Kahvenin acı hikayesi

Benden herkese kahve,

Herkese ama, öteki filan yok, herkese. İnsan olmanın erdemini benimseyenlere.

Davetimi kabul edip, buyur edene benden kahve.

Siz kahvenizi içerken ben de kahvenin hikayesi üzerinde düşüneyim.

Zihnimde olanları toparlayıp, sizinle paylaşayım.

Çocukluk yıllarımda kahve ile ilgili çok  şey hatırlamıyorum. Ne kız istemelerde, ne de özel günlerde kahvenin pek bahsi geçmezdi çevremizde. Kahve daha çok zengin işiydi. Beğlerin, ağaların evlerinde kaynar, kokusu bile pek yayılmazdı. Daha çok çay içilir, çay ile ilgili hikayeler hayatımızda yer alırdı. Kaçak çayın getiriliş yollarında yaşanılar sorun ve sıkıntılar, acılar ve mayınlara basan kaçakçılar sohbetlerin temelini oluştururdu. Kaçak çay deyimi de buradan gelirdi zaten. En iyi , en güzel çayı, en yaman kaçakçılar getirirdi.

Böylelikle doğduğum kentte hayat çayla başlardı. Kahve çayın gölgesinde kalır, zengin meclislerin içeceğiydi.

Kaçak çay getiren kaçakçılar kahvede getirirdi ama biz görmez, duymazdık. Hem pahalı, hem de tadı bize uzaktı. Yeterince acı vardı çevremizde, rengi de bize çekici gelmiyordu.

Gel zaman, git zaman kahve evimize girdi bir şekliyle. Çay kadar olmasa da, kıyıda, köşede kahve fincanımız ve cezvemiz oldu.

Nasıl mı?

Zengin değildik, hatta fakirdik desem çok abartmamış olurum. Ama buna rağmen, babam bir gün elinde 200 gr tane kahve ile eve geldi. Böylelikle kahve bir şekliyle hayatımıza girdi çocukluk yıllarında. Tıpkı guvij ya da alıç dediğimiz meyvenin çekirdeklerine benziyordu.

Kahvenin hayatımıza girmesi, babamın halası sayesinde olmuştu aslında. Babamın halasının sosyo ekonomik durumu gayet iyiydi. Çok güzel bir evi ve sanırım yeterince parası da vardı. Eşinin Ankara’da yaşadığını, çocuklarının hiç olmadığını biliyorduk. Hatta eşinin Cumhuriyet’in ilk yıllarında yani tek parti döneminde milletvekili olduğu da söyleniyordu. Bu benim yaşantımda bir küçük ayrıntı olarak kaldı; kimdi, neyin nesiydi sorma gereği duymadım. Halen de bilmiyorum.

Annem kahveyi görünce küçük bir şaşkınlık yaşadı ve hemen arkasından soruyu sordu?

“Kim geliyor, misafirlerimiz kim?”

Babam “Kirvelerimiz gelecek. Kahve çekme aletini İmxan Hala’dan al, çekelim.” dedi.

Kahve çekme makinesi bir nevi el değirmeniydi. İki parçadan oluşan, sarımtırak bakırdan yapılmış bir el değirmeni.

İşte zihnimde yer edinen bu el değirmeni bana bayağı ilginç gelmişti o yıllarda.

Böylelikle kahve evimize girmiş oldu. Ama ben o yıllarda kahvenin tadını hatırlamıyorum. Sanırım bana kahve içmek düşmedi. Ağır misafirlerimize sunuldu.

Sonra unuttuk kahveyi. Zaman zaman bir avuç alsa da evde bulundurduk.Hatta evimize kahve hiç girmedi desem yalan olmaz. Ne annem, ne de babam kahveyi sevdi. Sadece misafirler için kuytuda saklandı…

Sonra kahve türkülere konu oldu, sokakta, evlerde görünür oldu.

Devasa cafe zincirleri ta yoksul mahallelere kadar ulaştı.

Zenginleştik mi?

Yok aslında. Kahve ticareti geliştikçe, evlere ulaşması da kolaylaştı.

O yıllarda bir türkü duymuştum. Sanırım Urfa Yöresinden.

Kahve yemenden gelir

Bülbül çimenden gelir,

Yarı güzel olanın,

Kahveyi kaynatırlar

Fincana damlatırlar

Sahipsiz aşıkları

Vururlar, ağlatırlar.

Hepimiz kahvenin Yemen’den geldiğini, orada yetiştiğine inanıyorduk. Yıllar sonra kahvenin ana  vatanının Yemen olmadığını öğrendiğimde, kendi kendime gülmüştüm.

