Taşa dönüşen hayaller

    

Urfa Viranşehir’de bir hikaye anlatılır. 600 yıllık, eski bir hikaye. Dengbejlerin, hikaye anlatıcıların, yaşlı bilgelerin  dilinden günümüze ulaşan, aşiret odalarında, koçer çadırlarında, köy meydanlarında anlatılan, dilden dile aktarılan  bir eski zaman hikayesi.

Resmi tarihin kalın defterlerinde bu hikaye var mıdır bilmem?

Hikayenin izleri ise Viranşehir sınırları içinde 600 yıldır olduğu yerde sessizce, sırrını koruyarak duruyor. 

Tek tek insan gücüyle taşınan, binlerce taştan oluşan tepeye yöre de Qûnça Timurleng, yani Timurleng tepesi adı veriliyor. İmparator Timur’in hayatının bir kesitini geçtiği yer, şimdiler de unutulmaya yüz tutsa da, adını taşıyan yığma taş tepe Viranşehir’den 15 km daha Kuzey doğuda bulunan  Oğlakçı Köyünün sınırları içinde yer alıyor.

Yedi yıl önce Timurleng Tepeyi görmeden, yaşlı bir bilgeden hikayesini dinlemiş, bayağı etkilenmiştim.

Her haliyle görmüş geçirmiş birisi olduğu anlaşılan yaşlı anlatıcı, bir taş evin gölgesinde, köylüleri etrafına toplayarak hikayeyi anlatırken, ben de tesadüfen sohbete dahil olmuştum. Doldurulan kaçak çay ve sarılan kaçak tütün eşliğinde, bir tarih canlanıyordu yaşlı bilgenin dilinde.  At kişnemeleri, kılıç şakırdamaları tarihin karanlık dehlizlerinden yankılanarak, bize ulaşıyordu.

Yaşlı anlatıcı da olayı başka dengbejlerden, mesel anlatıcılarından duymuş, böylelikle onlardan aldığı sesi, tekrar içinde yaşadığı topluma aktarma, çevresine anlatma görevi üstlenmişti. Yaşlı bilgenin sesi yankılanıyordu tarihin boşluğunda, sonra Karacadağ’ın zirvesine çarpıp, tekrar kulaklarımıza dönüyordu.

Bu tür anlatıcılara mesel anlatıcısı ya da dengbej deniliyordu Karacadağ  ve çevresinde. Bir gelenekti aslında. Her aşiretin, hatta her köyün bir anlatıcısı vardı. Bu anlatıcılar çoğunlukla erkek olsa da, kadın mesel anlatıcıları da vardı.

Anlatılan hikayeyi o gün fazla önemsememiş olsam da, yaşlı anlatıcının anlatımları zihnimde yer almış, merakımı depreştirmişti. Bu nedenle kısa bir zaman sonra Timurleng Tepsinin izini sürmeye başladım. Hem hikayenin kaynaklarına ulaşmak, hem de tepenin kendisini görmek istiyordum. Tarihin karanlık sayfaları yaşlı dengbejin söylemeleriyle aydınlanmış, bana yol açılmıştı.

Tarih kitapları 1400 yılında Timur’un Viranşehir, Harran ve çevresine seferler düzenlediğini yazıyor ama fazla ayrıntı vermiyordu. Yaşlı anlatıcı ise Timur’un eski tarihlerde, Viranşehir’e yakın bir yerde  ordusuyla konakladığını, burayı terk etmeden de taşlardan yığma bir tepe oluşturduğunu söylüyordu.

Tarihteki izler ve mesel anlatıcının anlatımı keşisince yığma tepeyi görmek, yerinde incelemek için, denilen bölgeye gitmiştim.

Gerçekten de birkaç futbol sahası büyüklüğünde olan alanda, üst üste konulan taşlardan bir tepe karşımda duruyordu. Bir an yaşlı anlatıcının anlatımları aklımda canlanmış, tarih kitaplarının sayfaları devrilmişti bir bir.

Geçmişe dalmış, tarihin karanlık yollarında yürümüş, eski çağların savaşlarında bulmuştum kendimi. Atlılar gelmişti üzerime, oklar sıyırmiştı bedenimi, bir gürcün korkunç darbesiyle kendime gelmiştim.

İşin hikaye kısmı olmasa, bir taş yığınıydı burası. Ne harç vardı,ne de bir düzen, üst üste yığın haline getirilen taşlardan oluşan bir tepe, belki de bir anıt.

Kürtçe’de bu tür yerlere qûnç yani yığma taş deniliyordu. Genellikle de unutulması istenilmeyen yerlerin kolay bulunması, zihinlerde kalması için taşlardan bir yığma oluşturuluyordu. Yani her qunç bir hikaye barındırıyor, bir olaya işaret ediyordu.

