https://www.independentturkish.com/node/74151/haber/%C5%9Feyh-bedreddin-ve-kap%C4%B1-abdo%E2%80%A6
Monthly Archives: Eylül 2019
DÜNYA’NIN EN ESKİ KÜTÜPHANELERİNDEN BİRİ OLAN ASUR KRALİYET KÜTÜPHANESİ
Dünyanın en eski kütüphanelerinden biri
Nepal ‘ in ashur kütüphanesi – Ashurbanipal kütüphanesi
MÖ 627-668 ‘
Asur Kraliyet Kütüphanesi, Asur ‘ un son kralı ve bunlardan en ünlü olan Ashurbanipal, M.Ö 7. yüzyıldan kalma çeşitli yazılar içeren binlerce kili panel ve parçalar arasında yer almaktadır.
Dünyanın En Eski Kütüphanesi, Ninova Kütüphanesi ( Asurbanipal küütüphanesi de denilir )
M.Ö. 625 yılında kurulan kütüphane Asur İmparatorluğunun başkenti olan Ninova şehrinde kurulmuştur. Ninova, Dicle Nehri ’nin doğusunda yer alan bir Antik Çağ şehridir. Günümüzde Irak’ta bulunan Musul’un hemen yakınındadır. Dünyanın en büyük imparatorluğu olan Asur İmparatorluğunun en son ve en büyük kralı sayılan İmparator Asurbanipal tarafından yaptırılmıştır. Kral Asurbanipal “Dünyanın Kralı” lakabıyla bilinirdi.
Asurbanipal’ın Kitaplığı döneminde, dilbilgisi, bilim, din, sanat, tarih ve astronomi gibi bir çok bilgiye ulaşmamızı sağlamış olan, önemli belgelerin saklandığı bir yerdir.
Ninova Kitaplığı’nın, kitaplıktan ziyade bir kütüphane olmasının en büyük etkeni tüm resmi belgeleri, anlaşmaları kopyalarıyla birlikte arşivlemesidir. Kütüphanede bulunan tüm belgeler düzenli bir biçimde toplanıp listelenmiş, kategorik şekilde muhafaza edilmiştir.
Asurbanipal, değerli sayılabilecek her kitabın ve belgenin bir kopyasını istemiş ve yazıcılarına Dünyanın tüm bilgilerini bir yerde toplamak üzere imparatorluğun çeşitli yerlerine göndermişti. Kütüphane kil tabletler ve parşömenlerden oluşmaktaydı. Kitaplar çoğunlukla kil tabletlere, çivi yazısıyla yazılmıştı. Arkeolojik kazılarda yaklaşık 26.000 tablet iyi korunmuş şekilde bulunmuştur. Elde edilen bulguların yaklaşık 20.000’den fazlası günümüzde British Museum‘da sergilenmektedir.
Asurbanipal’ın Kitaplığı
Ninova Kütüphanesi’nden günümüze ulaşmış en değerli sayılan bazı metinler Yaradılış, Gılgamış, Irra, Etana ve Anzu gibi geleneksel Mezopotamya destanlarıdır. Ayrıca el yazmalarının, bilimsel belgelerin ve Bin Bir Gece Masalları’nın ilk örneği olan “Nippur’la Yoksul Adam” gibi bazı halk öyküleri de bu dev kütüphanede günümüze kadar korunabilmiştir. Sadece bunlarla kalmayıp dini bilgiler, dualar, atasözleri, tarihi olaylar, sanatsal belgeler, astronomik bilgiler, bitkilerin özellikleri, insan ve hayvanların davranışları, büyücülük ve ayin metinleri, Akadça, Sümerce ve farklı dillerin sözlükleri gibi çok farklı konuda bilgiye Ninova Kütüphanesi sayesinde ulaşılmıştır.
Arkeolojik Kazılar
Asurbanipal’in kütüphanesi yaklaşık 2.000 yıl kadar sarayın yıkılan duvarlarının altında kaldı. Kütüphanenin kalıntıları Ninova’daki ilk arkeolojik kazıyı yapan Sir Austen Henry tarafından 1847 yılında bulunmuş. Arkeolojik kazı çalışmaları Hormuzd Rassam ile George Smith tarafından devam ettirilmiş. Daha sonra British Müzesi’nden Leonard William King devralmıştır. Yapılan bu arkeolojik kazılarda Babil ve Asur devletleri ile ilgili bir çok bilgi ortaya çıkmıştır. 1927’den itibaren Campbel Thompson tarafından kazılar devam ettirilmiştir. Iraklı arkeologlar ikinci Dünya Savaşı sonunda kazıları devralsa da, uzun sürmemiştir. Kaliforniya Üniversitesi’nden David Stronach 1981’den sonraki çalışmaları yürütmüştür.
