Osmanlıda Aşiret Mektebi ve Hanedanlık.

Osmanlı Beyliği kurulduğu günden sonra sınırlarını genişletme amacıyla yayılmacı bir politika izleyerek, zaman içinde topraklarını genişletti. Yükselme döneminde  Avrupa, Asya  ve Afrika kıtalarında önemli bir coğrafik alana hükmederek kendi döneminin önemli devletleri arasında girdi. Yönetim biçimi ortalama her yurttaşın bildiği gibi hanedanlığa dayanıyordu. Dolayısıyla Osmanlı Padişahının aldığı kararlar, yürüttüğü politikalar hanedanlık mantığına uygundu. Devletin devamı hanedanlığın varlığını sürdürmesine bağlı görünüyordu.

Osmanlının ilk dönemlerinde homojen bir toplumsal yapı olsa da, yükselme döneminde daha karmaşık bir topluluğa döndü.  Halkın büyük kısmı Müslüman olmakla birlikte gayrimüslim  olan, farklı kültür ve dillere sahip topluluklar da varlığını sürdürdü. Dolaysıyla halkın tek bir dili, dini; tek bir kültürü yoku. Değişik halkların bir arada yaşadığı bir devlete dönmüştü. Buna rağmen devlet yönetimi hanedanlık esasına dayanmayı sürdürdü. İslam ve Türklük birlikte yürüdü ve zaman zaman iki kavram birbirinin önüne geçti.

Osmanlı Devleti yayılmacı bir politika izlediği için değişik kültür ve inançlara bakış açısı zaman zaman farklılık gösterdi.  Kimi zaman kılıç salladı, kimi zaman varlıklarını kabul eder göründü. Yükselme dönemlerinde Osmanlı için farklı din ve kültürlerin, etnik yapıların varlığı bir sakınca yaratmıyordu. Güçlü olmasından kaynaklı hem sınırları genişliyor, hem de ele geçirdiği topraklarda yaşayanların biat etmesi sağlanıyordu.

Yükselme dönemi sona erdiğinde Osmanlı açısından bir duraklama dönemi başladı.  Zaman aynı hızla ilerlemedi. Bir durdu, bir hızlandı ve Osmanlının yükselme dönemi yerinde saymaya, işler değişmeye, farklı sesler çıkmaya  başladı. Bir de işin içine Fransız İhtilali girince değişik halk ve kültürleri idare etmek iyice zorlaştı. Yönetim biçimi hanedanlığa dayandığı için homojen, tebaa dediği halklar ise heterojendi. Yani hem sosyolojik yapıları, hem de yönetimsel mekanizmaları arızalanmaya her zaman müsaitti.

Bu durumu gören,  ele geçirdiği topraklarda ki egemenliğinin tehlikeye gireceğini kaygısı taşıyan  Osmanlı kendi içinde bazı reformlara girişti, uzun ve kısa vadede  bazı adımlar attı.

Bu adımlardan biri de Aşiret Mektepleridir.

Aşiret Mekteplerinin önemli bir amacı vardı. Aşiret reislerinin çocuklarını eğitilerek ,gelecekte aşiretlerinin başına geçip, Osmanlı Hanedanlığını çıkarlarına uygun konumlamak, Osmanlıya bağlı kalmayı sağlamaktı. Bunun için  1892 yılında Aşiret Mektebi kuruldu.  Önceleri iki yıllık bir eğitim süreci düşünülmüş, sonra yetersiz gelebileceği düşünülerek beş yıllık bir sürece çıkartılır. Kürt, Arap ve Arnavut aşiret reislerinin çocukları İstanbul’da açılan okulda beş yıllık eğitim gördükten sonra, biraz büyüyüp evlerine döndüklerinde aşiret yönetiminde ağırlık kazanacak ve  Osmanlı Hanedanının çıkarları koruyacaktı.

“Aşiret Mektebi (özgün adıyla Mekteb-i Aşiret-i Hümayun), Osmanlı Devleti‘nde önde gelen aşiret liderlerinin çocuklarının Osmanlı eğitim sistemi içerisinde yetiştirilerek devlete ve saltanata bağlamak amacıyla  Sultan II. Abdülhamid tarafından İstanbul’da 21 Eylül 1892 tarihinde açılan okul. 12-16 yaş arasında erkek çocukların öğrenim gördüğü orta dereceli parasız yatılı bir okul idi. 