Timur da bunu bildiği için bu yığma tepeyi oluşturmuş, ordusunun gücünün utulmamasını istemişti büyük bir ihtimalle. Çünkü her katliama, vahşet ve talana kanla adını yazdırıyor, korkuyu salıyordu kılıcının uzandığı her yere.

Hikaye bu ya anlatılır, denilir ki;tarihin birinde Timur Karacadağ üzerinden Viranşehir’e saldırmadan, on beş km uzaklıkta bulunan düzlükte ordusuna konaklama emri vermiş. Bir karınca sürüsünü andıran ordusu dinlenmek için çadırlar kurmuş, ateşler yakmış, gece dinlenmeye geçmiş.

Savaş yorgunu ordu gece deliksiz uyurken, Timur ise ertesi günün hesabını yapıyormuş çadırında.

Gün doğduğunda orduysuna  sefer için hazırlık emri vermiş.Ve eklemiş, her asker kocaman bir taşı, ateş yanan yere üst üste yığsın.

Askerler Timurleng’in kule yapma merakını bildikleri için şaşırmamışlar. Her asker  kocaman bir taş taşımış ,ateş yanan alana. Kısa sürede bu taşlardan bir tepe oluşmuş.

Timur tepeye, en yükseğe çıkarak askerlerine seslenmiş.

“Aslanlarım, atalarımızın kanını taşıyan yiğitlerim,

Burada bir tarih yazıyoruz. Bu tepe bizim şanımız olacak, her taş bir adı temsil edecek. Birazdan bir kentte gireceğiz. Orada bizi bekleyen vahşi bir düşman olacak. Sakın ola merhamet göstermeyin. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın. Önünüze ne çıkarsa ezin, kesin, yıkın. Yıkın ki şanımız yedi asır sonra duyulsun, sesimiz gökyüzüne ulaşsın. Gazanız mübarek olsun.”diyip, yürüyüş emri vermiş.

Kısa sürede Viranşehir kent merkezinde korkunç bir savaş başlamış. Dört bir tarafı surlarla kaplı, eski kent direnmiş bir bütün olarak. Ama karınca sürüsünü andıran Moğol ordusu acımasızca saldırmış, canlı adına hiçbir şey bırakmadan kenti yerle bir etmiş, kentten ayrılırken de, ateşe vermiş.

Yangın öylesine büyümüş ki, dumanlar 90 km uzakta bulunan Riha şehrinden görülmüş.

Timur bu, durur mu?

Önüne engel olan her köy, kasaba ve şehir aynı vahşeti yaşamış. Denilir ki o dönem bilim merkezi olan Harran da saldırılardan nasibini almış, korkunç bir yıkıma uğramış.

Aradan zaman geçmiş. Timur ta Suriye çöllerine kadar uzanmış, Anadolu içlerinde Yıldırım Beyazit’le Ankara savaşına tutuşmuş, Osmanlı Padişah’ını esir alarak, Osmanlı’ya sarsıcı bir darbe indirmiş. Osmanlı tarihinde fetret devri olarak bilinen zamana denk gelen hikaye, Timur’un Suriye üzerinden geri dönüp, Çin’e sefer düzenleme girişimiyle devam etmiş.

Timur geri dönmüş aynı yollardan. Geçtiği yerlerde insan bedenlerinden kuleler yapmış, yollarda insan kafalarını sergilemiş. Viranşehir’e tekrar geldiğinde aynı yerde konaklamış, görkemini görmek için askerleri tarafından oluşturulan taş tepeye çıkmış.

Sefere çıktığında bir karınca sürüsünü andıran ordusunun büyük kısmının yok olduğunu, geriye kalanların da içler açısı halini görünce hayatında ilk defa ürkmüş, Çin seferine bu haliyle çıkamayacağını anlasa da, şanına leke getirmemek için sefere devam kararı almış.

Denilir anlatılır ki Timur , Çin Seferine çıktığı yolda, ordusunun son haline öylesine üzülmüş  ki,  hastalanmış, sefer yolunda hayatını kaybetmiş.

Timur ölmüş ama geride yüz binlerce ölü, onlarca yanmış, yıkılmış kent kalmış. İnsan bedenlerinden oluşturulan kuleler, insan kafataslarından oluşan anıtlar ise işin cabası.

Bu gün Viranşehir ‘de  sessizce duran o taşlar, her biri bir Moğol Askerini temsil ediyor. Her biri farklı ağırlıkta ve değişik boyutlarda.

