Mecidıye Han bir süre ônce restore edilerek Sahaflar Çarşısı olarak hizmete girdı. Gerçi halen iş yerlerinin çoğu boş. Yakın zamanda dolacaklarını dūşūnūyorum. Bu tarihi yapıyı restore edenlere tesekkur ediyorum. Harika bir yapı. Tarihi ve mimari dokusu tek kelimeyle mükemmel. Ama iki konuda eksiklik yaşandığını düşünüyorum. Birincisi Antep yazın oldukça sıcak oluyor. Bu nedenle en dogal serinlik veten ağaca ihtiyaç duyuluyor. Ama nedense bu hanın devasa avlusunda tek agaç yok. Deneyim ve gözlemlerime dayanarak söylüyorum. Hanın eski halinde mutlaka ekili bir çınar vardır. Çünkü sıcakla bas etmenin en doğal ve ucuz yolu agacın gölgesinden yararlanmadır. Bu es geçilmiş. Henüz geç sayılmaz. Belediye mutlaka sedir,çınar ya da ıhlamur ağacı dikmeliki özüne uygun olsun.
İkinci eleştirim de sahaf çarşısının tek tip yayın evleriyle doldurulması. Bu hanım cazibesini azaltır. Bu nedenle degişik yayınevleri ve kitapçılar için zemin oluşturulmalı. İnsanlar hana girdiklerinde kitap ihtiyacını kolaylıkla karşılayarak, ayrılmalı…
Urfa’da mezarlık davarlarına yakın bir noktada her sabah onlarca insan iş için yaz kış erkenden beklemeye başlar. Bu bekleyenlerin hiç birisinin düzenli bir işi ve sigortası yoktur. İş bulabildikçe çalışırlar, bulamadıklarında elde avuçta ne varsa harcayıp, iş beklerler.
Bazen iş hiç olmaz. Çay paraları bile kalmaz, bu durumda mezarlık duvarlarının altında beklemek, işi umud etmekten başka bir çare yoktur. Bu günlerde pazar aslında kentin geneline yayılmış. İşsizlik o kadar yakıcı bir hal almış ki, çarşı sığınmacılar dahil koca bir amele pazarına dönmüş…
Bahtı teninden yanık bir serencamdı Bir ömrün bana giydirdikleri Kaçamadım şerrinden şamarından feleğin Daha tüysüz bir çocukken dilim dağlandı Yasaklarla korumaya alındı bütün düşlerim
Ardımsıra kurallar devriyeler gezerdi Başım üç numara traş trahomlu gözlerim Babamın ters-yüz ceketi gibiydi hayat Acısı bol bir ağıt gibi dururdu bedenimde Ya da sokaklarıma dar gelirdi.
Parçalanmış bir aynada büyüttüm kendi kendimi Kurşun eritilirdi başımda okunmuş sular içerdim Boynumdaki muskaya havaleydi bütün hâllerim
Hem takdir hem tekdirlik bir mektepliydim on beşimde Yağmurlar ve şarkılar kardeş gibiydi Şarapla tanıştığım rüzgâra bulaştığım bir takvimdi Hepsi bir şiirin eskizleriydi belki Sonraki yaralarıma sargı bezleri
Ten çıra olmamıştı yazgım henüz bakirdi Giz yüzle tanıştı sonra boynunu sıktı muska Bir tren yolculuğunda bozdum bekâretini
Sonrası âhir zaman kahır mevsimi Yenildiğim yıllardı kapılar kilitliydi Rüzgârsız kaldım dilim paslandı otuzumda Tezgahlarda boylu boyunca ertelendim yarına Gözlerinin düsturuyla kırdım gecenin çemberini Kaç arkadaş daha silindi kütüğünden Notalara söz oldular şiirlerle kutsandı isimleri
Kırk kere bozmuştum tövbemi kırkıma geldiğimde Sığınacak bir dergâhım da yoktu üstelik Biraz daha büyütmüştüm yaramı Bende gözlerin kaldı o şarkının sözleri Bu biraz da kendimi seninle tanımlamak gibidir Orda saklıdır dünyanın bütün hazineleri Kutlu bir mirastır elbet Bir ömür yetmez anladım Yazmak için bütün sen’leri
Güneş doğduğunda, hayat yeniden başlıyor sanki. Her şey eskinin aynısı ve tekrarı olsa da, zaman denilen kavram kendini yeniden üretiyor.
