Hasan bir türlü bitmeyen sıkıntılı gecenin ardından, nihayet sabahın ilk ışıklarıyla kendisini nem ve yoksulluk kokan odadan dışarıya, evin avlusuna attı.
Derin derin nefes aldıktan sonra avlunun tam orta yerinde şuursuzca durdu…Halen, gece boyunca gördüğü rüyaların,daha doğrusu kabusların etkisindeydi.
Çevresinde dairesel bir dönüş yaparak dört etrafına, taş yapılı evlerine uzun uzadıya baktı.
Ev,tipik bir Mezopotamya evi. Binlerce yıllık kültürün adeta bir sentezi. Dörtgen bazalt duvar, kuzey kısımda inşa edilen iki oda, iki odayı hem ayıran, hem de birbirine bağlayan eyvan denilen bağımsız bir alan ve bu üç yapıya paralel olarak uzanan avlu…
Evin odaları genellikle güneye bakar. Avluya açılan kalın duvarda bulunan iki büyük pencere, odaların bol ışık almasını sağlar. Odaların kapıları ise üç tarafı kapalı eyvana açılır, eyvan da avluya açılan bir tarafı açık hol gibidir.
Hasan, bir süreliğine hareketsiz durarak, zamanın baş döndürücü hızına karşı kendine gelmeye, uykusuz geçen gecenin tortusunu üzerinden atmaya, silkelenmeye çalıştı.
Güneş henüz yeni doğmasına rağmen, ortalık gökyüzünün berraklığı altında aydınlanmış, maviye kesilmişti.
Masmavi, nefis bir hava.
Bir mavilik ki, insanı mest eden, müthiş bir dinginlik katan ve bütün kara bulutları, sisleri dağıtan tılsımlı bir hava gibi.
Hasan, maviliğin zindeliğinde, uzun uzadıya gökyüzüne baktı. Derin derin nefes aldı,gökyüzünün maviliğinde adeta kayboldu. Gök tarif edilemeyecek kadar huzur verici, bir o kadar da insanda sonsuzluk hissi uyandıran, her şeyi kapatan bir mavi örtü gibiydi.
Hasan, ne zamandır böylesi bir havanın farkında değildi, iç dünyasının karanlık dehlizlerinde, gökyüzünü gri renkte görüyor, düşüncelerine karabasan sirayet ediyordu.
Sarsıcı gecenin ardından böylesine berrak bir mavilik, Hasan için sürprizdi. İçten içe gecenin ağırlığı, düşüncelerinin griliği dağıldı, hatta sevinir gibi oldu; kendi kendine gülümseyerek, sevincini büyütmek istedi.
Bir kez daha maviliğe baktı baktı…Mavilikte küçüldü, eridi ve kayboldu.
Gökyüzü bu kadar mavimiydi, yoksa bugün mü böylesine delice bir renge bürünmüştü?
Öylece kala kaldı.
Maviliği yeni keşfedercesine, derin derin içine çekti ve avlunun orta yerindeki dut ağacın altına çömelerek,toprağa oturdu.
Rahatladı, içi birazcık da olsa hafifledi.
Dut ağacının altından bir kez daha gökyüzüne kilitlendi. Bütününü görmese bile, yemyeşil dut ağacının kalın dalları arasından görünen maviliği denize, denizi gökyüzüne benzetti.
Kuş katarlarına takıldı gözleri. Maviliğe kanat çırpan kırlangıçlara, gökyüzünü arşınlayan serçelere ve evlerin damlarına yakın uçan güvercinlere bulaştı.
Gökyüzünün bahar günlerinin maviliğinde, alabildiğince berrak olmasını hayranlıkla izledi, başı dönene kadar maviliklerde dolaştı, kuşlarla uçtu.
Gökyüzü deniz, Hasan ise denizde kaybolan bir kuş oldu.
Karadan uzaklaştı, dingin denizde öylesine ilerledi.
Sonra yeniden yoksulluk kokan evlerine, siyah bazalttan yapılmış duvara kilitlendi.
Yıllardır tamir görmeyen bir kara duvar ve yer yer dökülen toprak sıva eski zamanlardan kalma bir tabloyu, sararan bir siyah beyaz fotoğrafı andırıyordu.