Bir anıt gibi orada duruyor.

Sessiz ve ağlamaklı.

Ölümün soğuk yüzü, taşlarda saklı kalmış bir halde, ovanın tam ortasında bir ibret-i alem olarak duruyor.

Bir tepe olmaktan öte, sanki bir anıt gibi; dağılmış, savrulmuş, rasgele üst üste konulmuş bir taş yığını olarak duruyor. Timur’un şanı, her biri Moğal askerinin taşlaşmış hayallerin ifadesi olarak, Timurleng Tepesi varlığını sürdürüyor…

Timurleng Tepesinin Kuş Bakışı görüntüsü.

Sıradanlaşan hayattan, sıra dışı bir an…

Yazı ve Fotoğraf  merakım daha küçük yaşlarda başladı. Ailemin imkanı aslında fotoğraf ve yazının peşinde koşmama müsait değildi. Ailem bir an önce okulu bitirip, devlet kapısında memur olmamı istiyorlardı.

O dönem genel olarak bütün aileler böyle düşünüyorlardı. Çünkü devlet kapısı bir kurtuluş olarak görülüyordu.

Ailemin isteklerine denk bir öğrenciliğim olsa da, çalışkan bir öğrenci değildim. Daha çok hayal ettiğim dünyanın ışıltılarını yakalamaya çalışıyordum. Arkadaşlarım matematik çalışırken, ben bozuk fotoğraf makineleriyle fotoğraf çekiyor, Yaşar Kemal okuyor, yerel ve genel basına hiçbir ücret almadan gönüllü  muhabirlik yapıyordum.

Neyse ki okulu bitirdim, takdirlik bir öğrenci olmasam da kitap okumanın faydasıyla bazı derslerden yüksek notlar almayı başarmıştım.

Lise bitip, üniversite yılları başladığında fotoğraf hayatımda daha fazla yer almaya başladı. İlk sergimi Eğitim’de okurken, resim atölyesinde açtım.

İlgi beni bayağı motive etti. Daha büyük hedefler önüme koymaya başladım, bazı gazetelerin kapısını çalmaya, muhabirlik işini ilerletmeye başladım.

Okul bitince fotoğraf ve gazete merakım ve öğretmenlik mesleği beni bir yol ayrımına getirdi. Tercihim gazetecilikti ama yaşam gerçekliğim öğretmenliği dayatıyordu. Çünkü düzenli maaş alacak bir gazetede iş bulmam imkansız gibiydi.  Bu nedenle öğretmenliği seçmek zorunda kaldım.

Öğretmenliğe başladıktan sonra fotoğraf ve yazı işi biraz gerilere itildi. Ama zaman zaman birkaç karma sergiye katıldım, fotoğraflarımı bazı dergi ve gazetelere göndermeye devam ettim. Ama artık bir öğretmendim. Herkes benin fotoğraf ve gazetecilik sevdamı ötelemem gerektiğini söylüyordu.

Bu nedenle 90-95 yılları arasında fotoğraf çekmeme rağmen, çok yoğunlaşamadım. Hatta bir süre koptum denilebilir. Ama sonra yeniden merakım depreşti.

İşte tam da bu dönemde Urfa merkezde öğretmenlik yıllarımda bir sergi açma fikri gelişti zihnimde. Çalışmalarımı gözden geçirdim, olanaklarım son derece kıt ve sıkıntılıydı. Her hangi bir sponsorum yoktu, bir kurum kuruluştan destek almıyordum.

Buna rağmen negatiflerimden  elli adet fotoğraf belirledim, tab için fotoğrafçıya verdim. Çerçeve, paspartu ve benzer malzemeleri zor bela ayarladım.

Önce Kültür Bakanlığına bağlı sergi salonuna müracaat ettim.  Tamam dediler, ben de hazırlığımı devam ettim, afiş bastırdım, davetiye dağıttım. Ama sergiye iki üç gün kala, “Kusura bakmayın valiliğin bir programı nedeniyle sergi salonunu size tahsis edemiyoruz.” Dediler. Şok oldum ama yapacak bir şey yok. Bir çözüm bulmam lazım, bu hazırlıklar boşa gitmemeli diye düşündüm.

Aklıma kenttin ikinci sergi salonu geldi. Hemen Sanayi ve Ticaret Odasına koştum. Dilekçe, görüşme, bekleme derken “tamam” dediler.

Rahatladım, afişleri tek tek değiştirdin, davetiye dağıtılan yerlere tekrar davetiye verdim.  Artık bir sorun çıkmaz umuduyla açılışa kilitlenmek üzereyken, Sanayi ve Ticaret Odasından da haber geldi, maalesef salon dolu!

