Salgın Hastalıklar.

Tarihteki en ölümcül salgın hastalıklar hangileriydi?

Dünya Sağlık Örgütü yeni tip corona virüsü salgınını; “pandemi” olarak nitelendirdi. Böylece Covid-19’un dünya çapında geniş bir ölçekte etkili olduğu resmiyet kazandı. Elbette bu, insanlığın karşılaştığı ilk “pandemi” değil, ve muhtemelen son da olmayacak. Dünya Sağlık Örgütü daha önce AIDS dahil birçok hastalığı pandemi olarak ilan etmişti. Peki tarih boyunca insanlığı etkilediği bilinen pandemiler hangileri? İşte yüzyıllar öncesinden bugüne “salgınların tarihi”… 

facebook
linkedin
mail icon

Gezegenimizin her köşesini diğer canlılarla paylaşıyoruz. Bunların arasında mikroskobik ölçekte olan bakteriler, mikroplar ve virüsler de var. Aralarında yediklerimizin oluşmasını sağlayanlar ve bize yardımcı olanlar da bulunuyor ancak sonumuzu getirebilecek olanlar da.

Şu anda bile vücudunuzun üzerinde, ellerinizde ve ağzınızın içerisinde kötü huylu bakteriler ve mikroplar var. Örneğin ölümcül stafilokok bakterisi taşıyor olma ihtimaliniz yüzde 25. Bu bakteri size zarar vermeyebilir fakat bir başkasından alırsanız hayatınızı kaybedebilirsiniz.

Bağışıklık sistemimiz ve günümüz tıbbının imkanları çoğu zaman bizi korumaya yeterli oluyor ancak bu mikro organizmalar bizden çok daha uzun süredir dünyada yaşıyor ve dayanıklı olup soylarını devam ettirmek konusunda bizden daha kararlı ve istikrarlı görünüyorlar.

Elbette insanoğlunun hayatta kalma azmi de küçümsenemez. Büyük kayıplar verilse de insanlık bugüne kadar başına gelen en korkunç salgınları atlatmayı ve türünü devam ettirmeyi başardı.

İşte insanlık tarihini şekillendiren en ölümcül salgın hastalıklar:

1) Antoninus (Galen) salgını

MS 165-180 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nda yaşanmış olan ve doğu seferlerinden dönen askerler tarafından getirilmiş salgın bir hastalık olan Antoninus vebası günde 2 bin kişinin ölümüne neden olmuş bilinen ilk büyük veba salgınlarından biri.

Araştırmacılar yaşanan hastalığın çiçek ya da kızamık olduğundan şüphelenmiş olsa da gerçek sebebi hala belirsizliğini koruyor. Salgın, Roma İmparatorları Lucius Verus ve Marcus Aurelius Antoninus’un da hayatını kaybetmesine sebep olurken imparatorluk toplam nüfusunun yüzde 30’unu yitirmişti.

2) Jüstinyen Vebası

541 yılında Konstantinopol’de İmparator Jüstinyen tahtta otururken Avrupa’da başlayan bir salgın önce Mısır’a oradan Filistin’e, Suriyeye ve oradan da Anadolu’ya ulaştı. Jüstinyen Konstantinapol’a tüm giriş çıkışları kapattıysa da salgın hastalık askeri birliklerin şehre getirdiği malzemeler arasında yer alan fareler yoluyla girdi.

Farelerin tüyleri arasına gizlenen ve bir milimetreden küçük ‘Xenopsylla’ isimli uçucu bir böcek, midesinde ‘Pasteurella pestie’ denen ölümcül veba bakterisi taşıyordu. Bu böcekler uçarak çevrede bulunan diğer farelerin tüyleri arasına yerleşip hızla üredi.

İnsan vücudunun herhangi bir noktasına konup ısırarak veba mikrobunu aktaran böcekler hastalığı bulaştırdıkları kişilerin birkaç gün içerisinde ölmesine neden oldu.

Bir hafta içinde veba şehirde hızla yayıldı ve ölümler başladı. Sarayın çevresi askeri birliklerce karantinaya alındı. Başlangıçta günde birkaç yüz olan ölü sayısı, kısa süre sonra binlere ulaştı. Mezar yerleri dolunca, ölüler denize atılmaya başlandı.

Hastalık normal seyrini sürdürdü ve zamanla kendiliğinden yok oldu ancak o zamana kadar dönemin en kalabalık şehirlerinden olan Konstantinopol nüfusunun yüzde 40’ını kaybetti. Salgın iş gücü ve asker sayısını kaybeden Bizans’ın zayıflamasına ve saldırılara açık hale gelmesine neden oldu ki bu durum Avrupa tarihini kökten değiştiren gelişmelerin yaşanmasına vesile oldu.

3) Kara Veba

1346 – 1353 yılları arasında meydana gelen Kara Veba salgınının 75 ila 200 milyon arasında insanı öldürdüğü düşünülüyor. Tam sayıları bilmek mümkün olmasa da özellikle Avrupa nüfusunun bu yıllarda yüzde 30 ila yüzde 60 oranda azaldığı belirtiliyor.

Yaşanan kıyım sonrası toplumda tanrının ve kilisenin sorgulanmasına sebep olan Kara Veba salgınının dinde reformun ve hayatın pek çok alanında rönesansın başlamasının başlıca nedenlerinden biri olduğu biliniyor.

4) Amerikan yerlilerinin suçiçeği ile karşılaşması

15. yüzyılda Avrupalılar yeni dünyayı keşfetti. Amerika kıtasındaki yerliler ile temas eden Avrupalı kaşifler beraberlerinde getirdikleri virüs ve bakterileri buradaki insanlara bulaştırdılar.

Suçiçeği hali hazırda Avrupa’nın üçte birini öldürmüştü ancak bağışıklık sistemleri Avrupalılar gibi gelişmemiş olan ve ilaçları da yetersiz kalan Amerikan yerlilerinin hiçbir şansı yoktu. Milyonlarca insan öldü ve o dönem yerli nüfusun yüzde 90’ı yok oldu. Bu durum Amerika kıtasının Avrupalılarca kolonileştirilmesini son derece kolaylaştırdı.

19. yüzyılın başına kadar toplamda her iki Amerikan yerlisinden biri Avrupa’dan gelen hastalıklar nedeniyle öldü.

5) Cocoliztli salgınları

16. Yüzyılda ‘Yeni İspanya’ adı verilen bugünkü adıyla Meksika olan bölgede görülen birkaç farklı hastalığın aynı dönemde oluşmasıyla yaşanmış salgın felaketi ‘cocoliztli salgınları’ olarak anılıyor.

Bugün yapılan incelemeler sonucunda balıklarda bulunan salmonella bakterisi kaynaklı olduğu düşünülen salgınların 1520 – 1576 yılları arasında toplamda 15 milyona yakın insanı öldürdüğü, Maya uygarlığı için sonun başlangıcı olduğu ve yıllar içerisinde günümüz Venezuela’sından Kanada’ya kadar yayıldığı sanılıyor.

6) Yedi farklı Kolera salgını

Uygarlık tarihimizde yedi büyük kolera salgını yaşandı ancak bunlardan en ölümcül olanı üçüncüsü olan ve 1852 – 1860 tarihleri arasında meydana gelen salgındı. Koleranın başlıca sebebi içme sularının kirlenmesi ancak sebebin bu olduğu üçüncü salgına kadar anlaşılamadı.