Ninova Kütüphanesi
Kral Asurbanipal aslında hedefine kısmen ulaşmış, bizlere dünyanın en büyük hazinesini bırakmıştır. Bu hazineyi günümüz imkanlarını kullanarak sizlere sunmak ise bizim kendimize verdiğimiz bir amaç olmuştur. Unutmayın! “Bilgi paylaştıkça çoğalan bir hazinedir.”

Y



Hazırlayan İdris Yiğit
Yardımcı Kaynak; British Museum – Asurbanipal
Yine eziyet olacak?
Malatya; Mişmiş Hasadı

Malatya’ya bahar geldiği zaman kayısı ağaçları çiçeklenip gelinliğini giydiğinde, dağlardaki kar beyazı ile ovadaki çiçek beyazı birbirine karışır ve Halikarnas Balıkçısı’nın dediği gibi “Çiçeklerin Düğünü” başlar.
Yazı ve Fotoğraf: Kasım Gümüş
Bölge ekonomisinde önemli paya sahip kayısıya Malatya’da “Mişmiş” derler. Dünyadaki kuru kayısı üretiminin yüzde seksenini karşılayan Malatya’da yaklaşık 60 bin aile kayısı ile geçimini sağlıyor. Son yirmi yıldır küresel iklim değişikliği ve kuraklık sonucu oluşan mevsimsel anormallikler, aşırı yağış, dolu, don ve mevsimlerin birbirinden ayrılmasının zorlaşması kayısı üretimini olumsuz etkiliyor. Ayrıca zor doğa koşullarını atlatıp hasat edilen kayısı, kaderine terk edilen tarım politikaları ile değerine karşılık gelemeyen rakamlara satılması sorunu ile karşı karşıya. Artık mişmiş üreticiliği iyice zorlu hale geliyor.
Emekleri ile geçimini sağlayan mevsimlik tarım işçileri, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için yanlarına aldıkları eşyaların bulunduğu, çoğunlukla kapasitelerinin üzerinde ağırlık taşıyan minibüslerde ya da kamyonet kasalarında tehlikeli ve zor şartlarda, hasada doğru yolculuğa başlıyorlar. Bu yolculuk çoğunlukla işsizliğin daha fazla olduğu yakın illerden (Adıyaman, Urfa, Diyarbakır gibi) Malatya’ya doğru oluyor. Artık çiçekler çağla olduğunda, çağlalar sarardığında işçiler kayısı bahçelerindeki yerlerini almıştır. Kötü barınma koşullarında, sağlıksız ve güvencesiz ortamlarda yaşlı, kadın, çocuk demeden güneşin ilk ışıkları ile başlayan çalışma, güneşin batışına kadar devam eder.

Ağaçlardan indirilen kayısılar kasalara konup kükürtlenerek ‘islim’ ya da doğal yoldan kurutularak ‘gün kurusu’ haline getirilir. Ürünün kaliteli olması için bu işler belli bir sırada ve hızlıca yapılması gerektiğinden hasat yapılan bahçelerde telaş çok fazladır. Sergenlerde (kayısıların serilip kurutulduğu yerler) tabloları aratmayan görüntüler oluşurken, üretici bu görüntülerin farkına bile varmadan mazot parası, ilaç parası, işçilere ödenecek gündelikleri ve geçimini sağlayacak geliri elde edip etmeyeceğini düşünmeye başlamıştır bile.
Çağımızın tanıkları
SALGADO
Eğer tutkunuz fotoğrafsa, belgesel fotoğrafsa, bu sizin yaşam biçiminiz olmalıdır.
Fotoğraf benim için bir tutku mu bilmiyorum. Tutku bir gün sahip olup diğer gün kaybolan, başka bir tutkuyla başka bir istekle yer değiştiren bir şeydir. Bir hayat biçimi olabilir tutku. Ben, başından beri beraber yaşadığım büyük bir gerçeklikten geldim. Bu gerçeklik; ülkem, ailem,arkadaşlarım, gittiğim okul, aktif olarak katıldığım politik hareketlerdi. Fotoğrafçılığa başlamadan önce bu gerçeklikleri yaşamıştım. Tamamen aynı şeyleri yapmaya devam ediyorum, fakat artık fotoğraf da işin içinde. Bence, bu tutkudan başka bir şey. Başka türlü olmayı hayal etmek çok zor benim için.
Birçok zor ve sert olay gördüm. Fotoğraf çekmeye başladığınız anda … o ortama uyum gösterme kapasitenizin olması gerekir. Görüntülediğiniz şeyleri hayatın diğer alanlarındaki deneyimlerinizin, örneğin ev hayatınızın bağlamına oturtabilmelisiniz.
Her şeyi tümüyle görüyorsunuz o sırada. Bir şeyi göstermek üzere fotoğraf çekerken kendinizi orada olma fırsatı bulamamış insanların yerine koyarsınız. Bu iki taraf arasında bir bağlantı kurarsınız. Sonunda belgesel fotoğrafı bir vektör olarak görürsünüz. Bir vektör “normal” hayatın çeşitli kavramları arasında bağlantı sağlar. İnsan hayatının acı tarafları da kolay tarafları da hayatın birer parçasıdır, bu yüzden ikisi de gösterilmelidir. Bunlar birbirine bağlanmalıdır.
