“Bütün gücümle uykumu bastırmaya çalışıyorum. Bir ömür uykusuz kalmışım gibi, vücudum kırgın, bedenim mecalsiz…
Bu güzergahta yolcu taşımacılığı yapan minibüs hızla İpek Yolunda, batıya doğru ilerliyor. Gözlerim kapandı, kapanacak…
Uyumuşum.
Zaman ne kadar geçmiş bilemiyorum.
Arabanın sert freniyle irkilerek, uyanıyorum. Neyse ki tek parçayız. Araba tıklım tıklım. İnsanlar üst üste binmiş adeta. Ayaklar altında valizler, çantalar, gelişi güzel toplandığı belli olan eşyalar, en çok da çocuklar.
Ne olmuş böyle diyorum kendi kendime. Savaş mı çıktı, ne diye düşünürken, kaptan şaşkın bakışlarımdan anlayacak ki,
‘Bu gün yol boyunca onlarca, yüzlerce Suriye’li var. Sınırın öte tarafı fena karışmış. Çatışmalar o kadar artmış ki, silah sesleri Ceylanpınar ve Viranşehir’in köylerinden duyuluyor. İnsanlar kaçışıyor. Bu soğukta yolda bırakmak olmaz. Çoluk, çocuk, kadın hepsi yollarda.’ diyor.
Zihnim bir an bulanıyor. Bir asır önce ki ölüm katarları aklıma geliyor. Göç, göçertmenin korkunç fotoğrafları canlanıyor kafamda.
Beynim zonkluyor.
Kaptan konuşmaya devam ediyor ama ne dediğini anlamıyorum. Gözlerim, sığınmacıların gözlerinde.
Acının saklanamadığı tek yer olan, gözlerine bakıyorum ve ürküyorum acılarının şiddetinden.
Benim de içim acıyor.
Minibüs hızla batıya yol alırken, ben iniyorum.
Sığınmacıların ise yolları uzun ve bilinmezliğe doğru.
30 Ocak 2013/Suriye sınırına paralel uzanan İpek Yol.”
2013 yılında zihnime, ajandama bu cümleleri yazarken, Suriye’deki yangın giderek büyüme eğilimine girmişti bile. Ortaya karışık Ortadoğu, biraz Suriye, biraz Libya, kısmen Mısır fotoğrafı önümüze gelmişti.
Bir Ortadoğu hikayesi şekilleniyordu kan ve gözyaşından. Adına Arap Baharı denilen, canlı, kanlı ve acı dolu bir yaşanmışlık hikayesi. Binlerce, on binlerce insanın kan donduran, göç yollarında alabora olan yaşamların sentezlenmiş hikayesiydi halen süren.
Bakmayın hikaye dediğime, anlatılan bir Ortadoğu gerçekliğidir.
Yarım kalmış hesapların yeniden görülmesi: Arap Baharı
Takvim yaprakları 2010 yılına gelindiğinde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da bulunan Arap Ülkelerinde bazı huzursuzluklar gün yüzüne çıktı. Petrol zengini ama halkı yoksul Arap ülkelerinin pek alışık olmadığı gösteriler filizlendi, despotik yönetimlere karşı bir kalkışma yaşandı. Yıllarca demokrasiden uzak, kendi yöntemleriyle ayakta duran rejimler halkı sokaklarda görünce afalladılar, bildik yöntemlerle sokakları susturmaya çalıştılar.
İlk kıvılcım Tunus’ta çakıldı. Yıllarca Fransa’nın etkisinde olan Tunus, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun görece daha sakin bir ülkesiyken, yaşanan yoksulluk, yolsuzluk ve tek adam rejimi toplumu bir sıkışmışlığa itmiş, halk alttan alta bir memnuniyetsizliği yaşıyordu.