Renkli olan sadece dut ağacı ve yedi veren asma idi…
Yarım kalmış sevinçler ve giderek büyüyen bir yalnızlık duygusu duvara işlenmişti sanki. Göçlerin, terk edilmişliğin, kasvetin izleri vardı taş duvarda.
Büyükçe bir taş, duvarın köşe taşı olarak kullanılmış.
Bir yarım güneş kültü kabartma yöntemiyle işlenmiş. Belli ki eski bir taş. Kim bilir kaç bin yıllık, temel kazınırken mi çıktı, yoksa çevrede bulunan yıkıntılardan mı getirildi bilinmez. Bilinen o ki, kadim Mezopotamya renklerini halen toprak altında saklıyor. Her kazma vuruşunda parça parça ortaya çıkıyor. Bu bazen bir taş, bazen bir kırık küp ya da paha bilmez bir kil tablet olarak toprak altından gün yüzüne ulaşıyor.
Yarım kalmış bir gaz yağı şişesi yazılı taşın en üst hizasında, bir çiviye tutturulmuşken, duvar yarıklarına, taşların arasına Kur’an yazısı olan sayfalar sokuşturulmuş.
İnançları gereği buralarda eskimiş Elifbaları, Kur’an sayfalarını çöpe atmıyor insanlar,en temiz olan yere, en yükseğe bırakıyor. Genellikle de bu yerler duvarların en yüksek yerlerindeki çatlaklıklar, yarıklar oluyor.
Hasan “Tuhaf bir gün. Sanki bu yıkık dökük evi ilk defa görüyorum.”dedi kendine.
Evlerinin bütün ayrıntılarını hiç bu kadar yakından görmemiş gibiydi.
Şaşırdı. Maviliğe yelken açan sevinci yavaşladı, bir dalganın sarsıntısında yüreği depreşti ve gözleri taş duvarda sabitlendi.
Bu evlerin binlerce yıllık geçmişi var. Yan yana, sırt sırta ve iç içe yapılan, daha çok koruma güdüsüyle inşa edilmiş, ilk ev örneklerinin benzeri. Uzun ve kısa kenar esasına dayanan, bir dörtgen arsa üzerinde inşa edilen evin kalın dış duvarları ve sokağa açılan oldukça büyük bir kapısı var. Bu büyük dörtgen kapının, orta yerinde ise “enug” denilen küçük bir kapı bulunur. Büyük kapı sürekli kapalı tutulurken, küçük kapı aile bireylerinin günlük gidiş gelişlerine açıktır. Ağır, toplum nezdinde saygın bir misafir gelince, büyük kapı ardına kadar açılır, eve buyur edilir. Kapı içinde kapı olayının asıl nedeni, dışarıdan gelebilecek saldırıları en aza indirmek, savunma zamanı yaratabilmektir.
Hasan geçmişe daldı, çocukluk yıllarına,sevinçten kafasını,dişini kırdığı yıllara uzandı. Sessizlik yıllarına, toprak damlı evlerin güzelliğine, iç içe yaşanılan eskiye gitti.
Babasının uzun ağaçtan iki direği yan yana koyarak, aralarına yarım metre uzunlukta tahta kalaslar çakarak, bir merdiven yaptığı yıllar yaşadı bir kez daha.. Kocaman tahta merdiven, eğik bir açıyla taş duvara dayatılarak, evin damına yol açılmıştı. O gün sevinçten defalarca dama çıkmış, inmiş; yine çıkmıştı. Çünkü dam demek, tıpkı sokak gibi bambaşka dünyalar demekti. Her dam, başka bir dama, başka bir eve açılıyordu. Bu nedenle evden eve genellikle damdan gidiliyor, dam bir sokak gibi kullanılıyordu.
Sevincinin nedeni de buydu. Artık damdan dama atlayabilecek, her yere gidebilecekti. Bu nedenle de anne babasının bütün ikazlarına rağmen, merdivenden adeta koşarcasına inip, çıkmış; sevinçten ne yapacağını bilememişti.
Ve sonunda sevinci yarım kalmış,merdivene inip çıkarken,kayarak düşmüş, kafasını ve ön dişini kırmıştı.