Dünyada fotoğraftan korunması gereken hiçbir insan olduğunu düşünmüyorum. Dünyada yaşamakta olan her şey gösterilmelidir ve insanlar dünyanın diğer yerindeki insanların neler yaşadıklarını öğrenmelidir. İşte bir belgesel fotoğrafçının sahip olması gereken vektörel işlev de budur; insana diğerinin varlığını göstermek.
Bazen çoğunlukla zengin ya da bazen yoksul bir ülkede yaşanıyor bu. İnsanlar, dünyanın diğer yerlerindeki insanların çok zor bir hayat yaşadıklarını öğrendiklerinde şoka uğruyorlar. Bu insanlar gayet ciddi ve dürüst, çünkü bunu daha önce görme fırsatı bulamamışlar. Onlara bu fotoğrafları gösterip orada yaşananları anlattığınızda, bu problemle bütünleşmiş hale geliyorlar, bu sorun onların hayatlarının bir parçası haline geliyor.
Ben uzun dönemli projeler hazırlamayı severim. Yaptığım tüm öyküler için her zaman bir taslak hazırlarım. Enerjimi ve tüm düşüncelerimi yoğunlaştırdığım bir çerçeve yaratırım. Tabii ki bu çerçevede bir çok kapı ve pencere vardır. Bunun içine girer, dışına çıkar, yeni şeyler ve insanlar getirir, eskilerini götürürüm. Bu yöntemle kendinizi geliştirmek ve başkalarıyla çalışmak daha kolay olur. Nasıl hazırlanacaksınız? Nasıl fon bulacaksınız? Bu fotoğrafları kullanacak olan dergi ya da birlikte çalışacağınız organizasyon nasıl olacak? Sizin yaptıklarınıza açık olacak ve size bir şeyler verebilecekler mi? Ben olabildiğince açık çalışmaya gayret ederim. Örneğin hiçbir zaman bir fotoğrafı öykünün sonucunu göstermek için çekmem. İstisnasız tüm fotoğraflarım öykü açılmaya başladıkça kendilerini gösterir.
Bir yere sadece fotoğraf çekmek için gitmezsiniz. Amacınız bir öykü oluşturmaktır. Zaten sonuç olarak ben, belgesel fotoğrafçıların öykü anlatmaya bayılan insanlar olduğunu düşünüyorum. Bu öyküler uzun bir fotoğraf dizisinden çıkar.
Zaire’de, Ruanda’dan gelen insanlarla çalışırken dergilere elli,elli beş tane fotoğraf verdim. Bu elli beş fotoğraf bir dizi halindeydi. Öykümün başlangıcı, ortası,sonu ve onlara eşlik eden başlıkları vardı. Bu başlıkları okuyunca öykümü anlardınız. Fotoğrafları gördükçe öykümü anlardınız. İşte önemli olan budur.
İnsanlar, ” yoksulların güzel fotoğraflarını çekiyorsun” derler bazen. Bunu söyleyen aslında hiçbir şey anlamamıştır, çünkü ben asla fotoğraf çekmek için gitmem. Ben güzel fotoğraf çekmeye gitmem. Güzel bir fotoğraf nedir ki ayrıca? Hayır. Ben öykümün içinde yaşamak için giderim, neler olup bittiğini anlamak için, fotoğraflarını çektiğim insanlara yakın olmak için ve bir şeyler iletebilecek bir bilgi akışı oluşturmak için.
Life,Time, ya da Stern dergileri bir öykü fikri verdiklerinde bu onların istediği türden bir öykü olur. Onlar kendi öykülerini yaratırlar ve fotoğrafçıdan gidip çekmesini isterler. Ya da fotoğrafçının dergiye sunacağı bir olayı anlatan öyküsü vardır, işte bu öyküdür.
Belgesel fotoğrafçılıkta ise durum farklıdır, fotoğrafçının büyük bir kaygısı vardır. Fotoğrafını çekmek istediğiniz konuyla ideolojik yakınlığınızın olması gerekir. Eğer olmazsa uzun süre içten ve empatik kalamazsınız. Kendinizi konu ile özdeşleştirmeniz gerekmektedir. Fotoğrafçı bir kez durumla karşı karşıya gelince daha önceden düşündüğü her şey değişir.
Tam bu anda fotoğraflarını çekmek için geldiğiniz insanlara bakışınız, onlarla aranızda kurduğunuz bağ, kendinizi öykünüzle özdeşleştirme biçiminiz, bağlı olduğunuz organizasyonla ilişkiniz, her şey tamamen değişmiştir. Fotoğrafını çekmekte olduğunuz insanlar, derinliklerinde yaşadığınız evrenin bir parçası olmuştur.
Bölge değişir, dil değişir, ülke değişir fakat öykü aynı kalmaya devam eder.
