardan mahrum olan, modern köleliğe mi yanalım…?