Kentlerde ki yaşamı, sosyal ilişkileri ve yüz binlerin içinde bulunduğu durumu görünce insanın kentlerden kaçıp, bir adada Robinson Cruseu olası geliyor.
Trafik, konutsuzluk, yeşil alanların durumu, işsizlik ve plansızlık kentleri adeta bir esir kampına dönüştürmüş. Binalar, araçlar, kalabalıklar insanın üzerine üzerine geliyor sanki.
Hangi kentten bahsettiğimi biliyorsunuz.
Yaşadığınız, değer verdiğiniz, bağlı olduğunuz kentten…
Her kent için bunu söyleyemeyiz. Ama bir çok şehir, hatta kentlerin geneli insan sağlığı için artık zararlı. Kanser vakaları, depresyon daha çok kentlerde görünüyor olması bir tesadüf olamaz.
Hava kirliliği, güvenlik sorunları, madde bağımlılığı , ırkçılık, milliyetçilik, ötekileştirme kentler için ciddi problem…
Oysa kentler uygarlığın sembolü olarak tarihte kendilerini var ettiler. Toplu yaşam alanları olarak, daha güzel yaşamlar muştuladılar. Ama sanırım verilen müjde şimdi karabasana dönmüş durumda.
İlk kentleri inşa eden insanlar, bu günkü kentlerin halini tahmin edebilseydiler, kesinlikle kent devriminden vazgeçerlerdi diye düşünüyorum. Bu devrimin insanı bu denli cendereye alacaklarını hesaplamadılar kanımca.
İlk kentler belki de bir ihtiyaçtan ya da stratejik hedeflerden doğdu.
Kent kültürü, zamanla kalabalık insan topluluklarını bir araya getirdi ve karmaşaya kapı açtı.
Yani uygarlığın yitimi de buradan strat aldı ve yanılsama süreci de başlamış oldu.
Yönetimler kentleri daha görkemli yaptılar ama insani değerler giderek aşınmaya, yozlaşmaya da başladı. İşler merkezileştikçe etki alanı genişledi, organizasyonların boyutu devasa oranlara ulaştı.
Yani insan kentlerde kayboldu, duygular dahil, her şey başkalaşmaya, yozlaşmaya ve tükenmeye başladı.
Sistem insan, insanlar tarafından yönetilse de çıkan sonuç insanı yok etmeye yönelik oldu.
İnsan aklının sınırları genişledi, sanayi devrimi teknolojik atılımlarla ilerledi, iletişim uzayın derinlikleri evimizin içine taşıdı.
Tüm bunlar insanlık açısından önemli, hem de çok önemli. Ama işin ilginç yanı her gelişme insanı da biraz güdükleştirdi, çünkü her gelişme tüketimi esas aldı. Buna kapitalizm demek mümkün ama daha gerilere, sanayi devriminden önce gelen bir düşünce biçiminin sonucu kentler uygarlığın yitimi haline geldi.
Bu gün kentlerin varlığı sorunlar yumağı anlamına geliyor.
Bin bir sorun, sıkıntı iç içe gelişiyor ve giderek boyutlanıyor.
Parasal ilişkiler, teknolojik gelişmeler, yeni devlet anlayışı ve sözde demokrasi kentlerin en büyük sorunları arasında. Mikrobik ve bakteriyel hastalıklar, kimyasal ve radyoaktif sızmalar yaşantımızın gerçekliği haline gelmiş.
Kentler çelişkinin, mafyanın ve güvenlikçi sistemlerin korkunç denetimi altında. Her şey yedi yirmi dört saat kayıt altında.
Ve bu da yetmiyor. Daha önce şatolarda yaşayan şekçinler, kentlerde yeni bir alan açtılar. Varoşların hemen yanı başında daha steril ve seçkinlerin kaldığı siteler kentlerin en belirgin ayrıntıları arasında yer almaya başladı.
Kentler artık seçkinler, yoksunlar ve yoksulların iç içe yaşadığı ama keskin çizgilerle ayrıştığı bir yapıya dönmüş durumda.
Artık kent demek tüketen, kirleten ve ticarileşen anlayışların organize edilmiş fiziksel alanlar anlamına geliyor.
Doğanın yok edildiği, beton imparatorluğunun kalıcılaştığı kentlerin sorunlarını yazmak için nefes bile yetmiyor.
Bu nedenle 21 yy’ın en büyük sorunu kent kültürünün giderek insanı yok eden, uygarlığın yitim noktaya gelmesidir.
Milyonlarca insanın bir arada yaşaması insana akıl almaz gelse de, 50 milyonlu kentlerin varlığı, milyonlarca aracın trafikte gün yirmi dört saat hareket halinde olması, güvenlik sorunları, çevre felaketleri, işsizlik ve toprağın yitimi kentleri yaşanılmaz kılıyor.
Ama buna rağmen herkes kentlere rağbet ediyor, akın akın göç katarları kentlere doğru ilerliyor.
Bu gerçekliği değiştirmek mümkün mü?
Çok zor ama kentler bu günkü şekliyle var olmaya devam ederse, çok zor.
Daha az beton, daha çok kentli hukuku ve insanların kendini gerçekleştirme alanları, sağlıklı konutlar, iş alanları, yerel demokrasi, eşitlik, ekolojik yaklaşımlar, insan haklarının geliştirilmesi 21 yy’ın çözümü olabilir.
Bu zor sorunun üstesinden gelmek için insanı yeniden ortaya çıkarmakla işe başlamak belki de en doğrusu.
Kentler olacak, köyler de olacak. Tarih geriye işlemeyeceğine göre bu alanları daha yaşanılır kılmaktan başka bir çözüm ufukta görünmüyor. Ne kentlerden vazgeçilir, ne de kentlerin bu hali kabul edilebilinir.
Zor bir durum yani. Her şeyin zıttıyla var olduğu karanlık bir sürecin içindeyiz. Karamsarlık aşılamak niyetinde değilim. Bilakis umudu yeşertmek, geçmişin izinde, günümüzü inşa etme isteğim var.
Bu kadar büyük bir hedef peşindeyim yani.
Zor ama imkansız değil.
Yeter ki bizler kazanç ve kâr hırsından birazcık ödün verelim ve insanı, insanları, toplulukları esas alalım. Her kültürel damar, her tarihsel yapı binlerce yıllık düşünce yoğunluğunun ürünü.
Her şeye rağmen dünya güzel ve yeryüzü doğasında daha çok güzel…
Mesele insanı, diğer canlıları, doğayı; hak, hukuk ve adaleti; insanca yaşama koşullarını yaratmak ve kentleri insan dostu haline getirmek.
Bütün mesele bu.
Bunu kim yapacak?
Bir ilahi kudret mi, yoksa yeryüzünün ilahları olan devletler mi?
Tabii ki bu bir tercih meselesi… İlahi kudretten bekleyenler de olacak, devlete havale edenler de.
Ya da tümden meselenin çözümünü bireylerim sırtına yükleyenler de olacak.
Yani çözümü de kentlerin kaotik ortamına benzeyecek. Zor, çetrefilli ve karışık.