Nefretlerim, Merakım ve Babam

 

WhatsApp Image 2019-12-19 at 20.07.23

Mustafa Çepik yazdı.

Evimizin bulunduğu muhiti sorgulardım çocukken “neden burası” diye. Evimiz, sabah seher vaktinde gelip öğlene doğru yeniden köye dönen ve günde tek sefer yapan köy dolmuşlarının durağına yaklaşık 100 metre mesafedeydi. Genelde, erkekler köyden İlçeye ticaret ve alışveriş için gelirken kadınlar ise hastane ve çeyiz işleri için şehire uğrarlardı. Köyden gelenlerin, özellikle kışın esnafların dükkanlarını açmalarına, eğer söz konusu hastane ve benzeri resmi kurumlar ise sabah mesaisinin başlamasına kadar bir yerlerde beklemeleri gerekirdi. Ve o an şehre ayak basanların zihninde birilerine misafir olma düşüncesi parıldardı. Ve bu yüzdendir ki İlkokul ve lise yıllarımda, sabahları erken uyanmışımdır hep sabahçı olsam da olmazsam da.. Bu uyanışlarımı, okula gidişime veya uykuya doymuşluğuma değil şafakla gelen misafirlerin şiddetli vuruşlarla kapıyı çalıp “xwediyê malê” (ev sahibi) diye seslenişlerine borçluyumdur. Evimiz sobalıydı ve 7 kardeş, yani hepimiz aynı odada uyurduk, annem sabah namazına kalktığı için erken vakitlerde uyanık olurdu. Ve ansızın sabahın sükunetini bozucu şekilde çalan kapı sesleri misafirlerin geldiğinin habercisi olurdu ve annem kapıya bakmadan hemen önce, Ayşe, Fatma, Mustafa, Çiçek … “rabin! mêvan hatin” (uyanın! Misafirler geldi) diye seslenirdi bize. Bunun üzerine hepimiz yarı açık yarı kapalı gözlerle üzerinde uyuduğumuz yer yataklarını ve yorganlarımızı kucaklayıp diğer odaya koşuşurduk. Çalan kapıya annem bakardı ve evin girişinde küçük bir selamlaşma diyaloğu, misafirlerin “sibe ya we bi xêr” (sabahınız hayırlı olsun) deyişi ve annemin “bi xêr u selametê” (hayır ve selametle) şeklinde karşılık vermesi… Annemin misafileri karşılamasından sonra, hepimiz hızlı hızlı, sırayla elimizi yüzümüzü yıkayıp bizi uykularımızdan etmelerinden olsa gerek, yalancı bir gülümsemeyle misafirlere “hûn bi xêr hatin” (hoş geldiniz) derdik. Biz çocuklar halimizden memnun değilken aksine annem bütün işleri kendisi yapmasına rağmen hiç de şikayetçi değildi, çünkü gelenler onun için “mêvanên Xwedê” yani tanrı misafirleri’ydi. Misafirlerin durumuna göre, gelenler kadın ise ablamlar, erkek ise abimler ilgilenirdi. Annem mutfakta kahvaltı hazırlmaya koyulur ve evin en küçüğü olan beni fırına ekmek almaya yollardı. Ne kadar itiraz edip ben gitmem desem de hiyerarşiye takılıp eninde sonunda başımı önüme eğip ayaklarımı yere süre süre fırının yolunu tutardım. Kahvaltı sofrası kurulup yemekler afiyetle yenildikten biraz sonra, işi sebebiyle gece vardiyecisi olan babam işten gelirdi. Bize konuk olan misafirleri selamlayıp yanlarına otururdu. Dışarda kahvaltı yapmayı seven babam ikinci kez kahvaltı sofrası hazırlatmazdı annemlere; ama çayı özellikle de demli çayı çok severdi ve annem de bunu iyi bilirdi. Babam henüz söylemeden annem çayı demler, misafirlere ve babama servis ettikten sonra ablamların yanına, diğer odaya geçerdi. Babamın hayatta iki şeye merakı vardır; ilki silah, ikincisi ise Kilamlar (kürt sözlü edebiyatında Dengbej denilen halk ozanlarının bir ensturmanla veya çalgısız söylediği dönemin şartlarını anlatan aşk ve yiğitliği konu edinen uzun hava tarzı eserler)’dır. Gelen misafirler babamın yaşlarında yahut babamdan büyük ise, babam bu fırsatı kaçırmaz ve hemen bizden tek gözlü kaset çaları olan teybini ve içinde en az 20-30 yıllık kasetlerinin bulunduğu kaset torbasını getirmemizi isterdi. Kasetlerin, içinde kayıtlı olan şarkılara veya sanatçılarına göre isimleri vardı. Babam falancanın kasetini takın yada falanca kilam’ı (şarkıyı) açın derdi. Üzeri yazısız olan kasetlerin hangi Dengbeje ait olduğunu yada şarkıların adlarını bilmediğimizden doğru kaseti taktığımızdan emin olabilmek için kasetlerin renklerini babamdan sorardık. Ve dinleti için ortam hazırlanır, kaset tek gözlü teybe takılır, demlenmeye terk edilmiş çay kıvamını bulmaya çalışırken tütünler sarılır, sigraralar yakılırdı. Cızırtılı seslere karşık “Dilê min liyane” (gönlüm inliyor) sitemiyle söze başlayan Dengbêj meseleleri ardı ardına sıralıyor… Olayların, bamtellerine dokunduğu zaman babam ve misafirimiz vah vah diye içerliyorlardı.