Aşiret Mektebine ilk olarak HalepBağdatSuriyeMusulBasraDiyarbakırTrablusgarp 

vilayetlerinden ve Kudüs, Bingazi ile Zur sancaklarından, 12 ile 16 yaş arasındaki çocukları okula alınır.”

Önce eğitim süreci 2 yıl olarak düşünülen okul, kısa bir zaman içinde  beş yıllık bir okula dönüştürülür. Özellikle Arap, Kürt ve Arnavut  Aşiretlerinin önde gelen ailelerin çocukları  Sultan Abdulhamid’e ve Osmanlı Hanedanına bağlı birer birey  olmaları doğrultusunda eğitilmeleri amaçlandı.

Aşiret Mektebinde hem dini eğitim, hem de matematik, fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersler veriliyordu. Okulun eğitim dili haliyle Osmanlıca olup, aşiretlerin kültür ve dilleri dikkate alınmamış, yok sayılmıştı.

Başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları bu okula alınırken, sonraki yıllarda, Kürt ve Arnavut aşiret reislerinin çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece okul, bütün aşiretlere hitap eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine devam ederek devlet kademesinde görevler almaya başladılar.

Ancak bu durum 1906  yılına kadar sürdü.

“1906 yılına gelindiğinde  okulun öğrenci sayısı ve masrafı arttığı bizzat dönemin eğitim bakanlığı tarafından açıklandı. Ayrıca okulda özellikle Kürt ve Arap öğrenciler  arasında sık sık kavgalar yaşandığı ve kavgaları önlemek, güvenliği sağlamak amacıyla okul bahçesine bir karakol binası yapılır. Buna rağmen sükûnet sağlanmaz, huzursuzluk devam edilir. Yine aynı yıl okulda  çıkan yemeklerle ilgili isyan nedeniyle okulun kapatıldığını yazılmasına rağmen  politik bir ayaklanma sonucu kapatıldığı düşünülmektedir.”**

Aşiret mekteplerinde eğitim alan öğrencilerin aşiretlerini yönetip yönetmediği tarihi vesikalarda yer almıyor. Kim, bu okullardan ne aldı, ne öğrendi belli değil. Kapatıldığına göre başarılı bir proje olmadığı anlaşılıyor.

Aşiret Mektebinde yaşanan sorunlar, toplumsal problemlerden  ayrı değildi.  Toplum neyi yaşadıysa okulda okuyan Kürt, Arap, Arnavut öğrenciler de aynı sorunları yaşadılar, aynı kavgalara giriştiler.  Padişah yetiştirdikleri öğrenciler vasıtasıyla gelecekte aşiretleri yanına almayı düşünürken, sarayın yanı başında toplumsal ayrışmanın nüveleri beliriyor, çelişkiler daha da derinleşiyordu. Politik bir çekişme var mıydı, yok muydu belli değildi ama çelişkiler giderek derinleşiyordu.

Osmanlı bu okul vasıtasıyla belli başlı aşiretleri dönüştürüp, devlete bağlı hale getirmeyi  düşünmüş, çocuklarına verdiği eğitim yoluyla devletin çıkarlarını her türlü koşulda savunabileceklerini hesaplamıştı. Böylelikle Osmanlı Devleti daha  güçlü olunacağı hesaplanırken, okul devlet için tehlike arz eder hale gelmiş ve  ani bir kararla kapatılmıştı.

O gün, bu gün aşiretlerden yararlanma, devletin yanında yer almalarını sağlama serüveni sürdü, sürüyor. 

Neyse ki artık aşiret mektepleri yok, aşiretler ise 100 yıl öncesine göre daha farklı. Çoğu kentli ama içlerinde var olan ruh halen yüz yıl öncesinin farklı bir varyantı…

Kaynakça:

*Wikipedia

**Wikipedia

Güneş’ten bir parça düştü, Urfa üzerine

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Yaz sıcakları denildi mi, önce akla Urfa gelir. Çevresinde bulunan yeryüzü şekilleri yüksek sıcaklıklar için uygundur.

Ortadoğu çöllerine uzanan ovalardan gelen sıcak hava akımları yaz aylarında insanı canından bezdirir.

Urfa’da sıcaklar erken gelir, geç gider. Bahar ise pek uğramaz ya da şöyle bir göz kırpar, hemen kaçar. 1


Yaz beş ay sürer. Bir ay bahardan yazdır, bir ay da sonbahardan. Kimi yıllar ekim bile sıcak geçer ve yaz altı aya çıkar.
 