Dünyadaki teknolojik evrime kendimizi uydurabilmemiz ve bunun avantajlarından yararlanabilmemiz. O görüntüyü ortaya aktarabilmek için bir fotoğrafçıya her zaman gereksinim duyulacaktır. Değişen sadece mekandır. Önceden olduğundan daha fazla fotoğrafçı olduğunu kabul etmeliyiz ve artık şimdiye kadar yaşadığımızdan daha derin yaşamalıyız.
Belgesel fotoğrafçılık her zaman zor olmuştur. Şu anda, büyük ihtimalle daha önce olduğundan daha fazla fırsatımız var, çünkü bir çok büyük fotoğraf dergisinin ortadan kaybolmasına rağmen onların yerlerini yenileri doldurdu. Artık bu ülkede Pazar eki olan birçok gazetemiz ve Pazar dergilerimiz var. Birçok sivil toplum kuruluşu da kendi gazetesini basıyor. Peki CD-ROM yapabilmek için ne kadar fırsat var? Fotoğrafları tarayıp öyküyü anlattığınız sabit görüntülü gösteriler yapmak için ne kadar olanağımız var? Bu demektir ki, geçmişle karşılaştırıldığında ve fotoğrafçıların nüfusa oranı dikkate alındığında bugün fotoğrafı kullanmak üzere daha fazla olanak var.
Artık Life dergisinin en iyi günlerinde yayınladığı foto öykülerin aynılarını yapmaya devam edemeyiz. Otuzlarda ve ellilerde neler olduğunu ve öykülerin nasıl anlatıldığını öğrenmemiz ve olanlarla bütünleşmemiz gerekmektedir, fakat artık günümüzde neler yapıldığını da görmek gerekir. Yazmak istediğiniz öyküyü yoğun bir şekilde yaşamalısınız. Fırsatlar oradadır.
Belgesel fotoğraf yapmak isteyenler, eserlerini kalıcı kılmak isteyen sanatçılar gibi değillerdir. Konu bu değil. Bu sizin yüzde yüz hayatınız olmalıdır. Eğer bunu yapamadığınızı anlarsanız, tutkunuzun gerçekte nerede olduğunu bulmanız gerekir. Ama eğer tutkunuz fotoğrafsa, belgesel fotoğrafsa, bu sizin yaşam biçiminiz olmalıdır.
Sebastiao Salgado
Ken Light Çağımızın Tanıkları ” Belgesel Fotoğrafçılar Anlatıyor”
Kitabından alınmıştır. Fv yayınları
Doğanın Büyülü Sesleri…
Büyük Ödül Kazananlar IJMF 2014
Faran Topluluğu üyeleri, Roy Smila, Gad Tidhar ve Refael Ben Zichry, doğunun büyülü sesleri ve enstrümanlarının taşıdığı harika kültürlerin birleşimi ile büyülenmişti. Tüm bu oyun süresinde, üç üye, çevresindeki doğadan ilham almaya çalıştı. Deve kedisi olarak Gad, yeşil kuzey yüksek dağında, çölde ve Refael’de küçük bir köyde yaşayan Roy. Faran’ın yarattığı besteler, doğa ile buluşmadan yarattığı bu duygusal deneyimlerden ilham alıyor. Faran üyeleri için müzik bir yaşam tarzı, aramanın ve öğrenmenin sürekliliğidir. Müzik bir yolculuktur, her ton bir kilometre taşıdır.
Faran, ‘birisi için şarkının’ son U2 sanal gerçeklik klibine katıldı, çeşitli başarılı video klipleri kendileri yayınladılar ve yakın zamanda yeni CD ‘Fata Morgana’larını çıkardılar.
Genç Rındın ölümü…
18.10.2007/Viranşehir
2007 yılında yazdığım yazı. Paylaşmak istedim. Saygıyla anıyorum.
Mehmed Uzun’u sağlığında yakından hiç tanımadım. Ya bir konferansta dinledim, ya da dergi ve gazete sayfalarında ki yazılarından, romanlarından tanımaya çalıştım. Varlığı dahi kabul edilmeyen, üç beş yüz kelimelik bir dil denilen Kürtçe’nin bir roman dili olduğunu, bütün dünyaya kanıtlayan Uzun’la tanışıklığımım, bir çok insan gibi kitaplarında ki usta anlatımlarından dolayıdır. Her kes gibi ben de onu yazdıklarından tanıdım. Yani tanışıklığımız hiç yüz yüze olmadı. Ama Mehmet Uzun’u sanki çok uzun zamandır tanıyor gibiyim. Bu nedenle ölüm haberini duyunca, içimden sanki bir şeyler koptu. İçim acıdı ve yüreğim ölümün soğuk ürpertisinde titredi…Bir sancı olup,bütün bedenime yerleşti, sonbaharın kurşuni renginde. Çok istememe rağmen, bir söylesi yapamamanın üzüntüsü içindeyim.