Bu kez şok yerine kahroldum.

Gidebileceğim kapı kalmadı, kentte başka salon da yoktu.

Bir ara  fotoğrafları evde sergilemeyi bile düşündüm, ama sonra saçma olur düşüncesiyle vazgeçtim.

Bir iki gün dolandım ortalıkta.  Sonra sürekli fotoğraf için ziyaret ettiğim, mağarada  ip eğiren yaşlı usta aklıma geldi.

Hemen oraya, mağaraya koştum.

Yaşlı amca her zaman ki gibi mağarasında eski yöntemlerle ip eğiriyordu. Beni tanıdığı için istifini bozmadan işine devam etti.

Ben de sessizce bir kenarda izlemeye başladım.

Mağara hem eski, hem de rahat 100 m2 var. Yani işimi görür. Üstelik eski tezgahlar, ip eğirme dolapları işe daha otantiklik katabilirdi.

Tek sıkıntı, mağarada elektrik yoktu..

Ara verdiğinde, konuşmaya başladık. Önce sıcak bakmadı, ne dediğimi tam anlamadı.

Neyse ki ikna etme yollarını buldum. Birkaç kez gidip, gelmem ikna etmeme yetti. Zor olsa da,inadını kırdım ve sergi için on beş gün süre aldım.

Usta anahtarı bana vererek, sergiden sonra geleceğini söyleyerek mağaradan ayrıldı.

Ben, mağara ve asırlık ip eğirme dolaplarıyla baş başa kaldım.

O gece sabaha kadar, yapacaklarımı kafamda tasarladım.

Ertesi gün hemen işe koyuldum. Yıllardır mağarada yakılan ateşten isle kaplı yek pare kaya yüzeyini toz kireçle dezenfekte ettim. Sim siyah is tabakasına, beyaz toz kireç serpiştirmek, bir tezatlık oluştursa da, ortaya hoş bir görüntü çıktı.

Sonra ilaçladım. İlaçlama işi için belediye emekçilerini ikna etmem kolay oldu.  Sağ olsunlar, beni kırmadılar.

İki üç kez ilaçlama yaparak mağarayı daha hijyen hale getirdiler…

Mağara çok eskiydi. Belli ki yıllar,asırlar önce burada  hayat sürmüştü.

Mağaranın orijinalliğini hiç bozmadan, hiçbir şeye dokunmadan fotoğrafları tezgahların üzerine, eğriltilen iplere astım. Örümcek ağları ayrı bir desen oluşturdu.

Elektirik için Balıklıgöl Vadisinden sorumlu Vali Yadımcısı Hasan Duruer’e gittim. Bir sergi açacağımı söyledim. Durumu anlattım. Sanırım derinlikli düşünmeden, görevlilere yardımcı olun talimatını verdi.

Böylelikle mağaraya uzun bir kablo ile elektrik çekildi. Bir iki güçlü projektör, mağaraya ayrı bir hava verdi.

Bu kez davetiye dağıtmadım, el altında dostlara, gazetecilere haber gönderdim.  Ve sergi açılışına bütün gazetecileri çekmeyi başardım.

Çok sayıda gazeteci mağarada sergi fikrini ilginç bulacak ki, mağaraya akın etmişti. Ben klasik bir açılış yapılmayacağını ifade ettikten sonra,  salon vermeme sürecini açıkladım. Mağarada sergi açmam aslında bir protesto biçimidir diye ifade ettim.  Ben salon istedim, ama sergim için salon vermediler dedim.

Gazeteciler şaşkın, ilginç bir mekanda sergi fikrine ince bir protesto da eklenince, haber bir anda önemli oldu.

Basına düştüğü gibi, gelemeyen gazeteciler de mağaraya akın ettiler.

O gün oldukça popüler olan Ali Kırca ana haber bültenine meseleyi taşıdı. Sanat 3 bin yıl sonra mağaraya geri döndü diye haber yaptı. Tabii salon verilmediği de haber de sık sık işlendi.

Canlı telefon bağlantısı olacaktı, ama  o gece Çiller hükümeti istifa ettiği için gündemin gerisinde kaldım.

Sergi tıklım tıklım, ilgi düşündüğümden fazla, duyan geliyor.

Tabii bu ara dedikodular da yayılmaya, sergi afişi yırtılma başlandı. TV ve gazeteler haberi verince, polis de devreye girdi.Tek tek sergi fotoğrafları videoya çekildi, fotoğraf isimleri tespit edildi. Bazı kişilerin olayı başka yerlere çekmeye çalışması neyse ki boşa çıktı.