IMG_20200628_202419-01.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Sıcaklığın pik yaptığı temmuz ve ağustos aylarında hava 45 dereceye ulaşır.

Bu aylarda sıcaklık o kadar yükselir ki hayat adeta durma noktasına gelir.

Parası, yazlığı, bağı, bahçesi olanlar, kenti geçici süreyle terk eder; serin yerlere doğru gizli bir göç başlar.

İmkanı olmayanlar ise sıcaklığın gölgede 45 derecelere ulaştığı kentin havasında, gökten yağan ateşle baş başa yaşamak zorunda kalır.  
 

DSC06594-01.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

İşte bu zalım aylarda Urfa’da kalanlar fellik fellik gölge yer arar. Gölgenin altın değerinde olduğu kentte öyle sığınabilecek serin ve gölge yer bulmak da kolay olmadığı için evin içinde, sokak ve kapı aralığında oturur. 

Az çok belli bir geliri olanlar klimasını çalıştırır; ya evinde, ya da çalıştığı ofislerinde serin serin oturur.

Klima evin içerisini serinletirken, dışarıya ise bayağı bir sıcak hava üfler. Sıcak, biraz daha sıcakla beslenir ve kentin rakımı düşük semtleri cehenneme döner.
 

IMG_20211027_070726.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Ne hafif bir yel eser, ne de gölge verecek bir bulut görünür. Güneş bütün gökyüzünü kaplamışçasına Urfa’yı aydınlatır, ısıtır, ateşini salar.

Mitolojik anlatımlarda olduğu gibi yer gök ateş olur; beton bloklar dört yönden ısınır.

İzolasyonu olmayan, eksik malzeme kullanılan dairelerin duvarları bir ısındı mı artık yaz boyunca sıcak kalır.  

Asfalta yumurta kırsan qığane2, güneş mangalına ciğer bıraksan kısa sürede kebap olur.

Urfa’da hal ve vaziyet yazın bundan ibaret olup, bütün yollar güneşe, yüksek sıcaklara çıkar. 
 

IMG_20220412_152327.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Biliyorum ki abarttığımı düşünüyorsunuz. Keşke anlattıklarım abartı olsaydı.

Urfa’da sıcaklık makul rakamlarda olsaydı da, ben de düşündüğünüz gibi birkaç söz fazla yazsaydım. 

Maalesef Urfa çok sıcak. Öyle bir sıcak ki sanki ateşin çukurunda inşa edilmiş.
 

IMG_20210921_153046.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Yaz boyunca sıcaklığın mevsim normallerinin üzerde olması, birkaç derece yükselmesi düşünülmediği kadar yaşam kalitesini düşürüyor, hastalıklı ortamlar oluşturuyor. 

Böylelikle sıcaklık kentin tek gündemi hale geliyor. Bu durumda önce elektronik cihazlar aşırı ısınır, ağaçlar kurumaya karşı büzüşür, nem artarak solunumla ilgili rahatsızlıkları artırır, ulaşım araçları bozulur, insanların ruh sağlığını tehlikeye girecek düzeye gelir.

Sıcaklık yaz mevsiminin gereğidir ama giderek yüksek seyreden sıcaklık bambaşka bir sonuçtur.

Burada dikkat çekmek istediğim nokta, normal yaz sıcakları değil… Bizim sıcaklık karşısında nasıl bir tutum içinde olduğumuzdur.
 

FB_IMG_1647538783990.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Ben iklim bilimci değilim, meteoroloji mühendisi hiç değilim. Ama şunu biliyorum, sıcaklık her yıl biraz daha artıyor.

Artmasına paralel tarımda sulama alanları genişlediği için, nem de o ölçüde yükseliyor.

Sıcaklık artıkça nem artıyor, nem artıkça sıcaklık yükseliyor. Birbirini besleyen ve içi içe geçen çemberler gibi artık sıcak nemle anılıyor.

Yani Urfa giderek Çukurova’nın nemli ve rutubet kokan havasına dönüyor.

‘Ne yapalım’ dediğinizi duyar gibi oldum.

Ben tam da bunun tartışılmasını istiyorum.

Bizim doğal dengeyi bozup, Urfa’ya deniz ya da kutup havası getirecek halimiz yok.

Gökyüzüne devasa bir tavan vantilatörü takmak ya da her köşe başına en büyüğünden salon tipi klima yerleştirmeye gücümüz yok. 

Daha mütevazı ve ekonomik önlemler üzerinde kafa yormak hem kolay, hem de mantıklı olacaktır. 
 

