Monthly Archives: Şubat 2021
Karacadağ/Kerejdağ













Bir dağın hikayesini yazmak, fotoğraflarını çekmek, insanlarına dokunmak ve alabildiğince içinde yaşamak…
Karacadağ ya da Karejdağ uzak bir diyar, yakın bir sığınak. Kar, boran ve yakın zaman da bahar.
Ağaçsız bir dağ:
Karacadağ, çocukluk yıllarımdan beri hayatımda önemli bir imge oldu. Nedense bilmiyorum, Karacadağ denilince aklıma her şeyden önce usta ozan Ahmed Arif’in imgeleri ve savrulan Karacadağ’ı gelir. İmgeler beynimde uçuşur, dağın yamaçlarında gökyüzü bütün yağmurlarını boşaltırken, ben ıslanırım, imgelerde yıkanır, düş yolculuklarına çıkarım.
Bunun bir nedeni daha var: Çocukluk ve gençlik yıllarımda Diyarbakır Siverek kara yolu Karacadağ’ın zirvesine yakın köylerden, en içinden geçerdi. En yüksek rakımlarından dönerek, birkaç büyük köyü dolanarak Diyarbakır’a ulaşırdı. Ve ben bu dar, tenha ve kışın tipiden geçilmeyen, savrulan Karacadağ’ın yollarında, eski minibüslerle yolculuklarda birkaç kez yolda kalmışlığım vardır. Kısa süreliğine de olsa buz kesen minibüste, gözün bir metre öteyi görmediği, bütün yönlerden insanın üzerine gelen kar tanelerinin kısa zamanda yolları nasıl kapattığını, rüzgarın nasıl vınlayarak korkunç bir sese dönüştüğünü bilirim.
O yıllarda ki gibi tipi ve kar yağışı son yıllarda olmasa bile, hala Karacadağ zirvelerinde bulunan zozanlar* zaman zaman tipiye maruz kalır, rüzgar eski günleri hatırlatırcasına eser. Siverek Diyarbakır eski yolu da terk edileli yıllar oldu. Yeni yol daha engin ve düz arazilerden geçiyor, mevsimler daha az sert geçtiği için o eski tipiler ve kar yağışı görülmüyor, yollar eskisi gibi kapanmıyor.
Bundan 30 yıl önceki zamanlarda buz gibi soğuk minibüslerde süren iki saatlik yolculuğumuz süresince apayrı bir dünyanın içinden geçtiğimizi düşünür, hayran hayran izlerdik çevreyi. Koyun sürüleri, zaman zaman deve katarları ve değirmene gelen katırlara tanık olur, yanlarından hızlıca geçerdik.![]()
Koçerler, koyun otlatan çocuklar arkamızdan bakarken, biz başka çobanlarının bakışlarında gözlerde kaybolurduk. Hele baharda uçsuz bucaksız yemyeşil zozanlar ve masmavi bir gökyüzünün nefis havasına tav olur, kaval üfleyen çobanların melodisinde hüzünlenirdik.
Bahar aylarında kıl çadırlar ortaya çıkar, her yer koçer** kaynardı, koyun sürüleri durmadan taze ot peşinde dolaşır dağ, bayır gezerdi.
Bir de Karacadağ’ın ağaçsız hali dikkatimi çekerdi her seferinde. Madem ki dağ, neden ağaç yok, neden bunca uçsuz bucaksız arazi de orman yok diye düşünürdüm kendi kendime.
Yıllar böylece akıp, geçerdi. İlk fotoğraf çekme denemelerini Karacadağ yollarında yaptığımda takvim yaprakları 1982 yıllarını gösteriyordu. Kah Karacadağ’a has çiçekler beni kendisine çekti, kah zozanlarda yaşayan, kıl çadırlarda hayatlarını sürdüren koçerler ilgi alanıma girdi.
