Tahta kalemin, kömür karası ucu…

Gece bitip, Güneş doğduğunda, hayat yeniden başlıyor sanki. Her şey yeniden kendini var ediyor, yeni zamana hazırlanıyor.  Kuşlar, ağaçlar, küçük ya da büyük canlılar güneşin doğumuna göre konumlanıyor…Uyanıyor her şey.

İstesin, istemesin Güneş belirleyici oluyor.

Sabahın köründe elimde eskimiş, yarım kalmış bir kurşun kalem, buruşmuş bir kağıt, gözlerimde dünden kalma bir uyku güneşin ilk ışıklarıyla ayaktayım. Homurtusu kentin, abartmanın boşluğunda bir çoban ezgisi, kaval melodisi ve zamanın yeniden doğum anı.

Her şey eskinin aynısı ve tekrarı gibi olsa da, zaman denilen kavram kendini yeniden üretiyor. An, şimdiki zamana, şimdiki zaman geçmiş zamana akıyor, ışıkla birlikte.

Yeniden, bir baştan bir başa.

Işık kalemin siyah ucunda kağıda düşüyor, bir başlangıç melodisi dile geliyor. Belki de Rodrigez Konçertosuna dalıp, bilmediğim bir dünyaya uzanmalıyım ya da bir ney ustasından dinlemeliyim ve hissetmeliyim aşkın sonsuz ateşini.

Sessizlik…

Uzunca bir süre sessizlik.

Belki  tam da bu vakit, duyulur zamanın sesi. Ama duyulmuyor makinelerin homurtusundan, insanın gürültüsünden. Şehirler boğuyor bütün sesleri ve zamanı.

Dün geçmiş zaman, içinde bulunduğumuz an şimdiki zaman. Dilbilim öğretesi edasıyla zaman akıyor, zamanın derinliğine. Zaman aktıkça her şey eskiyor ve bazı kavramlar, eşyalar, değerler elden kayıp gidiyor. Kimisi çürüyor, buharlaşıyor ve yok oluyor. Yok oluyor, ama aynı zamanda, zaman yeniden doğuyor, yok oluşta var oluyor, zaman zamanı doğuruyor.

İnsan , insanı!

Her şey doğumda gizli sanki.

Bu doğanın kanunu. Zaman akıp, yeni olan her şeyi eskitecek ve insanlar yeni için hep geçmişi kurcalayacak, geçmişin peşinde koşacak ve yeniye ulaşmak için korkunç bir enerji harcayacak.

Denilir ki ‘gelecek, geçmişte saklıdır.’

Ne derece doğru bilemem. Bilinen odur ki zaman sarmalı, bir zincir halkaları gibi birbirine bağlı ve en önemlisi bir sıvı gibi akışkan. Bu nedenle geride kalan her şey, daha bir değerli olur. Sevinçler, fotoğraflar, acılar, hatıralar, mekânlar, taşlar ve insan emeği ile nakış nakış işlenen kitabeler.

Geçmişe varmak en azından şimdi mümkün gibi görünmüyor, yaşam geleceğe akıyor durmadan. Geçmişe yolculuk ütopyası olsa da, henüz geçmişe akmak mümkün olmadı. Kalem çizdi geçmişi, anlattı bütün ihtişamıyla, devasa taş eserler kaldı geçmişten geleceğe. Kalem kağıda silinmez izler bırakınca,  gelecek belirdi sisler içinde…

Yani her şeyin başlangıcı, kalemin kağıda düşen lekesine bağlı. Küçük bir nokta ama bir adım gibi, bir yaydan fırlayan ok gibi devamı gelir. Kâğıda düşünce düşünce, zaman içinde yol almaya, etrafına ışık saçmaya başlar…

Bu nedenle kalemin ve kâğıdın gücüne inanıyorum.  Bütün zamanlarda bunu görüyorum, gücünü tahta kalemde hissediyorum. Elimdeki eskimiş, pörsümüş kalemde…

Kesinlikle insan duyguları kalpten parmaklara, parmaktan kaleme, kalemden kağıda akar.  Kimi zaman belki taşa yazılır, kitabelere kazınır, sonsuzluğa karışır.

Tıpkı zaman gibi.

Ne engel tanır, ne de sınır.

Akar durmadan.

Sınırlamak, durmak gerekse bile kağıda akar.

Kimi zaman ise sadece zihinlere akar, daha büyük kalkışmalara hazırlanmak için. Zihinlerde demlenir ve yeniden kendini üretir.

İlginçtir ki bu üretim, kendisinin de sonunu hazırlar. Kalem makineyi çizdi, ama artık makine kalemi üretiyor. Yani makineler yaşam ortağımız artık. Ne düşünsek, ne yapsak, bütün ince hesaplarıyla kayıttalar. İstesek, istemesek. Teknoloji kalbimizin, beynimizin bütün kıvrımlarında geziniyor kontrolsüz.