İşte tam bu dönemde, 17 Aralık 2010’da seyyar satıcılık yapan üniversite mezunu Muhammed Buazizi adlı gencin kendi bedenini ateşe vermesi, olayların patlak vermesine neden oldu. Bedenini ateşe veren üniversite mezunu gencin, iş bulamayınca, bir çok insan gibi sokakta seyyar satıcılık yapmaya başladığı, bir süre sonra zabıta tarafından satışı engellendiği ve şiddete uğradığı, yaşadıklarını protesto etmek üzere, valiliğin önünde bedenine ateşe verdiği, haber bültenlerine düşünce, göstericiler sokaklara inerek protesto gösterilerine başladı. Olaylara yönetimin sert tepkisi halkın öfkesini daha da büyüterek, rejimi tehdit eder noktaya ulaştı. Sokakların karışması, olayların büyümesi üzerine 23 yıl boyunca devlet başkanlığı koltuğunda oturan Zeynel Abidin Bin Ali’yi bir takım sıkı önlemler almasına itti ama gösterilerin sona ermesini sağlayamadığı gibi, öfke seli rejime yöneldi.
Olaylarda bir dış etki var mıydı, yoksa yılların biriken öfkesinin patlaması mıydı bilinmez ama halkın, bedenini ateşe veren genci kendisine meşale ettiği açık seçik ortadaydı.
Bu olay hem içte, hem de dış kamuoyunda geniş yankı bulur ve bütün dikkatler Arap Ülkelerine çevrilir. Bir bahardan, devrim sürecinden bahsedilmeye, Arap Baharı tanımı kullanılmaya başlanılır. Tunus artık bir sembol haline gelir ve sokaklar dinmemek üzere hareketlenir. Dünya Tunus’ta olup bitenleri anlamaya çalışırken, komşu ülkelerde Tunus halkıyla dayanışma gösterileri düzenlenir. Olay kısa zamanda Arap Dünyasının en önemli ülkelerine yayılır, büyür, sosyal bir mesele haline gelir.
Tunus’ta ise gösteriler sokak çatışmalarına dönüşür ve 200’ü aşkın gösterici polis tarafından öldürülür.
Buna tümden öfkelenen halk daha büyük kitlelerle sokaklara iner ve 27 yıldır yönetimde olan Zeynel Abidin Bin Ali’yi istifaya zorlar, Zeynel Abidin 11 Ocak 2011 tarihinde yönetimi bırakarak, Suudi Arabistan’a sığınır.
Tunus bir kıvılcım olur böylelikle. Adına Arap Baharı denilen toplumsal kalkışma, önce Mısır, sonra Libya sokaklarında yankı bulur.
Batı dünyasında bir bahar havası, Arap Ülkelerinde ise bir tedirginlik baş gösterir, despotik yönetimler savunma pozisyonu almaya koyulur. Böylelikle Ortadoğu’da kara bulutlar görülmeye, hatta toplanmaya başlanır.
Buna fırtına öncesi sessizlik demek mümkün.
Tunus’tan en fazla etkilenen Mısır ve Libya olur.
Mısır’da 25 Ocak 2011 tarihinde binlerce kişi sokağa iner, yoksulluk, yolsuzluk karşıtı ve demokrasi eksenli sloganlar Tahrir meydanında yankılanır. Göstericilerin sayısı her gün biraz daha artar ve kısa sürede büyük bir toplumsal destek alır, Polise rağmen, asker halkın yanında yer alarak, 1981 yılında iktidara gelen Hüsnü Mübarek’in 11 Şubat 2011 tarihinde istifası sağlanır. Yerine geçici olarak Ahmet Şefik atanır. Kısa zamanda iki seçim yapılma kararı alınır.
Yapılan Cumhurbaşkanı seçimlerini Muhammed Müsri kazanır. Görevine başlar, başlamaz tartışmalar da alevlenir. Yüksek Askeri Konsey yönetimde söz sahibi olmaya çalışır. Musri Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, müdahaleler bitmez. Müsri yeni anayasanın kabulü için referanduma giderek halkın desteğini alır. Yeni anayasa bu kez Müsri karşıtlarını Tahrin Meydanında toplanmasına neden olur. Yine binler, on binler sokakta Müsri’nin istifasını ister. 1 Temmuz 2013 tarihinde Mısır Ordusu yönetime el koydu. Ne gariptir ki Müsri’nin atadığı general Abdulfettah El Sisi Müsri’yi yönetimden uzaklaştırarak, tutuklatır.