Yeniden, bir baştan bir başa.
Dün geçmiş zaman, içinde bulunduğumuz an şimdi ki zaman. Zaman aktıkça her şey eskiyor ve bazı kavramlar, eşyalar, değerler daha bir değer kazanıyor. Bazıları ise çürüyor, buharlaşıyor ve yok oluyor.
Her şey ama.
Geride kalan her şey, daha bir değerli.
Acı bile olsa.
Çünkü geçmişe varmak mümkün olmaz, yaşam geleceğe akar.
Her zaman…
Nokta…
Kalemin ve kâğıdın gücüne inanıyorum.
Kesinlikle insan duyguları kalpten parmaklara, parmaktan kaleme, kalemden kağıda akar.
Ne engel tanır, ne de sınır.
Akar durmadan.
Sınırlamak, durmak gerekse bile kağıda akar.
Oysa bilgisayar bir şeyleri eksik bırakır, akan ırmağa setler yerleştirir.
Soğuk ve duygusuzdur.
Eksik kalan nedir bilmiyorum ama teknolojinin akıllı araçları bir şeyleri eksik bırakır.
Kalem öyle değil, kesinlikle öyle değil.
Bir ruha ve derin duygulara sahip. Tıpkı canlılar gibi.
Kalem kağıtta gezinirken, sözcükler dans eder. Ne kuytu kalır, ne de mahrem. Her şey dile gelir.
Hiçbir şey kalemim yerini alamaz. İlk tabletten bu yana değişmez kuraldır. Kalem kılıçtan keskin, duygudan kalıcıdır.
Bu nedenle kalemle kağıdın izdivacında bütün kelimeler iç içe erir, yek vücut olur sonra yeniden ayrılır.
Olağanüstü bir dans gösterisi gibi.
Şimdi yeryüzü ezgilerinde, bütün sözcükler, bütün diller dansa durmakta yüreğimde.
“Dolmen, toprakta yan yana aralıklı olarak dizilmiş birkaç büyük yassı taşla bunların üstüne yatay olarak yerleştirilmiş yine büyük yassı taşlardan oluşan ve genellikle mezar olarak kullanılmış olan tarih öncesi yapılardır.”diye tanımlıor Vikipedia.
Antep Yavuzeli karayolu üzerinde bulunan ve Karadağ eteklerinde halen gün yüzünde olan Dolmenler, ilginç yapılarıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Doğal yassı taşların yan yana ve oluşan korunaklı alanın üzerinin yassı büyük taşlarla kapatılması sonucu oluşan eski çağ yapılardır. Öteden beri insanların ilgisi çeken Dolmenler antik çağlardan bu yana varlıklarını koruyor…
21 YY tarihin en sancılı yüzyılı olarak kayıtlara geçeceğine benziyor. Çünkü dünya genelinde bir tıkınma, çözülme ve yozlaşma yaşanıyor. Buna kapitalizmin bunalımı da , solun krizi da demek mümkün.
Her iki durumda da bir krizden bahsetmek yerinde olur.
Hayat teoriden ibaret değil. Binlerce yıllık deneyim ve gözlem gösteriyor ki, söylenen sözler hep eksik kalmış. Biri çerçeveyi çizmiş, diğeri taşırmış, bir başkası renkleri karıştırmış, tümden çerçeveyi boşaltmak isteyenler de çıkmış.
Sonuçta 2020 yıllarında küresel bir krizin yaşandığı, insanlığın yerlerde süründüğü aşikâr.
Bu gün internet sayesinde dünya genelinde yaşanılanları çok hızlı öğreniyoruz. Deprem anını canlı izliyoruz, gökyüzünde hedefine giden füzeleri çayımızı yudumlayarak seyrediyoruz.
Daha neler, neler…
Ama bu hızlı değime denk bir dönüşümün yaşandığını söylemek çok mümkün görünmüyor.