Karacadağ’da su papatyasının varlığını çobanlardan öğrendim ve gördüm ki zozanlarda her yağmur sonrası oluşan göletlerde bembeyaz su papatyaları yeşeriyor. Hem de olağanüstü bir çabuklukla. Bir botanikçi değildim, işin fotoğrafik yönüyle ilgilendiğim için, su papatyasının florasını takip etmekten ziyade oluşan anları fotoğraflamak bana daha cazip geliyordu. Yine bir başka soğanlı bitki olan ve sanırım Karacadağ’a özgü dağ zambağı karlar eridikten sonra eteklerde rengârenk açtığında ben oradaydım. Kenger, axbandır ve pung toplayan kadınlar kadrajıma takılırken, çobanların kavalından çıkan melodilerinde ıslanır, hayıflanırdım. Çobanların üflediği kavallardan çıkan melodilerin neden hep ağıtları hatırlattığını düşünür, dururdum.![]()
Aradan yıllar geçti, çok şey değişti hayatımızda. Teknoloji iliklerimize kadar işledi, her tarafa ulaştı. Eşit oranda olmasa da, her yer slikon vadisinden esen rüzgarın etkisinde şekillendi, evlere hayal edilmeyen aletler girdi, insan biraz daha yalnızlaştı. Ne ben eski bendim, ne de Karacadağ. Zaman her gün bir şeyler bizden alıp, götürüyordu.
Karacadağ’ın sönmüş volkanik, ölü bir dağ ve tarım toplumun ana rahmi olduğunu öğreniyordum yıllar içinde. İlk buğday tohumunun da buradan dünyaya dağıldığı ve bunun M.Ö 11 bin yıl öncesine tarihlendiğini de hayretler içinde kavrıyordum. Ben öğrendikçe Karacadağ zihnimde büyüyor, kocaman bir dağ oluyordu. Dolayısıyla hayatımda en çok gittiğim yerlerden biri oldu Karacadağ. Her fırsat bulduğumda kendimi bir köşesine atar ve oranın havasını teneffüs etmeye çalışırdım. Koçerlere misafir olur, çobanların sofralarına konuk, bulutlarına yoldaş, eski soğuk ve savrulan tipisini arar olurdum.
Süreç içerisinde anladım ki Karacadağ’ın kendisi zaten bir imgeydi. Yöre insanın içinde ki düşlerin bir parçası, tarihsel savrulmanın ana rahmiydi. Şairlerin tılsımı, çobanların kavalında ki ezgisiydi. Belki bu nedenledir ki Diyarbakır’da her şair biraz Karacadağ’dır, biraz savrulan zozan. Siverek’te ise kara bir isyan ve Ergani’de savrulan bir rüzgar, Viranşehir’de sırtını verecek bir dost gibiydi.![]()
Çoğunuz bilirsiniz Anadolu’da üç Karacadağ var. Biri anlattığım ve Diyarbakır Siverek arasında yer alan ve yöre de Kerejdağ olarak bilinen dağ, diğer ikisi ise Orta Anadolu’da Ankara Haymana ve Konya Karapınar ilçe sınırları içerisinde yer alan dağlardır. Her üç yükselti de 2000 metre civarında olup, ortak yönleri sönmüş volkanik dağlar olmasıdır. Neden üç dağa Karacadağ denilmiş bilmiyorum. Aralarında bir ilişki var mıdır, emin değilim?