Tahrir bu kez Müsri taraftarlarına ev sahipliği yapar. Ama bu kez asker çok sert önlemler alarak göstericileri bastırmaya, dağıtmaya çalışır. Kanlı geçen çatışmalar, kısa sürede askerle göstericilerin sert çatışmasına neden olur. Çok sayıda ölü ve tutuklanan binlerce Müsri taraftarları için , iktidara gelme hayalleri bir başka bahara kalır.Darbeci Sisi, yönetime gelir. Sorunlar ise bir başka isyan günlerinde çözülmek üzere ötelenir. Tahrir meydanı ise kısa aralıklarla birbirine muhalif yüzbinlerce insana ev sahipliği yapar, istikrarsızlık kalıcı hale gelir. Darbe yönetimi ipleri eline alsa da, toplumsal kırılmanın yıkıcı etkisinin önü alınamaz.
Tunus ve Mısır’da olaylar sürerken, şubat 2011 tarihinde Libya’da küçük çaplı da olsa sokaklar hareketlenmeye başladı. 42 yıl boyunca ülkeyi tek başına yöneten ve çoğu zaman ABD ve bazı batılı devletlere kafa tutan Muhammer El Kaddafi olayların ülkesine sıçramasına kesinlikle masama göstermeyeceğini söylemesine rağmen, gösteriler yer yer göründü ve kısa sürede ülkenin geneline sıçradı. Sokaklar ısınırken, Kadafi ise daha sert tedbirler alarak, gösterileri bitirmeyi hedefledi. Yönetimin sertleşmesi, kitleleri bastırmaya başlaması: ABD, İngiltere ve Fransa’nın harekete geçmesine neden oldu. Bazı askeri hedefler bombalandı, muhaliflere silah yardımı yapıldı. Böylelikle çatışmalar dada da derinleşti ve kısa sürede kanlı bir iç savaşa dönüştü. Savaş ülke geneline yayılarak, ülke bir anda alevler içinde kaldı. Dış dünyanın desteğiyle Kaddafi güçleri zayıflatılır ve 20 Ekim tarihinde Kaddafi kameraların önünde linç edilerek öldürülür.
Kaddafi’den sonra Libya fiili olarak parçalanır ve istikrarsız, çok başlı bir ülke haline gelir. İç savaş bütün hızıyla devam ederek, ülke tam anlamıyla bir yıkımı yaşar. Her bölgede yerel hükümetler ilan edilir. Kaddafi öldürülse de Libya artık eski Libya olmaktan çok uzaktır. Ülke de iki hatta üç beş hükümet ilan edilir. Bu gün uluslar arası bir krize dönen Libya eski günleri arar duruma gelmiş demek çok yanlış olmaz. Kaddafi sonrası iç çatışmanın boyutunu tahmin etmek, kim kiminle savaşıyor sorusuna cevap bulmak bile oldukça zor.
Tunus, Mısır, Libya’dan sonra Yemen’de de iç karışıklık başlar ve sokaklar ısınır. 1990 yılında Kuzey ve Güney Yemen’in birleşmesiyle ortaya çıkan ve Sünni-Şii Müslümanların iç içe yaşadığı ülkede 1990 yılında iktidara geçen Ali Abdullah Salih, gösteriler ve iç çatışmalar nedeniyle koltuğu bırakmak zorunda kalır. Yerine yine Sudilerin desteklediği Mansur Hadi geçse de istikrarı sağlayamaz. Huşiler başkent Sena’yı ele geçirse de, Sudilerin devreye girmesiyle dengeler bir kez daha değişir ve çatışmalar daha da derinleşir. Arap Dünyasının en yoksul ülkesi olan Yemen’de iç karışıklık, yüzyılın insani krizine dönüşür, yüzlerce insan açlıkla karşı karşıya kalır. Halen Suudilerin desteklediği gruplarla, Şii Huşiler iktidar için kanlı bir savaş halinde. Yemen harita da tek parça ama gerçekte paramparça.
