İçimden gelmiş, yazmışım 2007 yılında.

 

Bayağı bir zamandır yazı yazmak istemiyorum. İçimden gelmiyor. Kalemi elime aldığımda karşıma bir sürü duvar çıkıyor. Hangisini yıkıp geçsem diye düşünürken, içimdeki enerjim yok olup, gidiyor…

Böylelikle duygularım, düşünce ve umutlarım içimde tutsak  kalıyor. İnsanın, kendi dünyasında tutsak kalması kadar, ağır bir durum var acaba?

 

 

Her köşe başında karşılaştığımız dünya markaları, her gün beynimizi teslim alırken, ben düşüncelerimi serbestçe ifade edemiyorum. Serbestlik, özgürlük, hak, hukuk benim için değil, her köşe başında karşılaştığımız ve birer ikon haline gelen markalar için. İkon dinsel bir terim, marka ise daha çok para ve iktisadı çağrıştırıyor. Ama sanırım marka giderek dinsel bir ikon gibi tapınma aracı haline geliyor.

Marka, tıpkı bir üniforma gibi baskı aracı oluyor, marka insanı teslim alacak kadar güç kazanıyor ve  insana hükmediyor.

Bu durumda nasıl özgür olabilinir?

Küresel düzeyde örgütlü bulunan şirketlerin insan bilincini hedefleyen reklam kampanyaları beklenen sonuçları verirken, insan farkında olmadan, verilmek istenen mesajı zaten alıyor. Bu gün dünya genelinde varlık gösteren markalar, cirolarının gelişmiş devletlerden bile kat be kat olması neyle açıkla bilinir?

Bu yeni bir egemenlik stratejisi midir?

Sanırım evet …

26.09.2007

 

 

 

 

 

Hakkını, hakları tanıyan Öğretmenlere

Bir zamanlar öğretmen olduğumu unutmuşum. Bu sabah bir dostum hatırlattı. Öğretmenler Günümü kutlayınca, bir an durakladım. Öğretmenlik yaptığım günlere gittim…Tümden unutmuşum. Öğretmenliği bırakalı tam 14 yıl olmuş.

24 Kasım Öğretmenler Günü, 1981 yılında 12 Eylül darbesini yapanların zihin dünyasından çıkıp, hayatımıza giren bir gün. Bir çok ülkede ise 5 Ekim olarak kabul görüyor. BM bağlı, eğitim  ve kültür kurumu olan UNESCO tarafından tavsiye kararıyla 1994 yılından sonra dünya genelinde yaygınlamaya başlanıldı.  Özellikle 5 Ekim’de öğretmenlerin mesleki ve özlük hakları dile geliyor, statülerinin iyileştirilmesi için bir farkındalık hedefleniyor. Özellikle eğitim sendikaları ve demokratik kurumlar 5 Ekim’i canlı tutmaya çalışıyor. Ülkemizde de 5 Ekim Dünya Öğretmenler Gününü esas alan kurumlar olmsasına rağnen, resmi düzeyde, 1981 yılında karar altına alınan 24 Kasım’ı esas alıyor.

Aslında işin özüne sadık kalınsa, günün hangi tarihte olmasının büyük bir önemi yok. Önemli olan öğretmenlik mesliğinin demokratik, özlük ve ekonomik hakları ve toplumdaki saygınlığı.

Bu gün öğretmenlerin mesleki saygınlığı yerlerde sürünüyor. Eğitim süreçleri, sahip oldukları demokratik haklar ve  aldıkları ücret “Öğretmenlik mesleğine” denk olmaktan çok uzak. Özellikle de sözleşmeli çalışma, ücretli gibi ucube tanımlamalar öğretmenlerin özlük haklarına büyük darbe getirdiği açık. Öğretmenlik mesleği iktidarın baskısı altında. Eğitim sistemi tamamıyla hükümetin zihin dünyasına göre dizayn ediliyor, öğretmenlerden de genelgelere göre eğitim ve öğretim vermesi istenilmektedir.