1998 yılının Haziran ayında açtığım“Bir Yürek Mezopotamya” adlı sergime günde ortalama 700 kişi ziyaret etti. Fikret Otyam bizzat sergiyi merak ettiği için Antalya’dan kalkıp geldi.

Japonya’dan, İngiltere’den, Kanada’dan izleyicilerim oldu. 12 basın kuruluşu, iki tv, onlarca dergi haberi verdi, röportajım yayımlandı.

Röportajı yayınlayanlardan  biri de dosttum A. Rezzak Elçi’ydi. O tarihte sergiyi Yazgı Dergisinin sayfalarına taşıdı. Kendisine o gün teşekkür etmiştim, ama buradan tekrar teşekkür ediyor, kalemine sağlık diyorum.

Yazıyı sizinle paylaşmak istedim. Benim için önemli bir belge.

Okunsun, yaşanmışlıklara tanıklık edilsin diye paylaşıyorum.

Aradan 22 yıl geçti.

Ve ben hala fotoğraf peşinde koşan 51 yaşında birisiyim.

Umudumu kaybetmedim, asla umutsuz olmadım.

Umudun fotoğraflarını çekmeye çalıştım, çalışıyorum.  Bu gün geçmişe göre daha fazla deneyim kazandım ama zorluklarda zerre azalma olmadı.

İlginç olan da bu zaten…

Bilin istedim.

Terk edilmiş bir Orkide

İki yıl önce kiralık ev ararken, boş evlerden birisinde terk edilmiş, kurumak üzere bulduğum orkide birkaç gündür çiçek açmaya başladı. Tam ölmek üzereyken, birkaç damla suyla hayata dönmüştü. Geçen yıl birkaç yaprak çoğalarak bu yıla ulaştı ve birkaç gündür de çiçeklenme başladı.

Paylaşmak istedim.

Küçük duygular, biliyorum.

Derinliği olmayan düşünceler.

Ama fotoğrafları beğeneceğinizi düşünüyorum…

Kengere dair…

Bu gün iki önemli mesaj aldım. Biri Karacadağ Bucağından, diğeri Siverek merkezden. Her ikisi de kenger ile ilgiliydi.

Sizinle paylaşma gereği duydum.

Bu hem eksiklerimi tamamlar, hem de sizinle canlı bir bağ oluşturmama neden olur.

“Şeyhmus  hocam merhaba…

Dünkü yazınızı okudum oldukça beğendim.kengeri  ve Karacadağ  hakkında  bilgi vermeniz oldukça  alkışlanacak bir hareket teşekkür ediyorum 

Ben Siverekliyim. Karacadağ bucağında ikamet etmekteyim 

Sizinle geçmenin bir diğer ikinci nedeni 

Kengerin artık eskisi gibi olmadığı aşırı tüketim sonucu artık bitme noktasına geldiğini söyleyebiliriz 

Bu hakkında çeşitli kurumlara (TEMA)

Başvurdum ama ilgi gösteren olmadı 

Kengeri alanda kullanıyorduk; yemek ,ısınma, evlerin onarımında, hayvanın kışlık olarak yiyeceği besi gibi gibi 

Ayrıca kökün alındığı için kurumakta 

ve bu kengerler büyüdüğü zaman kuşlar üzerinde yuva yapardı 

Artık ne yazık ki o kuşlar da yok 

Çünkü artık eskisi gibi büyümüyor 

Umarım bu yazıyı görürsünüz 

Çeşitli ilgibi kuruluşlara  bilgi verirsiniz 

İlla ki bu konuda duyarlı ,çevreci vatandaşlarımız vardır 

Teşekkür eder, iyi günler dilerim.

Ahmet Koksa Karacadag Bucagı.

Saygılarımla “

Kendisine duyarlı davranıp, çaba gösterdiği için teşekkür ederim. Umarım sesimizi birileri duyar.

İkinci mesaj da Mehmet Alkanat’tan.

Siverek’te kenger pazarı henüz boş diyor.

Onu da paylaşmak istedim sizinle. �8�y�A��

Hayatın içinden çeşitlemeler…

Baharı çağrıştıran bir günde, güzel cümleler kurmak, şiir tadında bir günaydın demek isterdim. Ama mevcut fotoğraf ne günaydın demeyi, ne de baharı çağrıştıran günü görmeyi mümkün kılıyor. Kahvaltı bile zor geliyor artık.

Neye üzüleyim, neyi kafama takayım,bilemiyorum. Gelen ölüm haberlerine mi üzüleyim, yoksa binlerce insanın bilinmezliğe sürüklenmesine mi?