Elli dört yıla sığan bir ömür. Her dakikası dopdolu geçen ama her dakikasının bedeli verilen bir sürgün hayat.
İnanmak istemesek de artık, aramızda değil Mehmed Uzun…O çok sevdiği kentin ölüm kokan tepelerinin birinde, on gözlü köprüye bakan bir noktada, artık çok sessiz… Çevresinde yatan gencecik insanların, bilge ve yoksulların, o çok sevdiği halkın evlatları arasında yatmakta.
Sonbaharın en güzel günlerinden birinde, toplanan binlerce insanın elleri arasında sonsuzluğa uğurlanırken, Diyarbakır suskundu. Bu kaçıncı acı, bu kaçıncı hawar dercesine suskundu. İnadına beyaza sarılmıştı tabutu.
Çünkü Mehmed Uzun doyasıya yaşayamadığı ama öldüğü bu coğrafyaya barış istiyordu . Bu nedenle beyaza sarılan tabutu üzerinde konuşan Yaşar Kemal “Ne olursa olsun, kimler karşı koyarsa koysun Türkiye barışa kavuşacaktır. Ben de buna inanıyorum. ” diyordu.
Binlerce kişinin alkışları arasında son yolculuğuna çıkarken, Mezopotamya dengbejleri, yaşlıları, kadın ve genç kızları ve yüzlerce aydın cenazenin arkasında yürüdü.Mardin Kapı mezarlığına vardıklarında ise gökyüzü ak ve pak bulutlarla kaplıydı. On gözlü köprü ve Dicle yetim bir çocuk misali sessizdi.
Mehmed Uzun Türkiye dönme kararı aldığında apansız hastalığın pençesindeydi. On günlük ömrünü, kadim kent Diyarbakır’da geçirmek istiyordu.Doktorları İşveç’ten Diyarbakır’a yolculuk yapmasının büyük bir risk taşıyacağını söylüyorlardı. Mehmed Uzun ölüm döşeğinde Diyarbakır’a geldiğinde O’nu binlerce kişi bağrına basmıştı. O günlere tanık olanlar, uçaktan ilk indiğinde Diyarbakır’a, karşılayanlara gülümseyebilmiş ve el sallamıştı. Halkın bu yoğun ilgi ve moral desteği Mehmed Uzun’u bir bucuk yıl yaşattı. Ama yakalandığı hastalık sinsi ve haindi. Bir sonbahar günü O’nu aramızdan alarak, bizi Mehmed Uzun’suz bıraktı.
Mehmed Uzun hakkında çok şey yazıldı, yazılmaya da devam edecek. Ben O’nu anlatma işini, O’nu daha yakından tanıyanlara bırakayım. Bu yazının asıl konusu, anısına ve adına bir mekan inşa etmeyle ilgilidir. Onun adına yakışır bir mekan yaratmanın zamanıdır diyorum.. Siyah bazalt taşlardan, yumuşak mermerden yapılmış bir mekan. Hem otantik ve mistik, hem de çok modern çizgiler taşıyacak, İskenderiye Kütüphanesiyle boy ölçüşecek bir kütüphane ya da bir akedemi kurmak neden olmasın..
Bu yapı için gerekli alt yapı, finansman ve insan gücü zan edersem sevenleri arasında çoktan mevcut. Yeter ki proje için doğru zaman ve doğru adım atılsın.
Böylesi bir projeye sahip çıkmak için Mehmed Uzun’u seven Siverek’li dostları harekete geçeceğinden eminim. Hatta bu yapının Siverek’te olması daha uygun düşecektir. Doğduğu topraklarda adını yaşatacak, yeni Memed Uzun’lar yaratacak bir kütüphane için belki de en uygun yerdir. Çorak ama sulandığında verim veren bir toprağın seçilmesi, Mehmed Uzun’un yaşam felsefesine de uygun olduğu kesindir.
Böylesi bir yapı tek başına Mehmed Uzun’un anısına sahip çıkma anlamına gelmez. Mehmet Uzun’ın yolunda gitmeye çalışan genç insanlara yol gösterici olur. Ve ayrıca bu ülke de devasa eğlence yerlerinin yanında, emekçi ve yoksul insanlar tarafından yapılacak devasa bir kütüphanenin de olabileceği gerçeği anlatılmış olunur. Mehmed Uzun’a da ancak bu yakışır. Özel eşyalarının korunduğu, kitaplarının sergilendiği ve edebi çalışmaların yapılacağı bir mekan için tez zamanda bir araya gelip, bir an önce bir yerden başlamak gerekiyor kanımca.
Memed Uzun kafamda hep genç bir delikanlı olarak kalacak. Aydın, bilge ve delikanlı.O yaşlı iyi bir insan olma fırsatı bulamadı.Yaşamın en üretken olacağı dönemde, aramızdan ayrıldı.