Oysa eğitim öğretim merkezi olduğu kadar, yerel farklılıkları, özellikleri de esas almalıdır. Çünkü evrensel değerler, yerel kültürler, bilimsel yöntemler dar bir çerçeveyi kaldırmaz. Bu nedenle eğitim sistemi daha kapsayıcı, iktidarın değişkenliğinden uzak VE kesinlikle katılımcı olmalıdır. Öğretmenlerin, velilerin, öğrencilerin katılımcılığı sistemi daraltan yöntemlerle değil, genişleten bir anlayışla inşa edilmelidir. Mesele okul idareleri öğretmenlerde içinde olduğu bir kurul tarafından belirlense  kötü mü olur?

Kötü olmaz diye düşünüyorum. Çünkü okul yönetimi eğitim ve öğretimin bir parçası, bu nedenle de öğretmenlerin kendisini bulduğu bir yönetim mekanizmasına dönmeli.

Öğretmenin ekonomik ve mesleki haklarından yararlanma süreci okul zamanında başlıyor. Ders içinde ve teneffüs saatlerinde sahip olduğu haklar öğretmenlik mesleğini geliştirir. Ama görünen o ki, öğretmenden emir ve talimatlara uyması istenilmektedir. Bunların çoğu da eğitim ve öğretimin dışındadır.

Neyse bu günü Öğretmenler Günü olarak görmek mümkün olabilir ama eksiktir. Çünkü Türkiye ‘de Öğretmenler Gününde kimse öğretmenlerin hak ve hukukundan bahsetmemektedir. Daha çok işin kutsiyetine vurgu yapılarak, gururların okşanması amaçlanmaktadır.

Bir hediye gününe dönüştürülen gün, olsa olsa öğretmenlik mesleğinin itibarsızlaştırılma sürecini örtmekten başka bir işe yaramaz.

Bu gün öğretmenlerin içinde bulunduğu durumla ilgili tek kelime ediliyor mu?

Edilmediğini biliyoruz. Bu konuda kafa yoranlar var ama sesleri oldukça zayıf çıkıyor.

Binlerce atama bekleyen eğitim fakültesi mezunu öğretmen adayı, sözleşme ile atanan  öğretmenler, ücret karşılığı çalışan kısmi zamanlı öğretmenlerin neler yaşadığını bilen, araştıran, tartışan kaç kişi ya da kurum var?

Yine kadrolu öğretmenlerin özlük , demokratik ve ekonomik hakları nedir, ne durumdadır, araştıran kimler var?

Herşeye rağmen, bu gün emekleriyle geçinen, çocuklara hayatı öğreten, kendi hakını savunan, öğrencilerin haklarını da tanıyan ve buna göre bir öğretim modeli ile sınıfları aydınlatan öğretmenlerimize selam olsun.

İran: Urmiye Gölü

Bir dönem halkın plajlarından yararlandığı su alanları, artık koca bir toprak ve çamur denizine dönüştü. Gölün artık kurumuş bölgelerinde bir zamanlar ticari ve yolcu taşımacılığının yapıldığı gemiler de karaya oturmuş durumda.

Yazı ve Fotoğraflar: Tolga Subaşı / http://www.postseyyah.com adlı siteden alınmıştır. 

Farklı renk tonlarında uzanan çölleşmiş topraklarla birlikte bembeyaz tuz alanları,bir sonsuzluk sunuyor. Güzel, etkileyici manzaralara sahip bir alanda dolaştığınızı sanıyorsunuz, oysa bir çevre felaketi ile karşı karşıyasınız. Burası, İran’ın en büyük, dünyanın ise ikinci büyük tuz gölü olan Urmiye Gölü. İran’ın kuzey batısında yer alan göl, Türkiye’nin doğu sınırına oldukça yakın bir konumda yer alıyor. Göl ile aynı adı taşıyan ve göle kıyısı bulunan Urmiye kenti, Hakkari-Yüksekova’ya bağlı Esendere sınır kapısına yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunuyor.