Yoksa buna sebep olan zavallılara mı üzüleyim?

Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum.

Tam bir umutsuzluk vakası benimkisi.

Bu sabah  mutfakta akşamdan kalma elmayı ısırdığımda ağzıma beyaz kısmının altında çürüyen kısmı gelince, hemen olduğu gibi çıkardım.

Uzun uzun elmaya baktım, inceledim, dış kabuğunun canlılığına baktım. Ne kadar yanılmışım. Dışı müthiş iyi görünüyor ama içi çekirdekten başlayarak çürümüş bir halde dışa doğru ilerliyormuş.

Way limi nê!

Demek ki insan dışa aldanmayacak. Çünkü iç çürüdü mü, dışının bir önemi ve tadı kalmıyor. Önemli olan içten çürümeme.

Bu nedenle elma alırken hep tetikte olurum. Acaba dıştan içe doğru bir iz var mı diye bakar, bakar dururum. Ama hiçbir zaman da izi yakalayamam, içten çürümeyi göremem.

Neyse mesele açık ve net. Bir elma içten çürümüşse, yenilecek hal kalmamıştır. Tek yapılması gereken çöpe atmaktır. Doğada çürüyüp, yeşermesi de mümkün değildir. Çünkü önce tohumu çürümüştür. Yani geri dönüşü olmayan bir yoldadır.

Çürüme bütün benliğini saracak, bütün hücreleri ölecektir. Kurtulma imkansızdır.

Oysa dış kabukta başlayan bir çürümenin atılıp, geri kalanla idare etme, tohumunu yeşertme imkanı vardır.

Ama içten çürümeyle idare etme yolu yoktur.

İnsan da öyle değil midir?

İçi habisli olanın, kurtulma umudu ne kadardır, düşünün artık.

Dün uzuktan gelen bir dostla tanıştım. Birbirimizi hiç görmemiştik, tanımıyorduk. Biraz geciktim, bildiğim yolları şaşırdım ve metro inşaatı nedeniyle olmam gereken saatte, denilen mekana ulaşamadım. Özür dilesem bile nafile. Zamanından çaldım, kısa bir zaman dilimi de olsa güvensiz bir izlenim verdim.

Bu atmosferde merhabalaştık, iki tanıdık gibi oturduk.

Zaman kıttı, vakit gece yarısıydı.

Bu nedenle sözcüklerde tasarruf ettik sanırım.  İki müthiş kavram beni kendime getirdi. Biri uzaktan gelen dost ‘Kentler İstif merkezi’ diye bir cümle kurdu. Müthiş bir tespit dedim kendi kendime. Bir an düşündüm, son dört yılı. İstiflenen hayatlar gözlerimde canlandı. Kendimi bir çuval gibi gördüm, istiflenen bir yük misali kentlerin varoşlarında, eskimiş köşelerinde buldum kendimi.

Sonuç savrulmuş dört yıl, istiflenmiş dokuz ay, preslenmiş bir yaşam kesiti.  

“İnsanın çıldırma hakkı” bile yok diyor sevgili dost. Evet gerçekten öyle, insan bazen tıkanıyor, bağırmak istiyor, isyan edesi geliyor.

Ama bu bile mümkün değil.

Her şey sus pus. Preslenmiş, istiflenmiş bir halde.

….

Dört yıldır bize küsen, hayatın olumsuz enerjisinden etkilenen ve toprakta mahsur kalan çiçeğimiz nihayetinde bir döl vermeye başladı.

Tam dört yıldır bekliyorduk. Ama çiçeğimiz inadına bekledi, olanları görüyormuşçasına dölünü gün ışığına ulaştırmadı.

Oysa yılda birkaç kez filizlenirdi çiçeğimiz. Hatta onlarca kişiye filiz verdik, döllerini başka saksılarda yeşerttik.

Ama dört yıl önce hayatımızın alabora olması sanırım, en çok çiçeği vurdu.

Sustu, büyümesini durdurdu, yeşilliğini korudu  ama beklemeye başladı.

Bekledi.

Bekledi.

Ta ki bu gune kadar.

Bu gün toprağı delen filizi belirginleşti artık.  Güneşle buluşan yeni filiz, boy vermek için büyüme moduna geçmiş durumda.

İnsan bunca ateş ve ölüm dalgası altında, bu filizlenmeyi önemsiyor, umut bağlıyor.  Bir an unutmak, her şeyi silmek istiyor.

Ama silmenin, unutmanın mümkün olmadığını da biliyor.

Acıları hissediyorum, çünkü insanım. Acıları bastırmak da çözüm değil, mesele acılara sebep olan habisleri temizlemek, iyileştirmek.