Uzun dönemler boyunca insan dışkıları ve atıkları aynı zamanda içme ve pişirme için kullanılan su kaynaklarına döküldü. Bunun büyük bir felaket haline geldiği yer ise o tarihlerde Hindistan oldu.

Bugün bile dünyanın en kirli nehirlerinden biri olan Ganj nehri 2011’de yapılan bir çalışmaya göre 100 mililitresinde 1,1 milyar dışkı bakterisi barındırıyor. Bu oran içerisinde yıkanabileceğiniz en kötü suda olması kabul edilebilecek oranın 500 bin katı. Hindular bu nehirde yıkanmanın kutsal olduğuna inanıyor ve günlük işlerinde nehir suyundan azami şekilde istifade ediyorlar. Bu nedele kolera bu bölgede sıklıkla karşılaşılan bir hastalık türü.

Ne var ki, 19.yy’da yaşanan büyük salgın ile kolera tüm Hindistan’a oradan Afganistan’a ve Rusya’ya yayıldı. Resmi kayıtlara göre sadece Rusya’da bile 1 milyon insanın ölümüne neden olan salgın oradan Avrupa’ya ve Afrika’ya son olarak da Amerika’ya ulaştı.

Kolera bulaşan her 5 kişiden 1’inde tehlikeli derecede ishal görülüyor. Hızla tedavi edilmezse bu kişilerden yarısı hayatını kaybediyor. Yedi kolera salgınında toplamda ölen insan sayısı tam olarak bilinmese de bunu milyonlarla ifade etmek mümkün.

Üçüncü salgın ile doktorlar koleranın nedenini buldu ve o tarihten sonra içme suyunun arıtılması ve kaynatılması gerektiği bilgisi dünyada yaygınlaştı.

7) Üçüncü Veba salgını

1855 – 1859 yılları arasında Çin’de başlayarak dünyaya yayılan ve sadece Çin’de ve Hindistan’da bile 12 milyon insanın ölümüne neden olan bu salgına Jüstinyen Vebası ve Avrupa’nın Kara Vebası ardından ‘Üçüncü Veba’ denildi.

Etkileri bir asır kadar süren salgın Amerika kıtasına uzak doğudan gelen farelerle taşındı. Daha önceki vebalardan farklı olarak ilerlemiş olan tıp bilimi bu hastalığın incelenmesine ve tedavi edici ilaçlar oluşturulmasına imkan sağladı. Bunların başında da antibiyotikler geldi.

8) Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Tifüs salgını

1914 – 1918 yılları arasında Tifüs bakterisini taşıyan bitlerin neden olduğu salgın savaşın beraberinde getirdiği bir olguydu. Avrupa ve Asya’da 25 milyon kişi hastalandı ve özellikle Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın insan hayatını kaybetti. Batılı ülkeler salgına neyin neden olduğunu daha hızlı anladı ve bitlerden kurtulmak üzere önlemler alındı. Doğu ülkeleri ise daha geç önlem aldı ve bu nedenle dünyanın bu kısmında çok daha fazla sayıda insan hayatını kaybetti.

9) 1918 İspanyol Gribi salgını

Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda 500 milyon insana bulaşan H1N1 influenza virüsü neden olduğu yüksek ateş ile dünya genelinde 50 ila 100 milyon arasında sağlıklı insanın ölümüne neden oldu. Bu sayı birinci ve ikinci dünya savaşlarında ölen insan sayısının toplamından kat kat daha fazladır.

Bu virüsü diğerlerinden ayıran şey saldırdığı bünyenin bağışıklık sistemi ne kadar güçlüyse ateşin de o kadar yüksek meydana gelmesiydi. İspanyol Gribi tarihteki en büyük felaketlerden biri olarak kayıtlara geçti.

10) 1957 Asya Gribi salgını

Çin’de başlayan Influenza-A virüsünün ördeklerde mutasyona uğrayarak insana geçen bir hastalık olduğu düünülüyor. Asya Gribi olarak adlandırılan hastalık 4 milyona yakın insanın canına mal oldu. Aynı bulunan bir aşı ile salgının önüne geçildi. Bir yıl içerisinde 40 milyon kişi aşılandı.

Asya Gribi kitlesel aşılanmanın önemini ve etkisini gösteren en önemli örneklerden biri haline geldi.

11) HIV (AIDS) virüsü

20. yüzyılın ortalarında maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HIV virüsünün saptanabilen ilk örneği 1959’da Kongo’da görüldü. Ne var ki, teşhisi ve adı ancak 1980’lerde konuldu. Son 30 yılda 36 milyon insanın hayatına mal olan virüsü kesin tedavi edebilecek bir çözüm hala bulunmuyor. Sadece önlem almak ve hastalığa yakalandıktan sonra ömür boyu ilaç tedavisi kullanmak gerekiyor.

Corana Virüs Covit 19 Salgını.

Hayvanlardan insana geçen virüs şimdiye kadar bilinen Corana Virüs ailesinden. Bilim bu virüse Covit 19 adını veriyor. Virüs gribal enfeksiyon belirtileriyle başlayıp, akciğeri kaplayan bir öldürücü bir hastalığa dönüyor.Bu gün 182 ülkede salgın son hızla devam ediyor. Vaka sayısı 1 milyonu aştı, ölenlerin sayısı 37 bini aştı. Salgının ne zaman, nasıl duracağı ise mechul. Bu nedenle dünya genelinde Evdekal kampanyaları düzenleniyor. Bazı ülkeler ise sokağa çıkma yasağı ilan ediyor.

Ewronews.

Corantina Günleri II

Çocukluk yıllarımda hayatımızın büyük kısmı sokakta geçtiği için çoğunlukla evde yemek yemez, elimizde bir parça ekmek, belki biraz peynirle dışarı fırlardık. Biz oyun oynamak için dışarı fırlarken, annemiz arkamızdan

“Sakın ekmeği tek başına yeme. Yanındaki arkadaşınla paylaş. Paylaşmasan akşam rüyalarına yılanlar gelir, unutma.”diye bağırırdı.

Gerçekten de bu öğüdü çocukluk aklımıza kazır,bir parça ekmek de olsa, paylaşmayı esas alırdık. Hayat bize oyun gibi gelirdi. Arkadaşlarımızdan ekmeğini saklayanlar, tek başına yemeğini yiyenler de  vardı elbet.Onlarla da oynar, ekmeğimizi bölüşürdük yine de.

Ama genel olarak bu öğüde uyduğumuzu söyleyebilirim. Hatta uymadığımız zamanlarda rüyalarımıza yılanların girdiğini, uykularımızın bölündüğünü hatırlıyorum.

Sonra  “Yenik düşüyor her şey zamana

Biz büyüdük ve kirlendi dünya.*”

Giderek her şey değişti, bırakın ekmek bölüşmeyi, sokakta oyun oynama giderek azaldı, bireysel yaşama kültürü hayatımıza girdi. İletişim araçları gelişti, teknoloji hayatımızın bütün damarlarına girdi.

İlk olarak Alman usulü olarak bildiğimiz ve herkesin kendi hesabını ödeme esperisine dayanan yaşam biçimi bizi sarıp sarmaladığında istemesek de tüketim toplumu oluvermiştik zaten.

Kimisi buna gelişme diyordu, kimisi medeniyet.

Neyse sonuçta Alman usulü yaşam dünya genelinde yayılarak, hepimizi iyi birer müşteri haline getirdi.