Belki de bir kitap konusu olabilecek bir sorudur. 100-150 yıl önce çekilen fotoğraflara ve seyyahların anlatımlarında anlaşılacağı üzere Zozan yani Koçer kültürü asırlarca aşiretlerin eliyle yaşatılmış, gidilen her yerde zozani bir yaşam inşa edilmiş, kültürel etkileşim damarı oluşmuştur. Zozan kültürünün Karacadağ olma olasılığı kuvvetle muhtemeldir. Yapılan arkeolojik çalışmalar ve ortaya çıkan bulgular, Karajdağ ve çevresinde hayatın bundan 15 bin yıl öncesine kadar gittiği, uygarlık konusunda ilklere ev sahipliği yaptığı ortaya çıkmıştır. İsimlerde ki benzerlikten öte, kültürel ve tarihsel süreçlerin iç içe geçmişliğinden bahsetmek mümkündür.![]()
Şairlere ilham kaynağı olan, Diyarbakır, Siverek, Ergani, Çınar, Viranşehir ve Derik yerleşimlerine ruh katan, kent dokusuna simsiyah bazalt taşlarıyla can veren Karacadağ, Diyarbakır-Urfa-Mardin üçgeninde oldukça geniş bir alana yayılan, sönmüş volkanik bir alandır. Yöre insanı dışında, çoğu kişi Karacadağ’ın bir dağ olduğunu bile bilmez ya da fark etmez. Çünkü dağlarda olan birçok yeryüzü şekli ve dağ dokusuna Karacadağ’da rastlanmaz. Daha çok yüksek bir yaylayı andırır. Ama yayla değil, basbayağı bir dağdır. Dağın rakımı Urfa sınırlarında 550 metreyken, daha üst kısımlarına gidilince 1957 metreye kadar ulaşır. İnsan yükseltinin farkına bile varamaz. Derin vadileri, yüksek uçurumları yoktur. Ancak yükseltisi kışın zemheri bir soğuk, yazın serin bir esinti olur insanın yüzünde…
Evliya Çelebi, 17 yy’da kaleme aldığı Seyahatnamesinde Karacadağ ve çevresinden bahsederken, sığ ormanlık alanların varlığına dikkat çeker. Urfa’dan Diyarbakır’a giderken, meşeliklerden güneş yüzü göremediğini, yolculuk boyunca bin bir çeşit bitki ve çiçek gördüğünü defterine kaydeder. Evliya Çelebi’nin tarihe düştüğü notlar ne kadar doğru bilemiyorum ama Karacadağ’ın geçmişte meşeliklerle kaplı olduğu yaşlılar tarafından da anlatılır, Evliya Çelebi’nin doğruluğu teyit edilirdi.![]()

Ama artık Karacadağ eski Karacadağ değil. Daha çıplak, daha sıcak ve daha kurak. Karajdağ geçmişten taşıdığı birçok izi günümüze ulaştırdığı halde, bugün artık özelliklerini bir bir kaybettiği de görülüyor… Buna rağmen Türkiye genelinde bulunan 650 endemik bitkinin en az 32 çeşidine ev sahipliği yapıyor. Türkiye genelinde toplam endemik bitki çeşidi düşünüldüğünde, Karacadağ adeta bir tohum deposu, endemik bitki cennetidir. Endemik yapısını korusa da, artık eski ağaçlı halini maalesef koruyamamış, çıplak bir dağ olarak hayatımızda var olmaya devam etmektedir.
Oysa geçmişte bölgenin genelinde sık meşeliklerin bulunduğu biliniyor. Bilinçsiz kesim, iç karışıklık ve çatışmalar nedeniyle zaman içinde koca dağ çıplak bir yaylaya dönmüştür. Kimi yaşlıların anlatımına göre 1925 yıllarında patlak veren o dönem ki adıyla “Genç Hadisesi” nedeniyle Karacadağ’da bulunan ağaçlık bölgeler Şeyh Sait adamlarına sığınak olmasın diye kesilmiş, yakılmıştır. Sonra ki dönemlerde köylülerin ticari kaygılarla ve gelir elde etmek için kestiği meşelikler ile ilgili anılar yaşı 70-80 olanların hatırladığı olaylar arasındadır.
Bu gün sığ olmasa da birçok ağaç türü, her bahar kökü üzerine yeşeriyor yeşermesine ama koyun sürülerinin gazabına uğrayarak, yapraksız ve dalsız kalıyor. Oysa bu alanlar koruma altında alınsa kesinlikle kısa sürede en azından bazı kısımlarında ağaç dokusu kendini var edecektir. Bedro Tepesi, Çiyayêreş ve dağın güney doğu tarafında kalan Çınar köylerinin bulunduğu alanlarda halen zamana direnen meşe ağaçlarını görmek mümkündür.![]()
Binlerce yıl önce aktif bir volkan olan Karacadağ adeta yuvarlak kapta bulunan hamurun kabarmasına benzer bir oluşumla bu günkü şeklini almış, yükselen yeryüzü zaman zaman lavların dışa akmasıyla kaya ve taşla kaplanmıştır.