Hepsi bu,

Lütfen içinizde ki insanı uyandırın…

Bahar, Kenger ve Karacadağ…

Karacadağ’ın yüksek yaylalarında karlar erimeye başladığında, havada bir ıslaklık ve nem baş gösterir. Soğuk kısmen de olsa etkisini kaybeder, ortam daha sıcak bir sürece evrilir.

Bahar gelmiş, kenger topraktaki uykusundan uyanmıştır.

Mezopotamya’nın yüksek platolarında kenger baharın habercisi, toprağın bereketidir. Bahar kendini hissettirmeye başladığında, kenger de toprağı delip, filizlenmeye başlar, baharı muştular.

Kışı sert geçen yüksek rakımlı dağlar, platolar kenger için uygun yetişme alanlarıdır. Kar ve yağmur suları kengeri daha bir besler, daha kolay bir şekilde toprakta kök salmasına neden olur. Özellikle de kıraç bölgelerde yabani bir şekilde kendiliğinden yetişen dikensi bir bitki olup,  Karacadağ, Ağrı, Malatya, Van ve çevresinde oldukça geniş alanlarda rastlamak mümkündür. Kengerin  toprak yüzeyinde  dikensi birkaç küçük yaprağı görülürken, asıl gövdesi toprakta saklıdır. Kengerin en makulü işaret parmağı kadar ince ve biraz daha uzun olanıdır.

Kenger, Karacadağ  ve çevresinde apayrı bir öneme sahiptir. Çünkü toprak hem kıraç, hem de tarıma elverişsizdir.  Geniş platolar yabani bitkiye uygun bir ortam sunar. Yani kenger için en uygun ortam Karacadağ’dadır. Kış sert ve yağışlı, bahar ise kısmen ılıman geçtiği için kenger kolaylıkla yaşam alanı bulur.

Bu nedenle Karacadağ denilince akla ilk kenger gelir. Bir taş denizini andıran koca dağda kenger her yerde, taşlar arasında yetişir. Köylerin yanı başında, dere kenerlarında ve yüksek yaylalarda kenger kaynar. Mezopotamya’nın değişik bölgelerde yetişse de, en lezzetli olanı Karacadağ’ın yüksek yaylalarında yetişenidir. Buradaki kengerler, kar gibi beyaz, sulu, kendine has bir tadı ve dolgun gövdesiyle kendini belli eder.Gövdesini toprakta korusa da, bahar geldiğinde kenger toplayan kadınların gözlerinden kaçamaz. 

Kenger ya da Kereng   adı verilen bu dikensi bitkinin tam mevsimindeyiz. Bu mevsimde kenger topraktan fışkırır, dağ taş kengere kesilir.Kar eridikçe, yağmur yağdıkça bollaşır, insanları kendine çeker. Özellikle dar gelirli, yoksul kadınlar, çoban ve çocuklar kengerin izinde dağ, bayır dolaşır; sevinir, topraktan söker, evlerine, pazarlara taşır.

Karacadağ ve çevresinden bu mevsimde toprak ısınmaya, üzerinde ki kar kütlesini atmaya hazırlanır. Kenger de aynı düzeyde kar ve yağmur suyunu bünyesine çekerek, toprakta kök bağlar ve filizlenmeye başlar. Yani toprak ısınmaya, mevsim bahara evirilmeye başladığında kenger de birkaç santimetrelik dikenli yeşil yaprağıyla toprak yüzeyine çıkar.

Karacağ yöresinde kenger sadece bir bitki değil, aynı zamanda onlarca aile için bir geçim kaynağıdır.  Hakkında stranlar* söylenen,söylenceler dile getirilen bir eski çağ bitkisidir. Kıraç topraklarda varlığını sürdüren, natürel kalan; ne ilaca, ne de ekstra suya ihtiyaç duyan endemik bir bitki türüdür.

Çünkü kenger kışın kar sularıyla beslenir,  güneşin az ısısıyla yeşerir, bahar yağmurlarında kök salar, mevsim sonunda boy atan bir dikene, kurumadan da kökünde salgılanan süte benzer sıvısı doğal bir sakıza, kavurucu sıcaklar da ise kuruyan bir odunsu bitkiye dönüşür. Hem dikendir, hem de yenilen leziz bir sebzedir. Kürt Mutfağının en eski, en kadim besin öğesidir. Hem çiğ yenilir, hem de çeşit çeşit pişirilerek, leziz yemekler yapılır.

Kîzik**denilen demir çubuklarla topraktan sökülen kenger kuruduğunda  kökünden ayrılır. Talazok*** ve rüzgarla savrulur, savruldukça  geniş bir alana yayılır, tohumunu toprağa bırakır, böylelikle ertesi yıl filizlenmek için pusuya yatar.