En Kanlı sayfa: Suriye
Tunus’ta başlayıp, Mısır ve Libya’da kanlı bir süreç yaşayan Arap Baharının etkisi Akdeniz kıyılarında bulunan Suriye’ye ulaştığında Ortadoğu çoktan alevlenmiş, bahar kapkara bulutlara teslim olmuştu. Bu nedenle kalkışmasının en kanlı sayfası Suriye’de açılır. 15 Mart 2011’de başlayan olaylar; başta, Esad ve rejim karşıtı gösteriler olarak sürse de, olaylar bir silahlı muhalif kalkışmaya evirilir. Kısa sürede özellikle ülkenin kuzeyinde derinleşen çatışmalar, bir çok kenttin tamamıyla yıkılmasına neden olur. Suriye rejimine karşı cihat ilan eden muhalifler, Rejim ve Muhalifler karşısında konumlana Kürtler, El Kaide, IŞID Suriye karanlığında savaşan taraflar olarak tarih sahnesine çıkar. Alan da kimin kiminle olduğu, siyasetin dengesine göre belirlenirken, iç savaş özellikle Kuzey bölgelerini harabeye çevirir. Rejim muhaliflere serttir ve en küçük gösterilere bile müsaade etmez. Ağır silahların kullanıldığı çatışmalar, dünya gündemine oturur, Libya’da yaşanılanların tekrar edileceği düşünülür. Oysa rejim elindeki bütün kozları oynamaktan çekinmez.
ABD, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan ve Türkiye Suriye’de ki muhaliflere destek sunarken, İran ve Rusya rejimin yanında yer alarak savaşın bambaşka bir boyuta taşınmasına neden olur. Işıd ve El Kaide gibi örgütlere karşı temel omurgasını YPG’nin oluşturduğu SDG denetimi ele geçirdiği Rojava/Kuzey Suriye’de konumlanmaya çalışan İşid’e karşı savaşa tutuşur. ABD ve bir çok koalisyon ülkesi SDG’yi destekleyerek, havadan destek verir, silah yardımında bulunur. Böylelikle SDG bir çok yerde İŞİD’i püşkürtür ve bir çok alanda denetimi sağlar.
Türkiye resmen Suriye’deki savaşa dahil olur ve askeri operasyonlarını 36 km derinliğe taşır. Daha önce denetimine aldığı Afrin’e ek olarak, Resulayn ve Telebyad’da da denetimine alır. SDG ve YPG güçleri ise daha iç kısımlara çekilir.
Bu kes savaş rejim ve Rusya’nın saldırılarıyla İdlip’te yoğunlaşır. Yani Suriye hiçbir şekilde çatışmasız gün geçirmez. Bir yanda ateşkes ilan edilirken, başka bir bölgede korkunç çatışmalar yaşanır.
On yıllık süre zarfında sadece Suriye’de 6,5 milyon Suriye’li ülkelerinden mecburi bir kaçışı yaşadı, 500 bin insan öldü, 1.5 milyon kişi sakat kaldı, binlerce çocuk ilaçsızlıktan, gıdasızlıktan öldü.
Kültürel ve tarihsel eserler tahrip edildi, bazıları tümden ortadan kaldırıldı.
Arap Baharından, Ortaya karışık bir Ortadoğu çıktı. Kah Suriye kaynadı, kah Libya; Irak giderek daha derin çatışmaların girdabına girdi, Yemen, Mısır’da ateş harlandı, Suudiler bile sarsıldı. Bir çok ülke de koca kentler yerle bir oldu, çatışmalar öyle yayıldı ki, kitlesel göç nedeniyle binler göç yollarında, açık denizlerde öldü, hayatları alabora oldu, olmaya da devam ediyor.
Çözüm ise halen çok uzak bir ihtimal. Yüz yıl önce cetvele çizilen sınırlar ya birkaç beden büyük geliyor, ya da dar.
Şimdi ki plan ise istikrarsızlığın, istikrarı.
Yani fotoğraf paramparça..