Ne ekmeği bölüşme aklımızda kaldı,ne de zor günlerde insanlarla dayanışma duygusu. Daha bir bencil olduk, bütün hayatın sadece “ben” den ibaret olduğunu düşündük.

Koca kentlerde yalnızlaştık,bireysel yaşamı benimsedik ve içimize gömüldük. Kendi dünyamızda, kendi kendimizi yaşatmayı belledik. Her şey öyle kişisizleşti ki, ortada “ben” bile kalmadı. Kişisel hijyenimiz gelişti ama kentlerimiz çöp deposuna döndü. Her şey çoğaldı ama parası olmayan bir bardak su bile içemez hale geldi. Dünya küresel bir köy haline geldi, ama açlıktan ölen çocuklar tarih sahnesinden silinmedi.

İşte tam da bu süreçte corana virüs bizi bu yalnızlığa iten yaşamımıza dahil oldu. Bencil ve bireysel hayatımız küçük bir virüs darbesiyle korkunç bir yara aldı. Bir anda korkularımızın esiri olduk ve kendimizi kurtarma eğilimine girdik.

Virüs kabusu öylesine büyüdü ki, zaten bencil bir yaşamı yürüten milyonlar, daha da bencilleşerek, kendilerini karantinaya almaya, ölümden kaçmaya başladılar.

Kaçarken de erzakını, ilacını, parasını uzun süre dayanabilecek şekilde istifleyerek kendi dünyalarına gömüldüler.

Yani virüs içimizde birazcık var olan dayanışma ruhunu da öldürdü. Bu nedenledir ki, bir yıl yetecek erzakı alıp, kileri bile olmayan lüks apartman dairelerine depoladı insanlar. Raflar boşaldığında birilerinin aç kalabileceğini düşünmeyerek, kendimizi kurtarma derdine düştük. Doktorlar bazı yerlerde maske bulamazken, bazılarımızın evinde kutu kutu maske, eldiven ve dezenfektan depolandı.

Evet bu virüs insandan insana geçiyor. Bu nedenle insanların kendilerini korumaya alması normal. Normal olmayan şu, kendini korurken, başkalarının ölmesine kapı aralamak. Mesele burada düğümleniyor. Kendini kurtarma histerisi, başkalarının ölümü üzerine gelişiyor maalesef.

Bu süreçte insanlar arası temasın en aza indirilmesi çok önemli. Bu nedenle dünya genelinde insanlar devletlerin çağrılarına gerek kalmadan evine kapanıyor.

Bunun doğru olduğuna ben de inanıyorum. Hasta olma ihtimalini düşünerek, başkasına bulaştırmamak çok ama çok önemli ve ahlaki bir davranış. Alınabilecek en ucuz ve kolay önlem bu zaten.

Ama şunu unutuyoruz sanırım. Bazılarımız evde kalabilecek gücü kendimizde bulabiliyoruz. Kıyıda köşede belki bir miktar paramız var, maaşımız ve akarımız var.

Peki bulamayanlar ne yapacak?

Mesela  işçiler, çalışmak zorunda kalan emekçiler ne yapacak?

İşe gitmeyecek mi?

Gitmese maaş alamayacak ve dolayısıyla aç kalacak.  Bir tır şoförü kendi sosyal hesabından şunları söylüyor. “Çalışırsam virüs kapacağım, çalışmasam açlıktan düşeceğim. Sizce ben ne yapmalıyım?”

Virüse rağmen hayat devam ediyor, devam etmeli de. Ama ben evde kalıp, işçi çalışıyorsa bu işte bir sakatlık var.

Fırınlarda insanlar çalışıyor, kargolarınızı insanlar getiriyor ve en önemlisi çok sayıda insanın hiçbir işi ve geliri yok.

Yani hayat bir yönüyle devam ediyor, bir yönüyle de virüs bulaşmadan duruyor.

Biz kendimizi eve kapatırken, birileri mecburen ölümü göze alıp, üretmeye devam ediyor.

Peki bu işten ne anladık?

Virüs çalışanlara bulaşmıyor mu?

Neyse diyemiyorum, bu tarafı ele alıp, bir çözüm üzerine kafa yormak gerektiğini söylüyorum.

Virüs hızla yayılıyor, bu gerçeklik ortada.

Bu nedenle evde kalacağız, kalmalıyız da.

Ama bu zor günlerde en önemli ahlaki değer olan dayanışma fikrini de unutmamalıyız, dayanışma ruhunun ölmesine de müsaade etmemeliyiz. Hiçbir geliri olmayanların durumunu göz önüne almalıyız.

Çünkü insandan dayanışma ruhunu alırsan, geriye et yığını dışında bir şey kalmaz. Elindeki ekmeği bölüşmeyi bilmeyen, daha büyük fedakarlıklar yapmayı hiç bilmez.

Toplum dayanışma ile ayakta kalır, dayanışma duygularıyla yaşar.

Basına yansıdı, bir çoğumuz okudu, izledi.

Evde corana testi yapma meselesi.

Düşünün milyonlarca insan panik halde, hastanelerde kit sıkıntısı var ama bazıları içinde bulunduğu konumun avantajlarıyla, evinde corana testi yapıyor ve bunu sosyal medyaya servis ediyor. Bu görüntülerin yayınlanmasında bir sakınca görmüyor, hatta bir övünç meselesi haline getiriyor.

Şimdi buna ne demeli, nasıl bir izahat yapmalı?

Bu toplumla alay etmek değil de, nedir?

Bu virüsten kaçmak pek kolay olmayacak. Ama sonuçta bir yerde virüs hızını kaybedip, dünya eski haline dönecek. Belki değişerek, belki büyük alt üst oluşlar yaşarak bir yere oturacak. Sonuç ne olursa olsun, insani değerler korunmalı ki, gelecekte birbirimizin yüzüne bakabilelim. Zor günlerde insanları yalnızlaştırıp, kendinizi kurtarmaya çalışırsanız, gelecek kimse için iyi bir fotoğraf ortaya çıkartmaz.

Dolayısıyla “evdekal” sloganını sonuna kadar destekliyorum ama bireysel kurtuluşa da inanmıyorum.

Bu salgını insanlar, toplumlar, ülkeler, cinsler,kültürler,inançlar,sınıflar,ötekiler, berikiler bir dayanışma içinde yenebilir.

Çünkü kurallara uymayan tek birimiz olsak bile, bu virüs kendine yayılma alanı bulur.  Nihayetinde vakalar bunu gösteriyor.

Mesela sınırların delik deşik olduğu bir ülkelerde salgını nasıl durdurabilirsiniz ki?

İnsanlar ölümüne sınırlara akın ediyordu birkaç hafta önce, unuttuk mu?

Sınırlara dayanan milyonlar buharlaştı mı? Onların kaldıkları yerler, barınaklar,kamplar ne durumda bilen,duyan var mı?

Hepimiz biliyoruz ki sorunların kaynağında tek başına virüs yok. Bizim dünyayı yönetememe beceriksizliğimiz sonucu bu noktadayız. Kaynakları kişisel egolarımıza ayırıp, toplumu unuttuğumuz ortada.

Virüs, var olan bir gerçekliği hepimizin gözüne soktu.