IMG_20220129_135535_889.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Mesela “Sıcaklığın bu kadar yüksek seyrettiği kentin yeşil alanları neden az” diye sorabilir, daha fazla park ve bahçe talebimizi yükseltebiliriz.  

Bu, hem kent hukukuna uygun hem de en temel yaşam standartlına denk gelen bir talep.

Biliyoruz ki kuraklık ve yoksullukla mücadele ciddi oranda ağaçlandırmayla mümkün.

Doğal serinleme ortamları oluşturmak, suyu doğru kullanmak, vahşi sulama sistemlerinden vazgeçmek ve mümkün oldukça temiz enerji kullanmak.

Yazdıklarımı kenti yönetenler bilmiyorlar mı?

Biliyorlar, benden çok ama çok daha iyi biliyorlar. Ama nedense Urfa gibi bir kentte yeşil alanların çoğaltılması bir türlü temel politika haline gelmiyor.

Fırat, kanallarla Harran’a, Akçakale’ye, Ceylanpınar’a oradan Kızıltepe Ovası’na ulaştırılıyor ama halkın yararlanabileceği kent ormanları için pek bir şey yapılmıyor, var olan yeşil alanlarla yetiniliyor.

Bunun da yeterli olmadığı, kentin nüfusunun Suriyeliler dahil 3 milyon civarına dayandığı da biliniyor.

Bu nüfusa üç beş park ve bir iki küçük koruluklar yetmez.
 

Bu sıcaklığın önüne geçmenin yolu yöneticilerin kenti daha sosyal ve serin bir kent haline getirme ufkuna ve hepimizin duyarlılığına bağlıdır.

Biliyoruz ki Urfa’nın çok daha geniş yeşil alanlara, halkın kullanabileceği serin yerlere ihtiyacı var. 

Bir dostum şöyle yazmıştı:

Güneş’ten bir parça düştü Urfa’ya;

Nemrut bile vazgeçti Hz İbrahim’i ateşe atmaktan… 2


Evet, gerçekten Güneş’ten parçalar düşüyor her gün Urfa’ya…

Güneş ulaştığı her yeri yakıyor, kurutuyor.

Bu nedenle söyleyecek sözümüz olmalı.

Bizler ya bu sıcakların aşırı artmasında insan faktörünü kabul edecek, daha vahim sonuçlar doğurmadan önlemler almaya çalışacak ya da giderek daha fazla ısınan bir Urfa ile karşı karşıya kalacağız.

Ya da “Dışardaki sıcaktan bana ne” deyip, klimamızı açıp keyfimize bakacağız.

Çünkü yaşam her koşulda sürüyor. Ateş yağsa da, sıcaklık çıldırsa da sürüyor.

Sürüyor ama nasıl sürüyor?

İşte yaz mevsiminin fotoğrafı Urfa’da havuz kenarında değil, sıcaklığın 45’dereceyi bulduğu toprakta, ekmek fırınlarında, kozada olan pamuk tarlalarında çekiliyor.

Kent büyüyor, bir yandan da büyümeden kaynaklı sorunlar yaşıyor.
 

IMG_20200606_200817-01.jpg

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Her yerde mantar gibi binalar yükseliyor ama kent ormanı, park ve bahçe aynı hızla çoğalmıyor. Tam tersi fıstık, zeytin ve bağ, bahçe alanları yok ediliyor. 3

Oysa 16’ncı yüzyıl sonlarında Urfa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi, kentin mevsimleri için “Yazı yaz, kışı kıştır. Ilıman, güzel bir iklime sahiptir” diye not düşer.

Peki, ne oldu da bu kadar sıcaklık arttı?

Bunu küresel ısınmayla anlatmak yeterli midir?

Acaba kesilen her ağaç, imara açılan her tarım arazisi sıcaklığı bir nebze artırmış olmasın?

Ya da başka bir anlatımla, insan eliyle inşa edilen kentlerin imar planlarından kaynaklı sıcaklığın yükselmesi olası dâhilinde midir?

Mesela beton bloklar, asfalt yol, egzoz gazları ve hayatın vazgeçilmezleri arasında yer alan klimalar ne kadar ortam sıcaklığını artırıyor?

Bilmek ve öğrenmek istiyorum.

Biri anlatsın ve artık bir zahmet önlem alsın.

Çünkü Urfa yanıyor.

1. Esin Kurt Karaca 
2. Qığane: omlet
3. Abdullah R. Elçi
4. Yerel basından: https://www.urfanatik.com/haber/3488437