Ama şu da var ki, duygudan yoksun makineler bir şeyleri eksik bırakır, akan ırmağa  setler yerleştirir,

soğuk ve duygusuz davranır.Eksik kalan nedir diye sormuyorum, teknolojinin akıllı araçları bir şeyleri eksik bırakıyor, kalbi duyguları azaltıyor zamanla.

Kalem öyle değil, kesinlikle öyle değil. Belki de tahta oluşundandır. Ne de olsa canlılık özeliğini hiçbir zaman kaybetmez tahta. Bir damla su bulsun, canlanmaya başlar.

Bir ruha ve derin duygulara sahip olur, zamana can katar.

Kalem kağıtta gezinirken, sözcükler dans eder.  Ne kuytu kalır, ne de mahrem. Her şey dile gelir. Gizli sadece sözde kalır, bilinen zamana akar. Tahta kalem, kömürün karasında ak ve pak düşünceler yazar ve karanlıkta bir kıvılcım çakar. İşte o kıvılcım koca karanlığı an içinde aydınlatır, çevreyi seçmeye yarar.

Yani hiçbir şey kalemin yerini alamaz. İlk tabletten bu yana değişmez kuraldır. Kalem kılıçtan keskin, sözden öte, taşlara kazınacak kadar kalıcıdır.

Bu nedenle kalemle kağıdın izdivacında bütün kelimeler iç içe erir, yek vücut olur, zamana karışır ve sonra yeniden ayrılır.

Olağanüstü bir dans gösterisi gibi.

Şimdi yeryüzü ezgilerinde, bütün sözcükler, bütün diller dansa durmakta zaman denilen sonsuz tünelde.

Bir çobanın kavalında, bir dervişin çaldığı neyde, ya da bir devrimcinin dokunduğu gitarın tellerinde zaman, zamanı doğurmakta.

Nokta…

Bu yazım Independent Türkçe’de yayınlanmıştır.

Reklam

One comment

  1. Değerli dostum.
    “Tahta kalemin kömür karası ucu…” yazını bir solukta okudum tek kelime ile harika. Çok güzel bir deyim vardır “Söz uçar yazı kalır!” Kalem ile kağıdı kelimelerle buluşturmazsak hikayelerimizin ömrü kelebek ömrü gibi kısa olur. Her şey sonsuz karanlıkta kaybolur gider.
    Değerli dostum Kederlerimizi sevinçlerimizi bizi biz yapan değerlerimizi, hikayelerimizi ölümsüzleştirmek istiyorsak, kalemle beyaz bir kağıdı bir araya getirip o müthiş birlikteliği sağlamamız gerekir. Adeta dengbeji kavalı ile buluşturmak gibi.
    ” Yüzyıllar önce Arşimet şöyle demiş: Bana güçlü bir kaldıraçla bir dayanma noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım” Arşimet’in bu sözünü Ünlü İngiliz yazarı Joseph Conrad, (1857-1924) Şöyle değiştirmiş “Bana sözcükleri yerli yerinde, güzel ve etkili bir biçimde kullanma gücünü verin, dünyayı yerinden oynatayım.”
    Yazı bir araçtır; yazı ile duygularımızı, sevinçlerimizi, mesajlarımızı rahatlıkla aktarabiliriz. Ama yazı yazmak aynı zamanda bir toplumsal ortaklıktır; Ernest Hemingway Çanlar Kimin İçin Çalıyor? adlı ünlü romanın başına John Done’nin şu dizelerini almıştır. Ozan, bu toplumsal ortaklığı şöyle çizer;
    “Hiç kimse bir ADA, Kendi başına bir bütün değildir; Her insan kıtanın bir parçası, BÜTÜN’ün bir bölüğüdür; DENİZ senin ya da dostlarından birinin EV’ini, dağlık bir burnu, bir balçık toprağını alıp götürse AVRUPA o denli küçülür; herhangi bir kimsenin ÖLÜMÜ de beni eksiltir Çünkü ben İNSANLIK’la ilgiliyim; Öyleyse adam gönderip çanlar kimin için çalıyor, diye sorma; Onlar senin için
    Bu çalan çanlar, çevremizdekilerin sorunlarıdır. Onlara kulaklarımızı tıkayamayız. Kendi sesimiz yankıları çanlar’da. Tepkimizi ya sözle, yazıyla ya da eylemle gösteririz bu yolla başkalarını da etkilemeyi amaçlarız. Miçhel Pidon’un da dediği gibi “Yazmak dünyayı tanımak.onu dost hale getirmektir.”
    “Üçüncü Göz/Düşüncenin Sıra Dışı Hali” Bloğunun kurucusu ve yöneticisi olan değerli dostum Şeyhmus Çakırtaş kurşun kaleminin ucu ile beyaz kağıt arasındaki o dayanılmaz birlikteliği sağlayıp kelimeler deryasında da harikalar yaratmış bizi Rodrigezin gitar konçertosuna götürüp oradan da bir ney ustasından kelimelerle dinleti sunmuşsun. Seni tebrik ediyorum.
    Selam, Sevgi ve dostlukla kal dostum.
    Mahmut İLDOĞAN

    Liked by 1 kişi

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s