Sanırım Mehmed Uzun hakkında çok şey yazılacak. İlklere imza attığı ve dünya gündemine girdiği için yoğun bir ilgi bulacak. Gerek kitapları, gerekse de sürgünlük hayatı belki bir ibretlik vesikası olarak geleceğe kalacak. Bu nedenle benim onu anlatmam çok yeterli gelmez…
Şimdi bu hiç başlanılmamış söyleşiyi yapmanın ve Mehmed Uzun’u sonsuza kadar yaşatmanın zamanıdır. Mehmed Uzun kendini kitaplarında anlatıyor. Dilini, kültürünü ve yaşama dair düşüncelerini…
Deli Olmak Güzeldir.
Deli olmak güzeldir.
Sorgulanmaz, ayıplanmazsınız. Yaşamın özgür renklerine bir kol mesafesindesiniz.
Korkma dosttum. Korkaklar renk cümbüşünden bihaber yaşarlar…
Mahmut Sakar.
İndependentturkish’de Yayınlanan Yazım…
Van Goh, Sokratec ve Seyd Ahmed
https://www.independentturkish.com/node/71901/haber/van-gogh-sokrates-ve-seyd-ahmed
Bir ortaçağ kentini andıran çocukluğumun Siverek’i ilginç ve gizemliydi. İç içe, sırt sırta yapılmış toprak damlı evler, siyah bazalt taşlardan döşenen dar ve dolambaçlı sokaklar, kahveler; bütün bunların arasında iki katlı, görkemli taş konaklar göze çarpardı. Sokakları renkliydi, giyim kuşamları, delileri ve tetikte yaşayanlarıyla tam bir eski çağ kentiydi.
Sokak ve pazarlarda bazen gezen pala bıyıklı, abaların altında tüfek ve hançer saklayan ilginç tipler her daim insanın dikkatini çekerdi. Aşiret düzeninin devamlılığını sağlayan ,gözünü budaktan sakınmayan bu tipler çoğunlukla gerektiğinde insan canına kıyan, birer cengaver edasıyla dolaşırdı ortalıkta.Birileri adına gerektiğinde tetik çeker, kavgaya hazır beklerdi. Ne abalarının altındaki tüfek sorun olur, ne de herhangi bir olayda mahkeme edilirlerdi. Bir olay patlak verdiğinde, gidecek kapıları belliydi.
Bir de Siverek sokaklarında dolaşan garipler, deli divaneler vardı. Her daim göz önünde olan, zamanlı zamansız ortalıkta olan divaneler.
O dönemin garipleri, parasız pulsuzları; Cemalo, Sülo, Bilet, Abbas, Seyd Ahmed, Sofi, Hotê de ortalıkta dolanır, çevrenin yardımlarıyla yaşamlarını sürdürürlerdi. Her birisinin apayrı özellikleri ve kişilikleri vardı. Hiç biri hırsız ve zalim değildi. Kimi deli diyordu bunlara, kimisi saf.
Çoğu maddi yaşamdan ellerini, eteklerini çekmiş birer garibandı. Kimisi aşkından divane olmuş, bir diğeri aklından sokaklara düşmüştü. Abbas yirmi dört saat sokakları adımlayıp, ölçerken, Seyd Ahmed elinde fırça, hayal kuruyor, resimler çiziyordu, dar Siverek sokaklarında.
Gel zaman, git zaman deli divane denilen insanların çoğu ya bir köşede ölü bulundular, ya da bir başına bilinmez yolculuklara çıktılar.
Siverek’te orta yaş ve üstü kuşağın yakinen tanıdığı Seyd Ahmet de bunlardan biridir. Yaşamın son kertesine kadar direnerek, Siverek sokaklarını arşınladı, resimler çizdi.
O bir Van Gogh, Picasso kadar şanslı değildi. İlk sansızlığı doğduğu coğrafyaydı. Ne resim sevilen bir sanattı, ne de felsefe kabul gören bir alan.
Van Gogh, Salvador Dali, Picasso kadar yetenekli miydi, bilmiyorum. Ama en az onlar kadar ilginç, onlar kadar sıra dışıydı, ama ünü Siverek sınırları dışına taşmamış, resim yeteneği pastane duvarlarında sınırlı kalmıştır.
Bir de Van Gogh, Picasso dünyaca ünlü sanatçı, Seyd Ahmed ise bir deliydi. Bütün dişlerini çekecek kadar bir deli divane.
Onun hayatına önem veren, eserlerini inceleyen, hayatını anlatan bir yazar hiç olmadı. Yoksun ve yoksul yaşadı, en önemlisi aklından mahrum kaldı.
Üstüne başına dikkat etmeyen, yaşamında parayı silen ama müthiş resimler yapan ilginç bir insandı. Bu nedenle üstü başı, elleri her zaman boyaydı, ceplerinden resim fırçaları çıkar,en çok da pastanelere resimler yapar, kara kalem portreler çalışırdı.
Zayıf, uzun boylu, saçı sürekli dağınık,iç dünyası temiz bir insandı. Dişlerini çekmiş, ağızda dişsiz bir yaşam sürdürüyordu.