Kırık dişinde ilk günkü gibi bir sancı hissetti, yıllar sonra yok olan sevincine hayıflandı…
Mezopotamya’da yüksek duvarlı evlerin avlusu hem bir bahçe, hem de yazın oturup kalkılan, hatta yatılan yer olarak kullanılır.Dış duvarlarının yüksek olmasının tarihsel, dinsel ve kültürel nedenleri var. Binlerce yıl önce temeli atılan bu evlerin çok fazla değişmeden varlığını sürdürmesi ilginç gelse de, insanların korunma güdüsü kalın ve yüksek duvarlar inşa etmesine neden oluyor.
Hasan’ın ailesi uzak diyarlardan bu kente taşındığında, babasının ilk işi yıkık dökük evin toprak avlusuna, bir dut ağacı ve asma dikmek olmuştu.
Gölgesiz avlu, köksüz aile olmaz diyerek, her şeyden önce , yirmi- otuz metre karelik toprak avluya fideleri dikmiş, evlerinin şenlenmesini sağlamıştı. Dut ve asma hem bir özlemin, hem de geçmişten kapamamanın yansıması, muhacirleşen bir yaşamın tesselisiydi.
Dut ağacı ailesinin bir parçası, hatta hayatlarının direği gibiydi. Neler neler yaşanmamıştı ki bu ağacın gölgesinde…
Acılar, sevinçler ve öfkeler dut ağacının gölgesinde yan yana ve iç içe geçerek hayat bulmuş, yaşamları muhacirleşmişti.
Hasan geçmişe gidip, gelirken zihni bulandı, gözleri karardı ve iç dünyasına gömüldü.
Babasını karşısında, dut ağacının altında bulunan tahta sedir üzerinde oturmuş buldu…
Uzansa, adımlasa babasına dokunacaktı. Öylesine yakın, öylesine canlı duruyordu babası.
Her zamanki gibi altıgen şapkası yana kaymış, kafasının keli görünüyordu.
Yanında bir sürahi su ve başının altında kırmızı Alman kadife kumaşa sarılı tabancası duruyordu.
Babasının en büyük mal varlığı tabancasıydı, bu nedenle onunla yatar, onunla kalkardı. Üzerinde taşımazdı ama evde sürekli elinin altında bulundururdu.
Hasan’ın annesi bu duruma karşı çıksa, isyan etse de sonuç değişmezdi. Tabanca yastığının altında olmasa, babası uykuya dalamazdı…
İç dünyasından bir an sıyrıldı. Sevinci yok olmuş, hüzne boğulmuştu.
Babası tekrardan karşısındaydı. Bu kez boylu boyunca tahta sedire uzanmış, nefessiz kalmış, kaskatı kesilmişti.
Tam da bu ağacın altında, tahta yatak üzerinde can vermişti. Yaz günlerinde uzandığı yerde, son kez uyuduğunda bir daha uyanmamıştı…
O günden sonra oradaki tahta yatak kaldırılmış, hiçbir aile bireyi ağaç altında dinlenmek adına da olsa oturmamış, dinlenmemişti.
Aradan 16 yıl geçmesine rağmen, ölümün korkunç ayrıntıları gözlerinin önünden bir an olsun gitmemişti. Hatırladıkça içi acıyor, yüreği burkuluyordu.
Babasının öldüğü yere dokunarak, toprağı avuçlayarak hüznünü bastırmaya, ağlamaklı yüreğini ferahlatmaya çalıştı.
Hüzünlendi, içi acıdı ve yüreği ağlamaklı oldu.
Gözleri nemlendi, kalbi sıkıştı…
Kendi kendine konuşarak,içerlendi:
“Keşke buraya, bu dut ağacının altına gömseydik babamı. O tuhaf mezarlığa ne diye götürdük? Ölüm kokan o çöle neden gömdük? Oysa ne çok severdi bu ağacı. Ömründe tek sermayesi bu ağaçtı. Her gün sular, bahar gelmeden budar, yazın sıcaktan bile korumak için yapraklarını hemen hemen her gün ıslatırdı…Evi gibiydi bu ağaç. Arkadaşı, sırdaşı ve geçmisinin bir parçasıydı. ”
Derin bir iç çekti…
”Ne çok acı biriktirmişiz baba? Acılarımız büyüdükçe, ağaç da büyümüş, dal budak vermiş…”
İçinde ki sevincin acıya dönüştüğünü görerek, yeniden masmavi gökyüzüne baktı…
İçinde ki hüzün dalgasını bastırmak için gökyüzünde kaybolmak istese de yüreğinde sevinçten eser yoktu artık.