Mesela, en gelişmiş radarlar virüsü durdurmuyor, uzay araçları, gelişmiş silahlar virüsü korkutamıyor, patriotlar virüsü havada yakalayıp, yok edemiyor. Siyasal argümanlar, ideolojik kurumlar virüsü yok edemiyor.

Neyse fazla uzatmaya gerek yok.

Evde kalalım ve kesinlikle içimizdeki toplumsallığı öldürmeyelim. Bilelim ki bu salgın bir gün bitecek. Tekimiz kalsak bile toplumsallık bize her zaman lazım olacak.

Çünkü dünya bencillikle, bireysellikle güzelleşmiyor.

Bu nedenle bu zor günlerde dayanışma duygunuzun ölmesine izin vermeyelim.  Alabildiğince kendimizi koruyalım ama kendimizin dışında da korunmayı hak eden milyonları unutmayalım.

Artık aynı gemideyiz. Birimizin hatası, herkesin ödemesi gereken bir hesap çıkaracak. Dayanışma ile bunu atlatabilir, ekmeğimizi paylaşabiliriz.

Dipnot: MuratHan Mungan’ın Telli Telli adlı şiirinden alıntıdır.

Corantina günlükleri.

Bu gün sizinle farklı bir konuda yazışmak, konuşmak istiyorum. Biliyorum, insan kendi açmazları çevresinde dönüp, durur. İnsan hayalleri kadar genişler ve içinde ki hislere göre hareket eder.

Bir gerçek var ortada.

Hepimizin morale ve biraz da güzel bir hayallere ihtiyacı var.

Çünkü minnacık bir virüs bütün dünyayı adeta eve kapattı. Şimdiye kadar olmayan bir şey oldu. Virüs bir anda, hem de inanılmaz bir hızla insanların arasından dünyaya yayıldı.

En korkunç olanı ise virüsün kimin bedeninde olduğunun bilinmemesi.

Oranların dili ürkütücü.

Onları yazmayacağım. Zaten an be an, insanlar rakamları takip ediyor.

Tekrar edip, moral bozmaya gerek yok.

Bu gün dünya genelinde eve kapanma yöntemi öne çıkmış durumda.

Dolayısıyla eve kapanma üzerinden bir beyin jimnastiği geliştirmek gerekiyor.

Bilim virüse karşı en önemli mücadelenin temizlik ve hijyen meselesi olduğunu açıkça vurgu yapıyor.

Yani yüksek güvenlikli siteler, pahalı parfümler, bir yığın güzellik kozmeği virüsü durdurmuyor.

Sadece suya sabuna dokunmak ve elleri sık sık yıkamak hızını kesiyormuş. Kasis gibi, son hızla yol alıp, kasise çarpan araç misali.

Bir yerden duymuştum. El  yüz yıkamak strese de iyi geliyormuş.

Neyse biz konumumuza dönelim.

Evde hapisiz. Artık 65 yaş üzeri olanlara sokak da yasak.

Bu önlemlerin işe yarayıp, yaramadığını iki üç hafta sonra göreceğiz.

Dikkat ederseniz ne yaparsam, yapayım mesele coranavirüs eksenine dönüyor.

Oysa bu sabah müthiş bir bahar güneşi vardı dışarıda. Evin oturma odasında güneşi görüyorum. Abartmanlar arasından odama kadar geliyor.

Hoş bir durum. Bahar güneşi ne yakıcıdır, ne de kış güneşi gibi yalancıdır.

Kararında ve harika bir ışık seremonisidir.

Bu seremoni kelimesinin ne anlama geldiğini de tam anlamıyla bilmiyorum. Hangi dildedir onu da bilmiyorum. Kulağıma hoş geliyor, bu nedenle üzerimde ki sihri bozmadan kullanmaya devam edeceğim. Umarım anlamı olumsuzluk çağrıştırmaz.

Böyle bir şey varsa da affedin, ben ışığın içimize aktığı o güzel anları vurgulamak için yazıyorum

Bahar demişken, buraya not düşeyim. Ben her bahar romantik bir şair olurum. Kağıtlara, kitap aralarına kısa şiirler, yürekten gelen duygu dolu sözcükler yazar, dururum.Kaskatı siyasal ortamlarda bile bahar kokan şiirler yazardım.

Sonra yaza doğru yazdıklarım orda burda kendiliğinden kaybolur, elde hiçbir şiir kalmazdı. Çünkü ben şair değilim. Şiir okumuşluğum bile azdır.

Şiir yüreğime işlemesine rağmen, düz yazı hep tercihim olmuştur.

Şiir yazdığım dönemler ise bahar tadında olan zamanlardır. Ağaçların çiçeklendiği, toprağın uyandığı, yeryüzünün yeşillendiği dönemdir.

Bu baharı dört gözle bekliyordum.

Neler neler tasarlamıştım oysa.

Ama şimdi durum biraz farklı. Dışarıda deli dolu bir bahar, biz ise dört duvar arasında mahpusa dönen hayattayız.

İyi tarafı da var.

Kitap okuma alışkanlığımız gelişti.

Ciddiyim, üç beş gün içinde bayağı alışkanlığımız değişti.

Korku insana neler yaptırıyor, neler?

Bahar gelmiş neyime.

Şaka yav. Hemen pes etmek yok.

Bahar deli dolu, deli dolu yaşamak lazım. İçeriye çekmek, içeriyi bahara dönüştürmek lazım.

Tadımız bahar tadında değil, biliyorum. Elde değil, insan içerde zoraki kalınca hayal kuramıyor,şiir yazası gelmiyor.

Ama bahar, bahardır.

Mutlaka bir etkisi vardır.

Niye olmasın?

Baharın mest edici havasına girmek iyidir.

Bahar aydınlığında bir yaşamı düşlemek, hayallerinin sınırlarını genişletmek için paha biçilmez bir zaman dilimi.

Hem de herkesin kendi içine düştüğü bir zamanda bunu yapmak belki de daha bir önemli.

Herkes güneşe dönmeli bence. Penceresinden güneşi kucaklamalı.

Göremiyorsa, görebileceği bir pencereye çıkmalı, güneşi hayal etmeli.

O da yoksa, içinde bir güneş çizmeli.

İçini ısıtan, ışığıyla aydınlatan bir güneş çizmeli elleriyle, yüreğiyle de büyütmeli.

Bu güneş meselesini küçümsemeyin.

Güneş kararırsa, her şey biter. Her şeyin bitmediği zamanlardayız.

Sonuç olarak bu gün kalem ve kağıda dokunun, tıpkı sabun ve suya dokunduğunuz gibi.

İçinizden ne geliyorsa yazın, içinizden bağırın, bağırdıklarınızı kağıda aktarın.

İsyanda mısınız?

İsyanınızı yazın.

Bu bilgisayar da olabilir ama bilgisayarın duygudan yoksun bir alet olduğunu unutmayın. Kağıt öyle olmaz, duygusu vardır.

Çünkü o her zaman canlılığını korur, hiçbir zaman ölmez, canlılık belirtisi gösterir.

Bu nedenle kâğıdı tercih edin bence.

Göreceksiniz baharın güzel renkleri kendiliğinden kağıdınıza akacak, güneş içinizi ısıtacak.

Ve belki bir şiir kendiliğinden dile gelecek ve tarihe not olarak düşecek.