Dişlerine ne oldu diye soranlara bildiği tek dil Zazaça “ Biray mi, merdimîrê çiçî yeno, werdra yeno. İnsan gerek nefsê xue terbiyekero. Qande coy dildani mirê lazım nîyê. Ez xurê pilol wena, nan terpoşnena doy. O ro sebo, roja ci bîro, herkes ro mımıro?*” diyerek hayata bakışını ortaya koyardı.
Dünya malı onun için, bir fırça kadar değerli değildi. Her şeye sırtını çevirmiş, hayalindeki dünyayı resmetmeye çalışıyordu. Yemyeşil manzaralar, şelaleler ve dağlardan akan nehirler resmeder, insan portelerini kara kalem çalışırdı.
“Kederê nîna zey şew tarîyo, qandê coy ezo kelema siyaha nîna virazena.**” derdi.
Seyd Ahmed bir felsefeci gibi kendi kendine konuşur, zaman zaman dahice sözler de sarf ederdi.
“Hirgı çî sebebirê cî esto, sebep çîyê ano meydan, çêkêzî, çiyêrê beno sebeb***.”
Sokrates M.Ö. 4 yüzyılda Atina’da yaşadı. “Kendini tanı” söylemiyle, insanın evrenden önce kendisini anlamlandırması gerektiği savunan bir filozoftu. Ömrü Yunan soylularına ve yöneticilerine karşı düşünceler geliştirerek geçti. Toplum düzenini bozmaktan, yeni Tanrılar yaratmaktan ölüm cezasına çarptırıldı, ama düşünceleri asırlar sonrasına ulaşmayı başardı.
Sokrates’ın hayatını anlatan “Filozofu Öldürmek” adlı yazıyı okuyunca aklıma Seyd Ahmed geldi. Kim bilir belki de Şeyh Ahmed bir filozof, ya da filozofa yakın bir ressamdı. Ama biz onun farkına varamadık. Deli diyip, sokaklara mahkum ettik. Dünya malına sırtını dönmesini, resim için hayal aleminde gezinmesini delilik olarak değerlendirdik. Oysa bütün önemli filozoflar, önemli ressamlar biraz deli değiller miydi?
İnsanlar Sokrates’in farkına varmasaydı, düşüncelerini ve yaşamını tartışmasaydı Sokrates bu gün kitaplarda, zihin ve felsefi çalışmalarda yaşar mıydı?
İşte bu nedenle Seyd Ahmed’i 28 yıl sonra da olsa yeniden tanıdım, farkına vardım. Aslında bu yazıyı tam on bir yıl önce kaleme aldım, bir iki yerde yayınlansa da kimsenin dikkatini çekmedi. Oysa yazı yazıldığında Seyd Ahmed yaşıyor, resim yapıyor, zaman zaman dahice sözler sarf ediyordu.
Başta ben, kimse bunları kayıt altına almayı düşünmedi. Oysa Seyd Ahmed’in çizdiği resimler ve söylediği sözlerin toplanması, üzerinde bir tartışma yürütülmesi gerekirdi. Ama olmadı.
Seyd Ahmed bir mum gibi eridi, bir tükenişi yaşadı.
Bu gün artık aramızda değil.
Seyd Ahmet’i hatırlayan, onun eserlerini saklayan birileri mutlaka vardır diye düşünüyorum. Bunları ortaya çıkarmak, Siverek açısından oldukça önemlidir.
Seyd Ahmed kimdi, neyin nesiydi bilmek durumundayız.
Geçmişi ile ilgili çok bilgim yok,1952 yıllında yoksul bir ailenin çocuğu olarak Siverek’te dünyaya geldi, 67 yıllık bir ömür sürdü. Daha çocuk yaşta resme ilgi duydu, erken yaşta çizimlerle tanıştı. Ne bir eğitim, ne de herhangi bir destek aldı. Dini eğitim alırken, kendi kendine resim yapmaya koyuldu, işi delice yapmaya başladı. Mesele resim olunca gözleri başka bir şey görmez, resmi adeta yaşardı. Ne ekmek, ne su aklına gelir, adeta başka aleme dalardı.
Her şey bu çerçevede sürerken ve Seyd Ahmed olgun bir delikanlılık yaşındayken, evlerinin birkaç kapı ötede yaşayan, komşu kızına aşık oldu.Bir bilgiye göre sevdiği kızla, kız kardeşini berdel yaparak evlendi, sonradan berdel bozuldu, zorla boşanmaları sağlandı.Kimilerine göre de örf ve adetlere göre kız istenildi ama, davul bile dengi dengine denilerek, sevdiği kızı Seyd Ahmed’e vermediler, vermedikleri gibi bir süre sonra da kızı en yakın akrabasına verdiler.
