Av. Feyzi Çelik yazdı…
İnsanın başkası hakkında düşünce oluşturması, değerlendirme yapması, ödül veya cezalandırması daha kolaydır. Hele hele düşünülmeden kabul edilen yöntemler kullanılmışsa bu daha da kolay olur. En büyük yanlış bile görünmez olur, kendi dar çerçevesinin oluşturduğu kendinden menkul meşruiyet alanı içinde bu böyledir. Ancak er geç bu düşünce ve değerlendirmeler yaşamın ve doğanın gerçeği ile karşı karşıya gelir. O zaman, oluşturulan meşruiyet çerçevesi dökülmeye başlar. Yine de gerçeğe ulaşmak kolay değil, çünkü tuzla buz olan çerçeve, gerçekliği bir sis bulutu altında bırakır.
İnsanın kendisi hakkında düşünce oluşturması daha zordur. Her ne kadar insan beynine yüklenmiş kodlar düşünce oluşturmasını kolaylaştırsa da insanın beynindeki karanlık noktalara hükmetmesi mümkün değildir. Aslında, buradaki karanlık noktalar bilinmez değildir. Bilinci bütünleyen bilinçdışı/altıdır. Öylesine orada yapışıp durmuş ki, onun bilincin oluşumundaki etkisini görmemiş olur. O çeşitli şekilde kendini ifade eder, bazen vicdan bazen de merhamet.
Bir insan, kendi bilincinin empatisini yapabilirse beynindeki karanlık noktalarla iç barışını sağlayabilir. Bunu becerebilenler olumlayıcı felsefi düşünüşün basamaklarına çıkmış olurlar.
Bir an için başkası hakkında düşüncelere dalalım. Kendimizi ele aldığımızda, daha doğrusu kendi içimizde oluşturduğumuz olumlu felsefi düşünce ile başkasına dair ödül/ceza verme ehliyetinde olmadığınızı da düşünerek, yargılarımızda daha sağlam olabileceğimizi görebiliriz.
İnsanın en büyük korkularından biri de yanlış anlaşılma korkusudur. Bu korku insanın kendi bilinçdışı etkinliğinden ileri gelir. Çünkü kendi karanlık noktası üzerinde hakimiyet sağlamadığın zaman yanlış anlaşılma korkusundan kendini kurtaramazsın.
İnsan var oluşuna hükmedebilirse, başkasının sahip oluş düşüncesinden kendisini kurtarabilir. Peki, var oluş, sahip oluş gibi fizikötesi bir şekilde gözlemlenebilir mi? Burada psiko-felsefe bize yol gösterebilir. İnsan, kendi özerkliğinin gücünü farkedebilirse sonsuz öz düşüncelerini dile getirek bunu yapabilir. Sahip oluş düşüncesi, bir anlamda irade özerkliğini yok eder. Bir de sahip oluş eyleminde olanı da görünmez bağlarla bağımlı hale getirir. Sahip olduğunu düşünen bir anda sahipli biri haline gelebilir. Kendi öz varlığı ve öz savunmasını esas alan ise var oluşun sonsuz özgürlüğünde kendi gücü oranında esnekliğe de kavuşur. Başkasına sahip olma düşüncesi olmadığından dolayı bağımlı kalma tuzağına da düşmez. Kuşkusuz bunlar kendi başına anlam ifade etmeyebilir, ekonomik, toplumsal ve siyasal faktörleri de dikkate almak lazım.