Bir deprem güncesinin devamı niteliğinde bir karalama…

Deprem üzerinden çok gün, çok ay hatta iki mevsim, bir bayram geçti. Kışın zemherisi sessiz sedasız bahara, bahar da sessizce yaza evirilmeye başladı. Yani çok şey değişti o lanet olası zamandan bu yana. Tarihin bütün mevsimsiz anları kısacık zamana sığdı. Hiç düşünemediğimiz kadar öldü insanlar , üşüdü, acıdan yürekleri patladı.
Arada bir gök delinircesine üzerlerine yağmur, kar, dolu olarak yağdı. Yağmur sel olup sürükledi . Bir acıları söküp, uzaklara götüremedi, bir de değişmez yazgıları. Oysa kurak geçiyordu bütün zaman. Kar boran, yağmur hep az yağardı zaten. Yağmur için duaya çıkar, insanlar heyecan içinde dört gözle beklerdi yağışlı günleri. Yağmur ya yağardı, ya yağmazdı.
Oysa bu yıl tuhaf başlamıştı zaten. Sonbahar kurak geçmiş, toprak susuzluk içinde çatlamıştı. Ne yağmur yağıyordu, ne de hatırı sayılır bir kış beklentisi. Her şey uykudaydı sanki. Gökyüzünde bulut bile görülmedi çoğu zaman. Görünse de gelip, geçti kadım kentlerden. Sonra kış geldi sessiz sedasız. Bulutlar birikti zaman zaman. Hava soğudukça yağmur yüklü bulutlar belirmeye, gökyüzü kararmaya başlasa da yağmur yağmadı. Yağmur yüklü bulutlar sancılandı, zor bir doğum sürecine benzer durumlar yaşandı. Gökyüzü bir güz havasını, bir kış modunu yaşadı. İklimsel gel gitler, küçük soğuk hava dalgaları görüldü sadece.
Sonra, sonrası felaket.
Takvim yaprakları 6 Şubat 2023 Saat 04.17’i gösterdiğinde her şey bir anda değişti. Yer şiddetle sarsıldı, bulutlar delirdi, şimşekler çaktı. Yer titredi ard arda. Dağlarda kayalar oynadı yerinden. Yeryüzü adeta kabardı, zeminde kırılmalar, kaymalar oldu. Komşu ve aynı fay hattında olan bir çok yerleşim yerinde çok sayıda bina depremin şiddetiyle yıkıldı.
Hatay’dan Malatya’ya, Maraş’tan Adıyaman’a, İslâhiye’den Urfa’ya, Adana’ya, Diyarbakır’a tarihin en şiddetli depremi yaşandı. Hatay, Maraş, Adıyaman ve Malatya’nın büyük kısmı tümden sessizliğe gömüldü. Ne iletişim kaldı, ne de müdahale edecek kurum. Devlet sağır sultanları oynadı. Fay hattı olmayan kentler de bile binalar çöktü, çok sayıda bina oturulamaz hala geldi. İlk gün depremin vurduğu kentlerden insan çığlıklar arşa yükseldi. Her şey karanlık saatlerin bitmez bilmeyen zemheri soğuğunda ölüme evirildi. Kurtulanlar gördükleri manzara karşısında şok üzerine şok yaşadılar. Her şey yerle bir olmuştu. Binalar yollara, yollar geçilmez yıkıntılarla doldu bir çok yerde. İnsanlar sorumlu olanlara ulaşamadı. İş başında olması gerekenler yoktu ortada. Birinci ve ikinci gün geride kalanlar sevdiklerine ulaşmak için yıkılan binalarda tırnaklarıyla arama kurtarma çalışması yaptılar. Herkes kendi derdine düştü, çığlık çığlığa yiten canlara ulaşmaya çalışıldı. Yıkılan binaların enkazlarından çığlık ve imdat sesleri geldi her yerden. Çığlıklar birbirine karıştı, yağmur ve soğuk da işin tuzu biberi oldu. Sonra giderek sesler kesilmeye, ölüm sessizliği görülmeye başladı depremin vurduğu kentlerde.. Geride kalanlar aç sefil enkazın başında çaresiz beklediler. Ne su vardı birinci ve ikinci gün, ne de ekmek. Kurtulanlar sevdiklerini toprağa vermekle meşgul oldular. Acı büyüktü, kayıplar korkunçtu, yıkım şiddetliydi.