Karacadağ’ın oluşumunda toprak az, taş fazla olduğu için tarımdan çok, hayvancılığa uygun alanlar oluşmuş ve asırlarca hayvancılıkla geçinenlerin sığınağı olmuştur. Geniş çayır alanları ve derelerde biriken su küçük baş hayvancılık için paha biçilmez bir alan olmuştur. Tarım daha çok dağın yamacında, geniş düzlüklerde yapılırken, Karacadağ Pirinci biraz daha sulak ve yüksek yaylalarda ekilip, biçilir. Karacadağ pirinci bilinen pirinçten daha esmer ve lif oranı daha yüksek olduğu için yörede en çok tercih edilen pirinç türüdür. Şiirlere konu olmuş, bey sofralarında anılır olmuştur.![]()

Bölgede bulunan yer altı suları tarım alanlarının az olması nedeniyle temiz kalmış olduğundan bölgenin en iyi içme su kaynakları yine Karacadağ’da bulunduğunu söylemek mümkündür. Ancak kullanılan kimyasalların hızlıca yayılması, gelecekte bu suyun kalitesini düşüreceği açıktır. Yani bölgenin en leziz ve tatlı suyu da Karacadağ gibi özünü kaybetmekle karşı karşıyadır.

Osmanlılarda uzun süre ıskâna kapalı tutulan, zaman zaman Tur Abdin Bölgesinden sürgün edilenlerin sığınağı olan Karacadağ kaç talana, kaç yangına, kaç kıyıma uğradı bilinmez. Yazılmamış tarihin vesikası gibi, kimi zaman bir sürgün yeri, kimi zaman aşiretlerin sığınağı olan dağın kendine has bir sosyal dokusu oluştu yıllar içinde. Bu nedenle aşiretlerde Mezopotamya renklerinin bütün izleri görülür, inançlarında ritüel çeşitliği göze çarpar. Kürtlerin en otantik kültürel dokunun yaşandığı, otantik ve rengarenk elbiselerin halen en canlı şekilde günlük hayatta kullanıldığı nadir bölgelerden de biridir. Karacadağ bölgenin sentezi, tarihsel süzgeçten geçen bir yaşam alanıdır. Bu nedenle her köy açık bir kültürel müzedir demek çok abartı olmayacaktır.
Karacadağ’ı bölgede özgün kılan başka olgu ise koçer kültürüdür. Yaz mevsiminde havaların aşırı ısınması ve otlakların azalması nedeniyle koyun sürülerinin sahipleri baharla birlikte çoluk çocuk bütün aile Zozan denilen yaylalara çıkar, yaz boyunca burada kalır, havaların soğumasıyla köylere geri döner. Daha önceleri ailenin zenginliği kurulan kıl çadırın büyüklüğüne ve direk sayısına bağlıymış. Kıl çadır ne kadar büyükse, sürü de o kadar büyük olurmuş. Bu gün sayıları giderek azalan koçer çadırları, aynı zamanda bir kültürel yapının da yok olması anlamına geliyor.
Özcesi Karacadağ çok bilinen ama hep kaçak kalan, çoban kavalında acıklı bir strandır.*** Cevabı dengbejlerin yanık seslerinde saklıdır. Talana, yangına ve sürgüne dair söylencelerin adıdır. Yoksulluğun ve koçerlerin sığınağıdır. Ağaçsızdır ama asla çorak değildir ve müthiş cömerttir, suyu leziz ve serindir.
Ve Kerejdağ biraz Ahmed Arif’tir, biraz Şeyh Sait. Dört tarafını kaplayan ovaları besleyen, sularıyla can veren bir ağaçsız dağdır. Belki de ağıtı, melodisi bu nedenle acıklıdır, sancılıdır.
Çünkü Karacadağ ağaçlı haline aşıktır, aşkını kaybetmenin sancısındadır.
Kaynak ve dip notlar:
*Zozan: Yüksek Yayla
*Koçer : Göçebe aşiretler
Stran : Kürtçe halk türküsü.