Bir efsanenin anatomisi

Bahar,

ateş

ve Newroz

 Babil ve Asur  Krallığına başkentlik yapan antik Ninova’da eski  çağlardan kalan bir mitoloji anlatılır. Binlerce yıllık mitoloji bütün Mezopotamya,İran, Kafkasya, Anadolu ve Asya’nın iç bölgelerinde değişik versiyonlarda asırlardır dile gelir ve her yıl mitolojiye uygun törensel kutlamalar yapılır.

Bu özel ritüele Kürtler Newroz, Türkler Nevruz, Farslılar Nawroz der.En eski bayramlardan biri olan Newroz; insan, doğa ve ateş üçlüsünün kadim dansı,aynı zamanda bir uyanış ritüelidir.

Gece ile gündüzün eşitlendiği 21 Mart’a denk gelen bu özel günün antik tarihçesi çok fazla aralanmasa da, Newroz’un  avcı toplayıcı toplumlardan kalan kadim bir ritüel olduğu, süreç içerisinde giderek toplumsal bir nitelik kazandığı ve Asur döneminde politik bir ruha büründüğü görülüyor.

İlk defa Perslerle tarihi vesikalara geçen bu kadim gün, 2009 yılında BM tarafından Dünya Manevi Kültür Mirası listesine,  2010 yılında ise 21 Mart, Dünya Newroz Bayramı olarak kabul edildi.

Halen bir çok ülkede resmi bayram olarak kabul edilen Newroz ne yazık ki, ülkemizde 1970’lerden bu yana yasak, gerginlik ve başkaldırı ile anılmış, devletle geniş kitleler arasında sorunlara neden olduğu için siyasal bir çerçeveye oturmuştur.

Siyasal çerçevesi mitolojik yönle birleşerek, Mezopotamya’da farklı, Kafkasya’da farklı yankı bulmuş olsa da, Newroz bütün halklar için bahar bayramı, diriliş ve yeniden doğuş anlamında olup,  her ulusun kendi hayal dünyasının katkılarıyla farklılık kazanmış, canlı bir mite dönmüştür.

Bu gün hala geniş bir coğrafyada değişik etkinliklerle kutlanan ve binlerce insanı bir araya getiren şenlikler coranavirüsün dünya genelinde hızlı bir şekilde nedeniyle iptal olsa da, mitoloji en canlı şekilde dile gelmeye devam ediyor.

Özellikle de Mezopotamya’da Newroz miti sözlü olarak binlerce yıldır yaşlı bilgeler,dengbejler tarafından anlatılıyor, bu gelenek vasıtasıyla gelecek kuşaklara aktarılıyor.
Anlatılıyor ve denilir ki;

Asur ülkesi Perslerin, Medlerin ve Asurluların birlikte yaşadığı koca bir ülkedir. Cennetin iki ırmağı Fırat ve Dicle, asi dağlar ve doğanın en güzel köşeleri bu ülkenin sınırlarında bulunuyormuş. Ancak bütün bu güzelliklerin yanında, hükmettiği topraklara zülüm eden, halkları ezen bir Dehaq adlı bir kral yaşarmış, Asur ülkesinin, Ninova kentinde.
Bu zalim hükümdar başta halkına, komşularına ve çevre ülkelere korku salmış, tahtını savaşlar kazanarak, ülkesine ganimetler getirerek korurmuş.

Az zaman, uz zaman bir gün hastalanmış zalim Dehaq. Her iki omzunda yılan başı kadar çıban çıkmış. Hekimler seferber olmuş, şifa dağıtıcılar ilaç bulmaya çalışmış. Ama nafile, çıban gün geçtikçe büyüyormuş. Haber salmış bütün ülkeye ve komşu devletlere. Hekimlerin çare bulmasını istemiş. Büyüler yapılmış, çeşitli otlar denenmiş ama bir türlü iyileşmemiş yılan başlı çıban.

En sonunda şeytan ruhlu birisi, yarasına iyi gelecek bir öneriyle çıkmış ortaya. Her gün genç bir kız ve genç bir erkeğin kurban edilerek, beyninin yaraya sürülmesinin çıbanı iyileştireceğini söylemiş.

Bunun üzerine Dehaq tez elden emer vermiş,

“Her gün iki genç insanın kelesi vurula.”

 Ferman buyurmuş, uyanlar sırası gelince, uymayanlar hemen göründükleri ilk yerde işkenceden geçirilerek öldürüleceklermiş. 

Dehak bu, sözü nehirlerin akışını durdurur, dağları eritir. Ferman buyuran Dehaq için bir bir gencecik insanlar kurban edilmeye başlanmış. Sindirilmiş koca bir coğrafya, korku egemen hale gelmiş bütün Asur halklarına!..
Kimisi kaçmış dağlara, kimisi de göç etmiş gizlice başka diyarlara. Ama ölmekteymiş genç kızlar ve erkekler. Dehaq genç insanların beyinlerini yaralarına süre dururken, yoksul bir demirci çıkmış ortaya.

 Adına Kawa derlermiş. Demircilikle uğraşıp, kılıç dövermiş. Kaldıramamış yüreği, kabullenememiş, gencecik insanların vahşice katledilmesini…
Önce dağlara kaçmak istemiş, sonra vazgeçmiş bu fikrinden. Çocuklarına sıra gelmeden Deheq’ı öldürmeliyim demiş kendine.

Çocuklarını kaçırmış emin yerlere.”Ateşe vereceğim Ninova sarayını, benden haber ve işaret bekleyin baharın ilk gecelerinde”.
Ve Demirci Kawa demirci elbisesini giyerek, yanına da örsünü ve dövmek için kara sakızını almış. Çıkmak istemiş Dehak’ın huzuruna. Nöbetçiler bırakmak istememişler içeriye. Mitoloji bu ya,demirci olduğunu ve hükümdarın çıbanına bir ilaç bulduğunu söyleyerek saraya girmeyi başarmış. Cellatları Dehak’ın yanında, korumaları dört tarafında. Demirci Kawa elindeki sakızı göstermiş hükümdara. “Hükümdarım yarana çare değil insan beyni. Aylardır omuzlarında yılan başlı çıbanlarla yaşarsın. Oysa ben de çaresi var. Senin için lokman hekimlerden öğrendim. İlacı getirdim, birkaç gün dövmem ve bazı ilaçlarla karıştırmam lazım.” diyip, hükümdarı ikna etmiş ve işe koyulmuş, başlamış kara sakızı örste dövmeye.

Kısa bir zaman sonra da “İlaç hazır olmak üzere, bizzat ben süreceğim hükümdarım, ben yaşlı bir hekimden sizin için öğrendim. Eğer biraz eğilirseniz yaranızı ilacı sürebilirim.”

Eğilmiş belki ilk kez zalim Dehak!

Eğilir eğilmez de Demirci Kawa’nın çekici boynuna inivermiş. Yıkılmış bedeni bir anda yere!..