Kurtarma ekipleri üç gün sonra ulaştılar yıkılan kentlere. Ne çadır vardı, ne de girilebilecek bir bina. Kaos öylesine fazlaydı ki kimin ne yaptığı belli değildi. Hükümet her şey kontrol altında derken, insanlar isyandaydı. Kısa sürede mezarlıklar dolmuş, rakamlar korkunç boyuta ulaşmıştı. İnsanların sığınabilecek bir evleri, ısınabilecekleri bir sobaları yoktu depremzedelerin… Elleri göğüslerinde bağlı çaresiz bekliyorlardı, neyi beklediklerini de bilemeden. Bir kase çarbo için sıraya girdiler, ekmek ve su için beklediler. İnsanların insaflarına kalmaları zorlarına gitse de başka yolları yoktu. Yarı aç, yarı çıplak ve açıkta yaşamak zorunda kaldılar.
En çok da çadıra ihtiyaçları vardı. Kar, kış, kıyamet sürüyordu. Çadırsızlık en büyük sorundu. Halk seferber olmuştu ama çadır bulamıyorlardı. Kızılay çadır dağıttığını söylese de görünürde çadır görünmüyordu. Kamuoyunda çadır tartışmaları sürerken Kızılay’ın ‘Ahbap’a’ çadır sattığı çıktı ortaya. Oysa çadır yok, yetişmiyor diyordu sahada Kızılay görevlileri.
Depremzedeler çadır beklerken, Kızılay stoklarını başka kurumlara satarak eritme yoluna gidiyordu. Binlerce, on binlerce insan çadırsızken, Kızılay’ın çadır satması bir öfkeye neden olsa da depremzedelerin tepki gösterecek halleri bile yoktu.
Acı o kadar büyüktü ki, depremden kurtulanlar kurtulduklarına bile sevinemiyorlardı.
Harebeye dönen kentler, kasabalar, köylerden kötü haberler yayılırken göç başlıyordu deprem bölgesinden. Yakınları olanlar büyük kentlere göçerken, çaresiz olanlar çadırlara sığınmak zorunda kalıyordu.
Günler ilerledikçe hayat giderek çekilmez oldu. Uzun süre temiz içme suyunu bırakın genel temizlik için bile su yoktu deprem bölgesinde. Çöken su şebekeleri, tıkanan kanalizasyon sistemi yeni sorunlar yaratıyor, hastalıklara davetiye çıkarıyordu. Bu nedenle kentler depremin etkisini üzerinden atamıyor, süreklileşen artçı depremler insanları bölgeden kaçırtıyordu.
Bütün bu kaos ortamında bir de bayram gelmiş: yıkılan, toprağa karışan artık olmayan evlere. Ne eski bayramlar vardı ortada, ne de sahip olunan evler ve içinde yaşayan insanlar. Çocuk sevinçleri, çatal kaşık sesler yoktu artık. Hüzün akıyordu yıkıntılara, toprağa karışan anılara. Bir de bayramda mahşer kalabalığına dönen mezarlığa akın ediliyordu. Ağlayan, sevdiklerinin toprağına sarılan, çığlık çığlığa olanlar yan yana ve iç içe kendi acılarının sancısında yanıyorlardı.Boğazları yutkunuyor, gözler kararıp, şişiyordu mezar başlarında.
Yürek, dokunsan çat diye çatlayacak.
Paramparça olmuş bir hayatın ortasında, zor bela temin edilen kefen bezinden yapılmış çadırlarda yaşamaya tutunmaya çalışan depremzedelere bayram gelip, geçiyor. Çevrede o kadar çok yaşanmış acı var ki, kendi acılarından bahsetmek aklarına bile gelmiyor artık. Deprem bölgesinde sabahın çok önemi yok. Güneşin doğması insanların umudu yeşertmiyor. Öylesine uyuyor, öylesine uyanıyorlar. Doğru dürüst uyudukları da yok hani. Köpek havlamalarından, araba seslerinden, ağır makine gürültüsünden ve en önemlisi yeniden depremi yaşar korkusundan uyuyamıyor insanlar. Deprem her gece zihinlerde devam ediyor. Arada bir artçı depremler olunca korkular daha da büyüyor.