İnsanlık binlerce yıllık deneyime rağmen, ilk çağların ilkelliğiyle yol almaya çalışıyor.
Savaşlar bütün hızıyla sürüyor, göç ve göçertme insanlığın en büyük dramı olarak ortada duruyor. Açlık, yoksulluk, hak mahrumiyeti, sağlıksız yaşam koşulları…
Sanki hiçbir uygarlık katmanı geçirmemiş bir zihniyetle karşı karşıyayız. Teknoloji alabildiğince gelişiyor ama insanca bir yaşam standartları çağın gerisinde seyrediyor, insanlık buharlaşıyor.
Çağlar ötesi ilkler, ne devrimlerin anası değişiklikler, ne de yazılı hakların bir önemi yok. Bir çırpıda en uygar toplumlar, birden bire en ilkel yöntemlere dönebiliyor.
Zihniyet tarih sayfaları kadar eski, araçlar yepyeni ve daha bir öldürücü.
Bu gün yeryüzünde ki silahların miktarı, tahrip gücü, parasal değeri ölçülemiyor bile.
O kadar ki insanlık kendinden geçmiş durumda. Her türlü imkân kullanılıyor ama huzur için, insanca bir yaşam için kafa yoran insanların sayısı o kadar az ki…
Ortalığı daha doğrusu Çin’i kasıp kavuran Koranavirus’in insanlığı düşürdüğü azizliğe bakar mısınız?
Sanki basit bir salgınla karşı karşıyayız. Çin’de kentler karantina altına alınırken, başka coğrafyalar kendi havalarındalar.
Hani gelişmiştik, hani teknoloji her şeye kadirdi?
Demek yanlış giden bir şeyler var.
Bunca dini kitap, bunca filozof ve bunca devlete rağmen insan hala üşüyor, açlık çekiyor, virüsten ölüyor, işkence görüyor, hakları için bedel ödüyor.
Bunca gelişmişliğe rağmen insanların söz hakkı buharlaşıyor, düşünce dünyası çoraklaşıyor.
Uzun lafın kısası geçmişten ders alınmıyor, iktidar ve hegemonya için her şey mubah sayılıyor.
Dünya genelinde bir tartışma, bir karmaşa.
Süren çatışmalar neyin, nesi?
Paylaşılmayan nedir?
Birkaç km toprak mı, yoksa iktidarların nimetleri mi?
Ya da bilmediğimiz bambaşka nedenler mi?
Görünen o ki, eski imparatorluk hayranlığı, kral ve hükümdar olma sevdası bir doktrin olmuş durumda.
Yaşanan kriz bu şekilde aşılmaya çalışılıyor.
Yani daha fazla baskı, daha fazla savaş, daha fazla hükümdarlık.
Oysa hepimiz biliyoruz ki, insan için doğru olan savaşlardan uzak durmak, toplumsal kaynakları tüketmemek, doğaya sahip çıkmak ve her kesin rengiyle yaşamasını sağlamaktır.
Beylik laflar gibi oldu ama başka da bir yol yok. Gidilen yol, yol değil. İnsan haklarıyla, varlığı ve benliğiyle var olmalıdır.
Ne sınır, ne yasa, ne da iktidar buna engel olmamalı.
Çünkü insan doğada yaşayan en kırılgan canlıdır. Çok baskı çarkı tümden kırabilir. Herkesin bu kırılma sürecinde payı var, onarmada da payı olmalıdır.
Ben var olmalıyım, beninle birlikte başkaları da var olmalıdır. Başkaları diye bir şey de yok aslında. İnsanlık var ve kocaman bir aile. Bu ailenin kurtuluşu da herkesin çabasına bağlı.
Var olunacaksa, hep birlikte var olmak en doğal ve doğru olanı…
Bu gun baharı çağrıştıran bir zaman diliminde, Antep Çarşılarında dolaştım. Bakırcılar,yemeniciler baklavacılar…Daha başka başka meslekler,esnaflar. İnsan zaman,mekan içinde eriyip gidiyor. Kaçak çayın damakta ki tadı ve menengiç kahvesinin harika kokusu…
Bir dolu gün ve kanımca iyi fotoğraflar…Paylaşmak istedim…