Kendini ölümsüz gören, ölümsüzlüğünü halka kabul ettiren Dehak debelenmeye bile fırsat bulamadan ölmüş. Demirci Kawa elindeki çekici ve yanan meşalesi olduğu halde, Ninova sarayının en yüksek burcuna gelerek, gür bir ateş yakmış. Halk hükümdarın öldüğünü duyunca sarayı işgal etmiş bir anda. Ninowa sarayı yanıp, yıkılırken, dağlarda, ovalarda ateşler yükselmiş gökyüzüne. 
Bir anda Ninova yakılan ateşlerle aydınlanmış, halk ateşin çevresinde dans ederek, yeni dönemi kutlamış.
Bir başına zalim Dehak’ı haklayan, sarayını ateşe veren Demirci Kawa hükümdar olmamış hiçbir zaman, demir dövmeye devam etmiş. Yaktığı ateş ise sadece çocuklarını ve gençleri kurtarmakla kalmamış, karanlık çağların en parlak efsanesi olmuş…
Derler ki bu olay, MÖ 612’de Mart’ın 21’inde yaşanmış. Newroz/Nevruz,Nawroz yani yeni gün dediler bugüne. Karanlıkla ateşin dansı, baharın ve yeniden dirilişin efsanesi…

Orta Asya’da, Kafkasya’da, Hindistan’da ve Babil’de Newroz ile ilgili farklı anlatımlar ve inanışlar vardır. Ancak hepsinin ortaklaştığı baharın başlangıcı, gece ile gündüzün eşitlenmesi ve toprağın uyanması ile ilgilidir. Babil, Asur ve Perslerin kitabelerinde Newroz izleri görülür.Ve yine Orta Asya ve Kafkasya’da Nevruz olarak kutlanır ve şenlikler düzenlenir. Anadolu’da ise bu kadim bayram daha çok Sultan Nevruz, yani baharın başlangıç günü olarak anılır.

Mezopotamya’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada coşku ile kutlanan, geçmişi 2632 yıl öncesine kadar giden Newroz herkes için farklı anlamlar taşısa da baharın başlangıcıdır.
Yani yeniden dirilmenin zamanı, harlanan ateşin sönmeyen dansıdır Newroz…

AYTAÇ YALMAN’IN KORONADAN ÖLÜMÜ

Feyzi Çelik yazdı…

“Korona var diye diğer hastalıklarda bir azalma görülmüyor. Hatta daha da artıyor, tedavi olanakları azalıyor. Korona teşhisi konulur korkusu, insanları hastaneye gitmekten vaz geçiriyor. Korona ile mücadele edeyim derken, binlerce kronik hasta ölümle karşı karşıya kalıyor. Çin’le ilgili olarak alıncak çok ders vardır. O da salgına özgü/özel hastanelerin açılmasıdır. Çin bunu yaparak, milyonlarca insanın ölümünü engelledi. Başta İstanbul olmak üzere bazı hastanelerin sırf Koronaya tahsis edilmesi yetmiyor. Atatürk Havalimanı gibi alanlar hızlı bir şekilde Sahra hastanesi ve karantina alanı haline getirilebilir. Diğer hastaneler ise Korona dışındaki tüm vakalara açık olmalı, bu husus kamuoyuna deklare edilmelidir. Diğer şehirlerde de buna benzer uygulamalara derhal geçilmelidir.”

Gazeteci Fikret Bila 2007 yılında “PKK ile Geçen 24 Yılın Komutanları” başlıklı bir dizi mülakat yaptı. Bu dizinin en ilginç ve ses getiren kişi, Kürt sorunu ile ilgili gecikmiş olsa da bazı tespit ve öz eleştiri getiren General Aytaç Yalman’dı. Aytaç Yalman bu mülakatta şöyle demişti: “1938-1970 yılları arasında Kürt sorunu ile bağlantılı herhangi bir faaliyetinin olmadığına dikkat çekiyor ve Kürt kimliğine ilişkin taleplerin 1970’en sonra DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) ile belirmeye başladığını söylüyor. Yalman’a göre bu dönemde Kürt sorunu kendini “ifade etme” isteğinde gösteren “saf bir sosyal sorun”dur. Kürtler “dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor… Bir şekilde sosyal-siyasal alana çıkmak, o alanda yer tutmak istiyorlar.” Yalman, “eğer Kürt sorunu henüz bu boyuttayken bazı sosyal önlemlerin alınmış olsaydı, sorun bu derece büyümeyecekti” kanaatini taşıyor. “Ancak” diyor Yalman, “ bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.”
Bu mülakat dizisinde konuşan Kenan Evren bile Kürt sorunu konusunda hata yaptıklarını söylemişti.

2007 tarihi önemli bir tarihtir. Kürt sorunu konusunda eleştirel yaklaşım gösteren askerlere yönelik Ergenekon adı altında operasyonların başlangıcı da bu döneme gelmektedir. Mart 2009 yerel seçimlerinde Iğdır’ı da kazanarak büyük başarı gösteren Kürt Siyasal hareketine karşı o dönemde sivil denilen siyasetçilerden Cemil Çiçek, Iğdır’ı kast ederek Kürt siyasetinin Ermenistan sınırına dayandığını söyleyerek kısa bir süre içinde meşhur kelepçeli KCK operasyonunun da startı verilmiş oldu. Operasyon serisi devam etti. On yılları aşkın cezalar verildiği biliniyor.

O dönemde, görevinin başında olup da, Kürt sorunu konusunda bireysel haklar düzeyinde(TRT 6’da Kürtçe yayın vs) olsa da bazı düzenlemelerin yapılması gerektiğini söyleyen Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasının olması da dikkat çeken hususların başında geliyor. O dönem de şimdi de iktidarda AKP vardı. Erdoğan başbakan, Gül Cumhurbaşkanıydı.

Aytaç Yalman ismi neredeyse unutulmuşken, Korona virüsten ölümü üzerine yeniden gündeme geldi. Manipülasyon görevi verilen ve imajıyla normal AKP’lilerden farklı bir imaj gösteren(?) Sağlık Bakanının imajını yok eden de Yalman’ın Korona virüsten öldüğünün açıklanmış olması oldu. Neyse diğer AKP’lilerden farklı olarak “Aytaç Yalman’ın ilk testi negatif çıktı, kendisi KOAH hatası olarak tedavi altına alınmıştır, ancak çevresi tarandı, eşi de dün pozitif çıktı. Hayatını kaybeden sayısı 3 olmuş oldu.” demiş oldu. Fahrettin Koca’nın bu açıklaması her şeyi açığa çıkarmış oldu. Böylece manipülasyonun boyutu da ortaya çıkmış oluyor. Günlerdir bakana övgü getirenler bakalım buna ne diyecekler? Bir şey demeyecekler, sağlık görevlilerini alkışlamak adı altında Sağlık bakanını topluca alkışlamayı tercih ettiler.

Korona virüs konusunda en doğru lafı söyleyen kişi işimiz “dua ve sabra kaldı” diyen Erdoğan oldu. Gerçekten de öyle oldu. Ama dua ve sabır mekanları tatilde. Bakalım ne olacak?

Wuhan’da salgın çıktığında İdlib üzerinden savaş narası atanların asıl nereye odaklanmaları gerektiği şimdi daha iyi ortaya çıkıyor. Muhalefet de bundan iktidar kadar sorumludur. Çünkü İstanbul Bilboardlarında Korona yerine İdlib şehitleriyle ilgili yazılar durmaya devam ediyor. Gerçekten işimiz Allah’a ve tesadüflere kalmış durumdadır.