Geceler gündüz, gündüzler gece olmuş dersem abartmamış olurum. Zamanlar karışmış yani. Karanlıkla aydınlık iç içe şimdi. Artık rutin bir hayat içinde herkes. Ne geleceği görebiliyorlar, ne de geçmişten kalan izleri.
Sabah çorba sırası, akşam sıcak yemek sırasında hayatlar geçiyor. Zaman zaman birileri bir şeyler dağıtmak için yanaşıyor çadırlara. Ağırlarına gidiyor olsa da gerçek yardımlarla yaşamaktır artık. Depremden sonra geride kalanlar yapayalnız. Şimdi ölümün ikiz kardeşi YALNIZLIK diyorum kendi kendime. İnsanların çoğu güçten, moralden düşmüş durumda. Ne ellerinde bir iş, ne de hayal kuracak bir hareketlilik var. Yıkılan sokaklar bir bir ortadan kalkıyor, o cıvıl cıvıl evler, o çocuk dolu sokaklarda yıkım çalışmaları sürürken, kentler ölüm sessizliğinde, asbest içeren toz bulutlarının gölgesinde yaşama tutunmaya çalışıyor.
Ve bahar sessiz sedasız yıkılan, yerle bir olan kentlere uğruyor. Baharın ıslak havasında, yıkılan kentlerde baharın kokusuna toz karışıyor, enkazdan dağlar oluşuyor. Şehir dışında doğru gidildikçe gökyüzünün maviliği görülüyor ancak. Meğer mevsim çoktan bahara evirilmiş ve yaza dönmekte..
Deprem ne mevsim bıraktı, ne de mevsimlere bakacak göz, hissedecek yürek.
Güneş bile puslu o günden bu yana. Rüzgar hüzünlü, yağmur ağlamaklı hatta zaman zaman korkunç öfke olup depremzedelerin üzerine yağıyor, yer yer sele dönüşüyor.
Bahar sessizce siniyor doğaya, sirayet ediyor bütün zamana. Buğdaylar başağa durma deminde. Her şey yeşile çalıyor toprakta. Bir toprağın altı kararsız. Sallanıp duruyor. Sanki yer kayıyor ayaklar ayaklarımızın altında. Arada bir resmileşiyor zelzele.
Zel Zazaca da parça anlamında. Zel zele parça parça olma hali. Ne tuhaf Kürtler yaşayarak depremi deneyimlemiş. Deprem kentlerinde gün yirmi dört saat havada ölümün parçacıkları, asbest kokak toz bulutları. Yıkım öldürdüğünü öldürdü, öldüremediğini tozuyla yaralıyor, ciğerlerine oturuyor, nefesine ortak oluyor, baharın yüzünü yok ediyor.
Deprem kentleri ölüm kokuyor sahiden. Her yer mezarlık, her yer ağıtın çığlığında lal. Ölümün tuhaf bir kokusu var. Tarifi imkansız, kelimeler kifayetsiz… Biraz sessizlik, biraz öfke ve boğazda biriken çığlık.
Mezarlıklar ise mahşer kalabalığı. Çığlık çığlığa insanlar.
Ve korkunç bir sancı..
Morfin versen kâr etmez türden.
Asıl deprem şimdi başlıyor. Artık el ayak çekilmeye başladı. Sokaklar ilk günlerin karmaşasından uzak. Her şey yavaş yavaş dağılma moduna giriyor. Çarşılar çarşı değil artık. Yol yönünü kaybetmiş durumda.
Arsalar mezarlık, binalar ölüm saçan bir korkuluk…
Şimdi nasıl görülsün baharın aydınlık yüzü, yağmurda parlayan taşların armonisi.
Nasıl görülsün?
Bunca ölümden sonra normale döner mi hayat, bilmiyorum.?
Baharın ışıltısı gözlerimizin ferini aydınlatır mı?
Bilemiyorum.
Bana öyle geliyor ki sanki bir göç mevsimindeyiz.
Ve sürüyor bütün şiddetiyle deprem…
Yerin altında ve üstünde. Her yönüyle sarsıyor ve çadırda bile yıkılıyor gök kafes…Bir konteyner uçuşuyor başlarının üzerinden. Paramparça oluyor havadayken. Uçuşuyor bütün umutlar parçalanarak.
Oysa bahar umut mevsimidir. Mevsimsiz zamanlara inat, bahar insana yaşama sevinci verir…
Artık bahar gelsin yüreklere…