Bu dinletiler esnasında birkaç görevim olurdu. Bunlar, tütün kokusunun boğuculuğunda babamın ve misafirlerin çaylarını tazelemek, kaset bittiğinde kaseti çıkarıp diğer yüzünü çevirmek ve ayrıca kasetin sarması durumunda kalem veya benzeri bir aletle kasetin saran kısmını eskisi haline getirmekti. Sigara dumanın verdiği rahatsızlık ve orada zorunlu bulunuşum beni iyiden iyiye Kilam’dan, Dengbêjlerden nefret ettirmişti. Ve bu durum kasette söylenenlere kulağımı tıkamama ve onları anlamaya çalışmamama sebebiyet vermişti. Derken yıllar sonra üniversite dönemlerinde Kürt Edebiyatına yöneldim ve okuduğum hemen hemen bütün yazılı eserler sözlü edebiyattan, yani babam dinlerken benim kendilerine kulak tıkadığım Kilamlardan derlenmişti. Bu fark edişi, bu yönelişimi babamla paylaşmalıydım, bu konuda babamdan istifade etmeliydim, fakat nasıl? Çünkü; Babam genel olarak bütün babalar gibi çocuklarını sevse de onlardan farklı olarak bu sevgisini pek hissettirmez ve bize karşı mesafeli dururdu, hatta kendisiyle konuşup sohbet ettiğimiz bile sayılıydı. Düşünüyordum; Şimdi 25 yaşında bir evlat ve 70 ine merdiven dayamış bir baba karşılıklı oturup iki kelime konuşamayacak mıydık? Annemler misafirliğe gitmişlerdi, evde yalnızdım, bilgisayarla uğraşıyordum, derken babam geldi. Bilgisayarı bir kenara bırakıp onu karşıladım, evde yalnızca ikimiz vardık babam ve ben… Kendisiyle konuşmak için, kilamlardan dengbêjlerden söz etmek için büyük bir fırsattı bu. Kendisine aç olup olmadığını sordum, “hayır tokum” şeklinde kısa bir yanıt verdi. Ardından kalkıp diğer odaya gittim, oradaki ses sistemini alıp babamın bulunduğu odaya getirdim ve bilgisayara bağladıktan sonra sessizce mutfağa yöneldim, çünkü 15- 16 yıl öncesinin sinerjisini oluşturabilmek için çay olmazsa olmazlardandı. Çayı koyduktan sonra içeri geldim, babamın yıllar önce teypten dinlediği ve benim ise bir şekilde temin ettiğim Kilam’ı bilgisayar ortamında çalmaya başladım. Bir iki kaval sesinden sonra Dengbêj’in “ax dilê min liyane” diye başlayan serzenişini duyan babamın gözlerinin parladığını fark ettim. Hasretlik, hasret kalmak, burnunda tütmek, anı anımsak zordur; bazen olgular zaman içersinde yitik, boynu bükük kalırlar, kendilerine su verecek birine hasret solmaya yüz tutmuş fidan misali beklerler ya hani… Babam can suyuna kavuşmuştu o vakit… Ve büyük bir hoşnutlukla bu şarkıyı nerden bulduğumu sordu, derken laf lafı açtı, çaylar içildi, babam tütün sarıp sigarasını nefesledi ve o vakit yanındaki misafir olmuştum ben kendisiyle beraber vah vah diyen… Kendisiyle dünden, bugünden, kilamlardan, benim kilamlara olan nefretimden ve şimdiki hayranlığımdan, insanların hayatlarındaki değişikliklerden konuştuk, ben sordum o yanıtladı, o anlattı ben dinledim… Öyle konuşmuşuz ki, vakit gece yarısına dayanmış, saat saatleri kovalamış, zaman çöl sıcağında eriyip giden buz misali akıp gitmişti… Ama sadece benim değil, aslında her ikimizin de o geceye, bir arada sohbet etmeye ihtiyacı varmış. Onun sevdiğini seviyor olmam, onu anlamam, onunla aynı potada eriyebilmemin onun için paha biçilmez olduğunu anladım…
Bazen sevemediklerimiz, sevdiklerimizi anlamamızda, aramızdaki kuşak farklılıklarını ortadan kaldırmamızda en büyük yardımcımız olabilmekte… Ve ben bugün artık diyebilirim ki, kendimde babamı görüyorum; tenim kumral, gözlerim yeşil olmazsa da… Mayıs 2013

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s