Günümüzde gölün büyük bir bölümü, iklimsel nedenlere bağlı kuraklık, yağış oranlarının düşmesi, su kaynaklarının yanlış yönetimi ve gölü besleyen akarsulara yapılan barajlar nedeniyle kurumuş ve yok olmuş durumda. Oysaki su oranının yoğun olduğu, gemilerle ticari ve yolcu taşımacılığının yapıldığı dönemlerde göl, yaklaşık olarak kuzeyden güneye 140 km, doğu batı arası ise 85 km su yoğunluğuna sahipti. Yine bu dönemlerde endemik türler ve göçmen kuşlar da dahil 200 farklı kuş türüne ev sahipliği yapmaktaydı. Gölün yaklaşık büyüklüğü 6100 kilometrekaredir. 1995 yılı sonrası artan kuruma ile birlikte 2011 verilerine göre sulak alan 2300 kilometrekareye, su seviyesi ise 7 metreye kadar düşmüş. Günümüzde ise gölün yüzde doksan beşi kurumuş durumda. Gölün kuruması, tuz oranlarında da yoğunlaşmaya yol açmış, bu durum çevre kentleri hatta çevre ülkeleri de olumsuz yönde etkileyebilmekte. Özellikle tuz kütlelerinin yayılması, tarım alanlarının yok olmasına yol açmış. Gölün kurtarılması amaçlı barajların yapımı durdurulmuş, Aras Nehri, Basra Körfezi, Umman Denizi havzası gibi yerlerden su transferleri gündeme gelmiş. Yine gölün kurtarılması amaçlı, Van Gölü’nden de su transferi çalışmaları gündemde. Araştırmalar sonucu, kuraklık ve su kaybı bu şekilde devam ederse, yakın zamanda göl tamamen yok olma tehlikesi ile karşı karşıya.

Bir dönem halkın plajlarından yararlandığı su alanları, artık koca bir toprak ve çamur denizine dönüşmüş durumda. Yine gölün artık kurumuş bölgelerinde bir zamanlar ticari ve yolcu taşımacılığının yapıldığı gemileri görmek mümkün. Bu gemiler, karaya oturmuş, çürüme ile karşı karşıyalar. Göl yeniden eski sulak alanlarına kavuşamazsa, kalan çok az su alanları da yakın zamanda yok olacak ve bu alanlardan yayılan tuz kütleleri ise bütün bir çevreyi yaşam alanları itibari ile olumsuz yönde etkileyecektir.

Hikaye uzun,herkes içine düşmüş.

Hikaye uzun. Gün yeni başlıyor dersem de inanmayın. Uzun ve nüfus yoğunluğu olan bir hatın midibusündeyim. Ne gidecek menzilim,ne de inecek bir durağım var. Kaptan ne zaman in derse o zaman ineceğim. Trafik yoğun,insanlar yorgun,aşk bitap. Bu kaçıncı görüşüm,unutum. Köşe başındaki yaşlı kesteneciyi. Biri şehiriçi kartının dolumu için dileniyor. Oysa genç ve güçlü birisi. Niye bu haldeyiz?

Bilmiyorum. Herkesin bir acelesi var. Arada bir kaptanın yanına yerleştirilen makina “bakiyeniz yetersiz” diye uyarı veriyor.

Birisi yol soruyor, cevap veren akıllı telefondan başını kaldırarak ‘ hı’ diyerek tekrar telefonuna dönüyor. Bir gemi sallanıyor midibus. Bu nedenle dengede durmakta zorlanıyor. Herkes kendi dünyasında. Her şeye karşı sevgimiz artmış görünüyor. Kedilere,köpeklere karşı yüreğimiz yufka olmuş ama insanı bir kenarda unutmuşuz. Arkadaşlıklar dönemsel ve sanal ağırlıklı.

Midibus ara sokaklarda ilerlemeye devam ediyor

Herkes ayrı bir dünya ama aynılaşan bir yaşam var. Çok cami,çok bayrak ve tekel büfe…

Peki aynılaşma nerede?

Çünkü herkes bir başına sessiz ve içine düşmüş.

Kafka. Yeniden Kafka

1983 basımı bir kitap,yıllardır saklıyorum. Arşivimde duruyordu.Yeniden okumaya başladım. Kızım kitabın sararan sayfalarını görünce şaşırdı. Bu nasıl kitap,daktilo ile mi yazılmış diye sordu?Gülumsedim. Neyse ki evde bir daktilo var. 10 yaşında ki kızım daktiloyu biliyor. Eski kitapların daktilo ile yazıldığını düşünüyor. Haksız sayılmaz. Harflerin karakteri daktilo yazısını çağrıştırıyor. Bir Savaşın Tasviri’ni okudukça sizinle paylaşacağım.Esen kalın. Gününüz ışıkla dolsun