Aytaç Yalman’ın Koronadan ölümü her şeyi açığa çıkardı. Korona var diye diğer hastalıklarda bir azalma görülmüyor. Hatta daha da artıyor, tedavi olanakları azalıyor. Korona teşhisi konulur korkusu, insanları hastaneye gitmekten vaz geçiriyor. Korona ile mücadele edeyim derken, binlerce kronik hasta ölümle karşı karşıya kalıyor. Çin’le ilgili olarak alıncak çok ders vardır. O da salgına özgü/özel hastanelerin açılmasıdır. Çin bunu yaparak, milyonlarca insanın ölümünü engelledi. Başta İstanbul olmak üzere bazı hastanelerin sırf Koronaya tahsis edilmesi yetmiyor. Atatürk Havalimanı gibi alanlar hızlı bir şekilde Sahra hastanesi ve karantina alanı haline getirilebilir. Diğer hastaneler ise Korona dışındaki tüm vakalara açık olmalı, bu husus kamuoyuna deklare edilmelidir. Diğer şehirlerde de buna benzer uygulamalara derhal geçilmelidir. Öyle Erdoğan’ın kararını beklemeye gerek de yoktur. Yerel yönetimlerler bu rolü oynayabilir. Toplum bu desteği vermelidir.

Cezaevleri bu tür salgınların en zayıf noktasıdır. Burada görev yapanların da risk altında olduğu kuşkusuzdur. Ortada İran örneği varken, Cezaevinden tahliyeleri sağlayacak uygulama ve düzenlemelere acil ihtiyaç vardır. Bir çok mahkeme ve savcılık dahi kendi inisiyatifi ile serbest bırakma kararları verebilse de bu konuda acil bir serbest bırakılma/infaz durdurma veya af düzenlemesine acil ihtiyaç vardır.

Evet, Aytaç Yalman, ölümü ile gerçeklerin üstünün örtünmeyeceğini göstermiş oldu. Gerçekler ortadadır. Önlemsizlik herkesi tehdit edecek boyuttadır. Nereden başlanırsa başlansın başlangıçlar iyidir, zararı yoktur, yararı vardır.

Tuhaf Zamanlardan Coranavirüs Günlerine

Çinlilerin bir bedduası var. “Tuhaf  zamanlarda yaşa.” 

Zamanın tuhaflığını daha önce de duymuştum. Özellikle  1914-18 yılları arasında devam eden 1.Dünya  Savaşı dönemine de tuhaf zamanlar denildiğine zaman zaman tanık olmuştum.

Çocukluğum bu tuhaf zamanların hikayelerini dinlemekle geçti.

Ben 51 yaşındayım, çocukluk yıllarımdan bu yana, çok sayıda insanla karşılaştım, görmüş geçirmiş yaşlılar tanıdım, ibretlik hikayelerini dinledim.  Osmanlı -Rus savaşında yedi yıl Ruslar’a esir düşen, sonra doğduğu köye geri döndüğünde, köyden kimseyi tanımadığı, evlerinin yıkıldığı; köyden kimsenin de onu tanımadığı insanların hikayelerine, boğazlarında düğümlenen acılarına tanıklık ettim. Hepsi de sıradan, yoksul, isimsiz insanlardı.

Çoğu sessiz, sedasız hayatlarını noktaladı. Ne bir izleri kaldı, ne de adları.

Hayatlarında açlık da vardı, göç de. Ekmeğin bir altına dönüştüğü, hatta hiç bulunmadığı zamanlarda yaşayan insanlar yaşamıştı, doğduğumuz bu topraklarda. Nan Weşey* denilen, Birinci Cihan Savaşı’nın koşullarında, çocuklarını açlıktan ölmesin diye, varlıklı ailelerin kapılarına bırakıp, kaçan; aç sefil yollara düşen insanların tuhaf zamanlardan arda kalan hikayelerini duymuştum.

Dokuz çocuğunu ve eşini salgın hastalıktan kaybeden, hayatta kalmak için Fırat Vadisi’nin tenha  mağaralarına sığınan, oldukça  yaşlı bir dedeyle karşılaşmıştım yıllar önce. Yaşı  oldukça ilerlemesine rağmen, anlatımı beni müthiş etkilemişti. Bir roman kahramanı gibiydi Xal Mehmed.

Dokuz evladını ve hayat arkadaşını toprağa vermişti o tuhaf zamanlarda. Sonra zamanın normalleştiği dönemlerde bir kez daha evlenmişti. Tuhaf zamana inat uzun yaşamış, ölen çocuklarının adlarını yeni doğanlara tek tek vermişti.

Tam 117 yıl yaşamış,sonra sessizce doğduğu dağ köyünde hayatını noktalamıştı, yirmi yıl önce.

Görüşmemizde şunları anlatmıştı bana:

  “Seferberlik dönemiydi. Salım diyorlardı. Bir gün köyden bir kaç kişi hastalandı, biz geçer diye beklerken, hastalığın kötü bir şop** olduğunu duyduk. Kısa sürede çok kişi hastalandı. Benim tam dokuz çocuğum ve anneleri öldü. İnsanlar kuş gibi çırpınıyor, sonra da ölüyorlardı.  Bu nedenle bir çoğumuz köyleri terk edip, mağaralara sığındık. Bu kez açlık başladı. Günlerce meşe palamudu yedik. Sonra çaresiz köye döndük. Uzun süre bir çok evin bacasından duman yükselmedi, bir çoğu bu yolculuktan hiç geri dönmedi, koca Fırat  bile ölüm koktu o zaman.”

Anlatırken gözleri dolmuş, sesi titremişti Xal Mehmed’in. Hüznü gözlerine çökmüş, alnında derin izler açmıştı. Konuştuğunda sesi çatallaşıyor, acısı yüzüne vuruyordu. İnadına bir yaşam sürdü Mehmet Dayı.

O yaşlarında kimseler kalmadı artık, onları dinleyenler bile yaşlandı.

Her şey çok gerilerde kaldı, bizim nesil acıları dinleyerek büyüdü, savaşın,açlığın, salgın hastalıkların, tuhaf zamanların korkunç yüzünü büyüklerimiz yaşadı. Biz ise daha çok savaş sonrası çalkantıları, sorun sıkıntıları  yaşadık ve halen yaşıyoruz.

Şimdi başka bir tuhaf zamandayız.

Çinliler’in bedduaları tutmuş gibi. Hem kendileri tuhaf zamanın ölümcül tünelinden geçtiler, geçiyorlar; hem de insanlığın geneli ölümün soğuk yüzünü, küçük bir virüsün varlığında görmüş oluyorlar.

Virüs, Çin’in şanssızlığı mıdır, yoksa virüsün ortaya çıktığı günlerden bu yana gündeme gelen komplo teorilerinin bir sonucu mudur?

Bilmiyorum, bilmeme de imkan yok.

Her şey çok karışık ve karanlık.

Bir biyolojik saldırı da olabilir, doğal olarak insanlara geçen bir virüs de.

Gerçek olan bir şey var, herkesin bildiği gibi dünya ölümcül bir virüsün tehdidi altında.  Başta Çin, İran ve İtalya ve başka ülkeler olağanüstü günler geçiriyor, geçirecek.

İnsanlık, tarih boyunca çok olay yaşadı, savaşlar gördü, açlık çekti,  vebayla karşılaştı. Bir tarafta insanlık kara vebadan dut gibi dökülürken, diğer tarafta yaşayanlar olaylardan habersiz hayatlarını sürdürdü. İletişim , ulaşım ve ticaret bu denli gelişkin olmadığı için bir olay başka bir olayı tetiklemiyor, sorunlar  kısmen yerinde kalıyordu. Ama göç, salgın hastalık ve savaş her zaman ağır travmalar doğurup, zaman zaman da tarihin gidişatını bile değiştirdi.