İçindeki mavi sevinci koruyamamanın hüznü yüreğini burktu ve giderek bütün benliğini sardı, öfkelendi.
Bir anda maviliğin dinginliği yok oldu, eski haline, mavilik öncesine, gri bir tona döndü.
Uzunca bir süre dut ağacının altında yapayalnız oturdu.
Sessizce ağladı,içi iyice daralınca toprağı eşeleyerek, hüzün dalgasından kurtulmaya çalıştı.
Bacakları, sonra da ağacın gövdesinde oluşan yumrulardan sırtı ağrıyınca ayağa kalkarak, su bidonuna yöneldi.
Sanki gece yağmur yağmış, toprak nemlenerek ortama alışılmışlığın dışında bir koku yaymış, dut ve asma ağacı da topraktaki suyu bünyelerine çekerek, ortama delice bir canlılık katmıştı.
Tıpkı mavi gibi, yeşil de yemyeşildi.
Evlerine yeniden baktı. Oldukça eskimiş, sıvalar dökülmüş, yer yer taşlar sanki yerinden oynamış olduğunun farkına vardı.
Evlerinin damına çıkan tahta merdiven yer yer çürümüş, bir iki basamağı ise kırılmıştı.
Çok eşyaları da yoktu, ayrı bir mutfak gereksinimleri hiç olmamıştı.
Bir gün yemek yapacakları malzeme olsa, annesi hemen avluda iki taş arasında ateş yakarak ocak haline getirir, bakır kazanda var olanı pişirirdi.
Genellikle de mercimek çorba ve bulgur pişirir, nadiren et girerdi kazanlarına…
Yeniden derin bir nefes çeke çeke, göğsünü şişirdi ve ani bir hareketle birkaç bedensel ekzersiz yaptı…
Boynundan, kollarından küt küt sesler geldikten sonra su variline yöneldi.
Avluda bulunan petrol varilinin musluğundan yüzünü yıkadı.Taş gibi sert, koyu krem, kül rengi sabunu ellerinde ovuştursa da pek köpürmedi ama Hasan buna rağmen sabunu bir kaç kez ellerinin arasında dolaştırdı. Sabun her zaman ki gibi ellerinden kayıp, beton üzerinde bayağı yol aldıktan sonra durdu. Hasan elinden kayıp giden sabuna öfkelense de yüzünü yıkamaya devam etti.
Parmaklarıyla saçını düzeltmeye çalıştı. Saçının kirlendiğini düşünerek, gömleğini çıkarıp, sadece saçını yıkamaya yöneldi. Taş gibi sert sabunu kafasında birkaç kez çevirdi, parmaklarını gezdirdi. Plastik kapla kafasına suyu dökerek, saçlarını yıkadı, havluyla kurulayarak, güneşte oturmak için çömeldi.
İçinde sevinçle keder yan yana, keder biraz daha baskın gelmişti. Oysa gökyüzünün maviliği yüreğinde bir sevinç dalgası yaratmış, az da olsa mutlu olmuştu.
Hüznün girdabında, şiddetli bir patlamayla sarsıldı. Sonra birkaç silah sesi ve insan çığlıkları.
Ne olduğunu anlayamadı; sevinç, keder derken yüreği tedirginğe yelken açtı. Ne geçmiş, ne de evlerinde ki ayrıntılar, hepsi buharlaştı sanki.
Daha fazla duramadı, insan çığlıklarına doğru gitmek için evden hızlıca çıktı.
Bir iki kez geriye dönüp, evlerine baktı; sonra tedirginliğin girdabında yürüyüp seslerin geldiği sokaklarda gözden kaybolarak, insan kalabalığına karıştı…
14.04.2019 Antep