Önemsiz gibi görülen ama aslında yüzlerce ailenin hayatında önemli bir yer kaplayan kenger,modern hayatın dışındadır. Uzak ve kuytu köşelerde yetişen yabani bir sebzedir. Yağmurda, serin havalarda, yakıcı rüzgarlarda kenger sökmek, bir bir toplamak zor ve zahmetli bir iştir.

Ekim alanları var mıdır bilmiyorum. Şimdiye kadar duymadım, bir yerde okumadım. Çünkü kenger kendine has bir bitkidir. Neslini kendisi devam ettirir, insan eliyle tohumunun ekimine fırsat vermez.

Bundandır ki şimdiye kadar kenger ekimi yapan kimse çıkmamıştır. Ya da kenger ekonomik bir bitki olarak görülmedi için tarımsal alanlara taşınmamış, modern ziraatta varlığı söz konusu olmamıştır. Dağda, bayırda kendiliğinden yetişen, kültürü zerre değişmeyerek, varlığını sürdürmektedir.

Ama dağ, bayır giderek daralmakta, insan eliyle doğal alanlar yok edilmektedir.  İlaçlama ve kimyevi gübreler kenger için  olumsuzluk yaratsa da, yetişme alanları hala çoktur.

Kenger tamamıyla endemik bir bitki, kendine has bir dikendir. Ne ekebilirsin, ne de yeşermesini engelleyebilirsin. Yeter ki ilaç görmesin, toprak sürülüp, kazınmasın. Kıraç toprakların doğal ve organik üründür. Kendiliğinden yeşerir, herhangi bir işleme gerek duymaz. Verimi tamamıyla yağmur, güneş ve toprağa bağlıdır. Topraktan sökmenin dışında insan emeğine de ihtiyaç duymaz.

Çocukluğumdan beri bilirim. Bilirim ki kenger kad û beladan kalma bir bitkidir. Eski çağlardan kalan, avcı ve toplayıcı toplumların günümüze mirasıdır. Yeryüzünde ki yaşı hakkında bilgim olmasa da, en eski bitkilerden olduğu kesindir.

Yetişme alanları Mezopotamya coğrafyasını aşan bu bitkinin bir çok dağlık bölgede yetiştiği bilinmektedir. Özellikle Asya kıtasının kıraç platolarında, dağların kuytularında yetiştiği görülse de, her yörenin kengere bakışı farklıdır. Kimi bölge kengeri aş olarak görürken, kimisi sıradan bir diken olarak bilir. Belki de kengerin toplumdaki değeri, yine toplumun iktisadi yapısıyla alakalıdır. Yokluk, yoksulluk kengeri sofraya taşımış olabilir. Ama nedeni ne olursa olsun, kenger gerçekten harika bir sebzedir.

Öte yandan kenger hakkında söylenen söylenceler her yörede farklı olsa da özü aynıdır. Bütün söylencelerde yüksek yerlerde yetişen kenger  baharın başlangıcı, yoksulun aşı, rüzgarın yoldaşıdır. Bu nedenle kengere sormuşlar “yurdun neresi?”

“Ben bilmem, rüzgar bilir.” demiş.

Bahar mevsiminde Karacadağ ve çevresinde onlarca kadın kenger toplamaya, kengeri topraktan sökmeye yaylalara çıkar.  Aynı zamanda Karacadağ köylüleri, çoban ve çocukları sabah erkenden kengerin izini sürmeye, topraktan sökerek, çarşıya, pazara ulaştırmaya telaşına girer. Kimisi ihtiyacı kadar toplar, kimisi ise sökebildiği kadar toplayarak, işi ticari bir faaliyete dönüştürür. Müşterisi yöre insanıdır. En uzak diyarla taşınsa de, kengerin yılda bir de olsa sofrasına gelmesini ister. Bu nedenle son yıllarda toplanan kengerler uzak illere, sınır ötesi coğrafyalara gönderildiği de görülmektedir. 

Baharın habercisi, yoksulun aşı, rüzgarın yoldaşı, çobanın dostu kenger belki de dünyada naturel kalan tek ya da az sayıda ki sebzelerden biridir.

Olur ya, yolunuz baharda Karacadağ’a düşerse, kengerden yapılmış yemeklerden tadmadan, yemeden ayrılmayın.

Kengerin iyi bir diyet besini olduğunu görecek, çok seveceksiniz.

*Halk türküsü

**Kengeri topraktan sökmek için kullanılan demir çubuk…

***Küçük hortum