Nedeni her ne olursa olsun bunu hazmedemeyen Seyd Ahmed, bir ömür boyu sürecek bir küslük içine girdi, aklında ki bazı damarlar kısa devre yaptı ve kendini Siverek sokaklarına attı, tek başına yaşadı, 50 yıl sürecek acı bir hayat sürdü.
O günden sonra, ömrünün son gününe kadar; hayata, insanlara küslüğü geçmedi, sokakları mesken tuttu, bir başına yaşadı, fırça ile olan aşkını sürdürdü, yüreğinde ki ateşin yakıcılığında kavruldu. Bir yandan resim yapıyor, bir yandan da sürekli kendi kendine konuşuyor, insanların kötülüklerinden bahseder, bir şeylerin muhasebesini yapıyordu.
Küs yaşamaya devam etti, resimden başka bir şey bilmez bir insan oldu.
Özellikle duvar resimlerinin revaçta olduğu 80-90’lı yıllarda resimleri oldukça ilgi gördü. Özellikle pastane ve lokanta duvarları Seyd Ahmed’in çizimleriyle renklendi, portreler çizdi. Bir tas çorba, bir bardak süte resimler çizdi.
Sadece resimle anılsa da, Seyd Ahmed bir filozof edasıyla zaman zaman sözler sarf eder, az sohbet ettiği kişilere kafasında ki düşünceleri aktarırdı. Sakince insana yaklaşır, gözlerinin içine bakar, gülümser, güven verirdi.
Güvenmediği insanlara bakmaz, konuşmaz, ilgi göstermezdi. Az kişiyi dost bilirdi.
Kendisiyle ilişkilenenlerin yaklaşıma önem verir, soru sorulmadıkça konuşmaz, düşkünlük yaşamazdı. Dosta dostça yaklaşır, alaya alanlara karşı suskun davranır, onlarla konuşmazdı.
Seyd Ahmed aslında yıllar önce hayatını noktaladı. Bütün dünya nimetlerine, mala mülke sırtını çevirdi, fırçasını alarak Siverek sokaklarına daldı. Başı öne eğitti hep, çünkü küstü her şeye. Utandığından değil, yanlış bir şey yaptığından değil, kafasında ki düşüncelerden dolayı başı öne eğilmişti. Kimseyi görmek istemiyor, içine gömülerek yaşamını sürdürmek istiyordu. Anlaşılan kafasında yığınca soru, düşünce ve yüzlerce resim barındırıyordu.
Yüreğinde ki aşkı ve kafasında ki derin felsefi görüş onu yalnızlaştırmış, hayata küstürmüş ve sokaklara sürmüştü. O yanlış bir coğrafyada gelmişti dünyaya. Ne yeteneği, ne de aklı ve yüreğindeki sancısı anlaşılmıştı. Aşkın saçma, yasak ve günah sayıldığı bir coğrafyada insan suretleri çizer, duvarları güzelliklerle donatırdı. Deliliği bundandı; aklı, sevdası hayatını zehir etmişti. Ne Seyd Ahmed Siverek’i anlamıştı, ne de Siverek Seyd Ahmet’i.
O belki de bir dahiydi ama biz onu hep deli bildik. Kendi kendine konuşmasını yadırgadık, aşkını ayıpladık, sadece duvarları süsleyen resimleri sevdik.
Oysa bizim akılımızın da sonuçları ortadaydı, akılı olduğumuz tartışmalıydı.
Aklımız doğayı tahrip etmek, tüketmek ve mal biriktirmek için çalışıyordu. Deli değimiz Seyd Ahmed’in ise aklı renklere, derin düşüncelere ve hayallere çalışırdı. Tıpkı eski zaman filozofları gibi.
Belki de bir filozoftu Seyh Ahmed. Biz bilmedik, ama o bizi hep bildi, dönüp çirkinliklerimize bakmak , görmek istemedi. Çünkü biz aşkı öldürürdük, o ise renklere ruh katar, delirmek de olsa bedeli aşkın resmini çizerdi.
Seyd Ahmed’e sevdiği kızı vermeyenler öldü, sevdiği kızı alan akrabası da öldü, sevdiği kadın da öldü, hayatını zehir edenlerin ölümünü gördü, en son kendisi hayata veda etti.
Resimleri, düşünceleri ise Siverek sokaklarına miras, aşıklara ders oldu.
Kapkara bir ders.
*
“Kardeşim, insana ne gelse, yemeden gelir. Ben nefsimi terbiye ettim. Bu nedenle dişe ihtiyacım yok. Ben bulamaç,lapa yerim, ayrana ekmek doğrarım. Ne olacak? Günü geldiğinde herkes ölecek.”
**“Bunların kaderi gece gibi karanlık. Bu nedenle kara kalemle bunları çiziyorum.”
*** “Her şeyin bir nedeni var. Her neden bir sonuç doğurur, sonuçlar ise yeni bir şeye neden olur.”
Şeyhmus Çakırtaş/Belgesel Fotoğrafçı-Blog Yazarı
Fotoğrafta ki İnsan Hikayeleri