Bu kez, durum önceki dönemlerden çok farklı.

Tarihte ilk defa insanlık genel olarak bir gündeme yoğunlaşıyor.  Bunun bir ilk olduğunu düşünüyorum.  Daha önce de bunalımlar, sorun ve sıkıntılar dünya genelinde yaşandı ama hiç bu kadar küresel etki göstermedi. Küreselleşme meselesinde Corona Virüs bir ilk oldu.

Nereye gider bilemiyorum.

Belki abartı var ya da bilmediğimiz bir çok karanlık nokta.

Çin’den İran’a, İran’dan İtalya’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya yayılan küresel bir tehditle söz konusu. Koca koca ülkelerde planlanan her şey, küçücük bir virüsün çelmesiyle yerle bir.

Virüs şimdi her yöne yayılma sürecini sürdürüyor.

Ne zaman duracağı da belli değil.

Yani, yeniden tuhaf bir zamandayız.

Tuhaf olan başka bir şeyler de var. Tarih boyunca insanlık savaşa ne kadar kafa yormuşsa, salgın hastalıklar o kadar fazla olmuş. M.Ö ve sonra durum hiç değişmemiş.

Savaş, göç, salgın ve açlık at başı yürümüş, salgın açlık savaşlardan daha korkunç sonuçlar doğurmuş.

Acaba diyorum, Ortadoğu bu kadar kaotik ortam ve dünya genelinde süren küçük büyük çatışmalar olmasaydı, bu virüs bu kadar etkili olabilir miydi?

Ya da böyle bir virüs ortaya çıkar mıydı?

Bu gün Coronavirüs’ün görüldüğü ülke sayısı 110 civarında, vaka sayısı ise yüzbinlerle ifade ediliyor ve sayı giderek artıyor. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan virüsün yayılma hızı, İran ve İtalya’da salgının ülke geneline yayılması, dünya sağlık örgütünün (WHO) corana virüsü Pandemi ilan etmesi, dünya genelinde yaşanılan panik ve karmaşa, iktisadi dalgalanma ve daha bir çok sarsıcı gerçek tuhaf  zamanlara geçişin göstergesi gibi.

Kesin olan bir şey var ki, bu satırlar yazıldığında Tuhaf Zaman daha bir tuhaflaşarak, insanlığı tehdit etmeye devam ediyor olacak.

Birinci Dünya Savaşı sırasında İspanya’da görülen İspanyol Gribinin sonuçları tarihin tozlu raflarında duruyor. Savaşın yıkım gücüne, bir de gribin ölümcül darbesi eklenmişti.

Bu bir tesadüf olamaz.

Yine 13 yy’da iç karışıklarla kıvranan Avrapa’da kara vebanın ortaya çıkması da bir tesadüf olamaz.

İnsanlar savaşa kilitlenince, sağlık geride kalıyor, sürekli öteleniyor,hatta önemsiz hale geliyor.

Suriye , Libya, Sudan ve Yemen’de süren çatışmalar insanların yaşam standardını ne kadar düşürdüğü ortada. Ne sağlık var, ne de insanca bir yaşam.

Şimdi de  coronavirüs çıktı ortaya. Tahmin bile edemeyeceğimiz kadar güçlü bir silah.

Çünkü, virüs insandan insana bulaşıyor ve  alabildiğince hızlı hareket ediyor. Ne sınır tanıyor, ne de ordu. Mesela patriot, S 400 ve başka gelişmiş silahlar virüse kâr etmiyor, etkilemiyor.

İnsanları öldürmek için geliştirilen süper silahlar, insanları öldüren küçücük virüsü öldüremiyor, yayılmasını durduramıyor.

Balistik silahlar kıtadan kıtaya kentleri vurabiliyor, ama İran’ın,  Çin’in kalabalık bir kasabasına, İtalya’nın sahil kentine bir moral fişeği bile atamıyor.  

Bu tuhaf zaman insan aklıyla adeta alay ederek, küresel bir salgının göstere göstere yayıldığını bize gösteriyor. Günlerdir tv, gazete ve basın kuruluşları, sosyal medya Çin’de yaşanılanları evimize taşıyor, felaketin ayak seslerini gösteriyor.

Önce Çin, sonra İran ve İtalya ve sırada başka ülkeler Coranavirüs’ün pençesinde.

Oysa kısa bir zaman önce bütün dünya, Ortadoğu meseleleriyle meşguldü, her ülkenin masasında bir Suriye dosyası açık bir şekilde dururken, yüz binleri bulan sığınmacı akını batılı devletlerin korkulu rüyası olmuştu.

Peki şimdi?

Bütün dosyalar rafta.

Çünkü savaş dahil, bütün sorunları örtebilecek bir sorunumuz oldu.

Nur topu gibi değil ama virüslerin kralı, hem de taçlı.

Bu nedenle adına Corana Virüs deniliyor, yani taçlı virüs.

Oysa bu kez durum farklı. Dünya tarihte eşi benzeri olmayan bir refleksle karşı karşıya. Dünya hop oturuyor, hop kalkıyor. Herkesin tek gündemi var; Coranavirüs.

Ne savaş, ne bölgesel anlaşmazlıklar ve ne de ekonomik durgunluk, hiç biri gündemin en tepesine oturamıyor.

 Dünya tek gündemle meşgul.

Tarihin hiçbir evresinde böylesi bir durum yaşanmadı.  Kara Veba Avrupa’da sınırlı kaldı, ebolo Afrika’yı vurdu, sıtma başka bölgeleri.

Ama şimdi durum çok farklı. Son tahlilde dünya tek bir gündeme kilitlenmiş durumda.

Tek gerçeklik virüs çok küçük ve her yerde tetikte bekliyor.

Yani hikaye uzun bir yol hikayesi gibi duruyor.

İnsanlık üç beş ay öncesine kadar 3.Dünya Savaşını tartışırken, bu gün bambaşka ölümcül bir mesele yüzünden tam anlamıyla şoku konuşuyor.

Zerre kadar bile büyüklüğü olmayan bir virüs iki üç ayda bütün dünyayı tehdit etme noktasına geldi. Bu gün corana virüs artık bütün sorunların üzerini örtmüş görünüyor. Çünkü o kadar hızlı ki kimse nerede, ne zaman ortaya çıkacağını tahmin bile edemiyor.

Bu virüsle baş etmenin yoluna gelince, sanıldığı gibi tek başına ilaçla değil, eşitlikçi bir siyasal yaklaşımla çözülür.

Çünkü ülkeler, toplumlar, inançlar, sınıflar arasında ki düşmanlık sistematiği salgınlarla mücadelede en büyük engel.

UNICEF açıklamasında, corana virüsle mücadelede el yıkamanın önemine vurgu yapıyor ama arkasından da dünya genelinde 3 Milyar insanın evlerinde, ellerini sabun ve suyla yıkayacağı bir lavabosunun olmadığı ifade ediliyor.

Yani  yoksul olan bu yığınların virüsten korunması için önlem alabilecek, bahsedilen önlemlere ulaşabilecek güçleri yok.

Bu da küresel salgını daha bir dramatik hale getiriyor.

Gerçeklik bu, buna göre hareket etmek, bu tuhaf zamandan sıyrılmak için küresel bir hareket planı bir zorunluluk artık… ��

Dipnot:

Şop:Salgın hastalık.

Nan Weşey: Kitlesel Açlık çekme