Kahvenin ana vatanı Habeşistan’mış. Habeşistan’da doğal olarak yetişen kahve ağaçları varmış. Kahve oradan Yemen’e, Yemen’den de tüccarlar eliyle dünyaya yayılmış.

Bu gün dünya kahve üretimini en fazla Latin Amerika’da ki ülkeler gerçekleştiriyor. Kahve ticareti o kadar gelişkin ki, çok uluslu şirketler, devasa cafe zincirleriyle dünya ticaret ağına dahil olmuşlar. Her gün binlerce ton kahve yeryüzünü dolaşıyor, evlerde, sokakta, dağda, bayırda kaynıyor, içiliyor.

Hem de çeşit çeşit.Meyvesi oldukça acı olan bu ağacın yetişme alanları da ilginç. Tropikal ülkelerde yetişiyor, petrolden sonra en fazla ticareti yapılan meyve olarak kayıtlarda ki yerini koruyor.

Yeryüzünde sudan sonra en fazla içilen içeceği olarak gösteriliyor.

Ama ben buna inanmıyorum. Çayın yerini alacağını düşünmüyorum. Çay suyla eşdeğer içiliyor diye düşünüyorum.

Neyse gelelim kahvenin hikayesine.

Kahve, insanoğlunun hayatına Güneybatı Hebeşistan yani Etiyopya’da bir dağ çobanının keçileri kahve çekirdeklerini yediğinde girdi. Anlatımlara göre Kaldi isimli bir dağ çobanı, sürüsünü otlatırken kahve çekirdeklerini yiyen keçilerin hoplayıp zıplamaya başladığını fark etti ve bu durumu dervişi ile  paylaştı.

Önce meyvenin suyunu deneyen ve acı tadını beğenmeyip, ateşe atan derviş, ateşten yükselen aromalı kokuyu alınca, bu kez kavurduktan sonra suyunu içti. Derviş zamanla kahvenin etkisini gördü ve çevresine durumu anlattı. Böylelikle kahve insanların hayatına girmiş oldu.

Çoban her zaman ki gibi keçilerini otlatmaya devam etti, derviş gece uykusunu yenmek için kahveyi yudumladı ama bazıları kahvenin karşı konulmaz aroması ve kokusunu ticari meta haline getirerek, büyük paralar kazandı.

Kahve, 11. yüzyılda anavatanı Habeşsistan’tan Yemen’e, oradan da ve Arap Yarımadasına yayıldı ve “qahwah” ismiyle tanındı. 16. yüzyıl başlarında ise önce Mısır’a ardından ise Osmanlı topraklarına ulaştı. Osmanlı’da kısa sürede yayıldı, her yerde kahve satan yerler açıldı.

Ve kahvenin dolaşımı hızlıca yayıldı.

Hikaye burada bitmiyor, kahvenin hatırı şekilleniyor ve dile bir deyim olarak yerleşiyor.

Günlerden bir gün Üsküdar’da Yemiş İskelesi dolaylarında geçer olay. Yeniçerilerden biri bir gün Yemiş İskelesi’ndeki kahvehaneye gelir ve ”Hey kahveci herkese benden kahve, ama şu kafir Rum hariç. Kahveci yeniçerinin isteği üzere kahveleri yapar ve herkese dağıtır. Daha sonra iki kahve daha yapar ve kahveleri alıp Rum’un yanına oturup, ”biz de seninle içelim” der. Yeniçeri, ”Heyy! Ben sana o kafire kahve yapma demedim mi?” diye çıkışınca, kahveci ”kaptana yaptığım senden değil, benden” cevabını verir.

Aradan epey zaman geçer. Sisam Adasında büyük bir isyan başlar. Karışıklıkta Üsküdar Kahvecisi de Rumlara esir düşer. Bunu duyan Kaptan, kahvesini içtiği kahveci esirlikten azat etmesi için isyancılar yüklüce para verip, dostunu kurtarır. Issız bir yerde kaptan ”Korkma! Sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım” der ve devam eder ”hani bir yeniçeri bana hakaret edip, şu kafire kahve verme demişti. Ama sen onu dinlemeyip bana kahve ikram etmiştin. Hatırladın mı?” der ve kucaklaşırlar. 

O gün, bu gün “Bir kahvenin kırk yıl hatırı var.” sözü kullanılıyor.

Hikaye bu. İnanırsınız, inanmazsınız tercih sizin.

Keçilerin bulduğu kahvenin bir de Mırrası var. Belki başka bir yazımda Mıra’yı anlatmam daha ilgi çeker. Bir sonra ki yazım mıra üzerine olabilir.

Ne dersiniz?

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s