Kaynakça: Battal Odabaşı Güneşin Krallığı
Vikipedia

Gazyağı Şişesi

On beş yıl önce(bu günkü tarihle 26 yıl oldu) Siverek’teki evimizden bir daha dönmemek üzere ayrıldık. Baba yadigarı toprak damlı, taş duvarlı evimizin bütün ayrıntıları kendiliğinden zihnime kazınırken, evi ıssızlığa terk ederek, Urfa’ya göç ettik. Geride bir sürü hüzün, anı ve sevinçler bırakarak, çok uzak olmayan, bir adımlık Urfa’ya yerleştik.
Belki ayrılmak için hiçbir neden yoktu, ya da bize öyle geliyordu…Siverek’in kas katı toplumsal yapısı, genel siyasal ortam ve ülkenin içinde bulunduğu durum göçün arka planında yer alan nedenlerdi.
Bildik nedenler yani.
İnsanın batıya göçünün tarihsel etkisiyle yönümüzü batıya vermiş; Ankara, İstanbul derken ancak Urfa’ya karar kılmıştık. (O yıl öğretmen olarak tayinim Ankara Şereflikoçhisar’a çıktığı halde son anda çok sevdiğim ve şu an dört duvar arasında mahpus olan yol arkadaşımın önerisiyle Urfa merkeze yerleşme karar aldık.)
Urfa çok uzak bir diyar değildi elbette…
Ama insan doğup, büyüdüğü yerden kopunca, her yer insana çok uzak gelir.
O zaman Urfa bile bana çok uzak bir yermiş gibi geliyordu.
Urfa’da ilk günlerimiz, bu uzaklığın derin sancısında geçerken, sonra alışmaya başladık, Urfa’nın kadim sokaklarına.
Sonra aradan yıllar geçti…
Yakın olan uzak, uzak olan yakın oldu. Her şey değişti yani… Bir bir, bazen acıtarak, bazen hissettirmeden bütün imgeler, mekan ve duygular değişti…
Ama ne ilginçtir ki hızla akıp giden zamana inat, rüyalarım hiç değişmedi.
Her insanın uykuya dalarken gördüğü rüyalarım kaldığı yerde, Siverek’teki evimizde canlanmaya devam etti.
Daha doğrusu rüyalarımdaki evimiz hiç değişmedi.
Şimdi harabe bir görünüm alan evimiz, rüyalarımda hala aynı dinginliğinde. Bütün rüyalarım o evde gerçekleşiyor, insanlarla ilişkilerim o evde şekilleniyor.
Hayatında Siverek’in kıyısından geçmeyenler bile, rüyalarımda o evde görünüyor, benimle aynı dili yani Zazaca konuşuyorlar…
Hem de çok güçlü imgelerle…
Şimdi gördüğüm bütün rüyaları unutabiliyorum ama o evde geçen rüyalarım zihnimde kalıyor, kaydoluyor bir bir.
Rüyalarım toprak damlı, taş duvarlı evimizin avlusunda geçiyor, geniş yapraklı dut ağacının gölgesinde dinlenen, tahta merdivenden dama çıkan insanların siluetlerinden oluşuyor. Bir de evimizin tahta direklerini destekleyen sütunda asılı duran gazyağı şişesi, her seferinde rüyalarımı süslüyor adeta siyah beyaz bir fotoğrafın en fulü yerini oluşturuyor. Zihnim geçmişin izlerini günümüze taşırken, elektriksiz evimizi aydınlatmak için gaz yağı satan satıcıdan gaz doldurduğumuz gaz şişesini unutamıyor.
Gazyağı şişesi sanki karşımda, şimdiki evimizin duvarında asılı duruyor.
On beş yıl önce babamın vefat ettiği tarihte bile yarısına kadar gaz dolu olarak, duvarda asılı bekleyen gaz şişesine hiç dokunmadık…Ne ben, ne annem, ne de kardeşlerim o şişeye dokunmadı hiçbir zaman. Göç ettiğimizde yüklerimizin arasına almadığımız ama duvardan da indirmeye kıyamadığımız o şişe, o geniş yapraklı dut ağacı, evinizin damına çıkan tahta merdiven, kapı içinde kapısı olan kocaman tahta kapıyı Siverek’te bırakıp, göç yollarında düşerken, o köhne evimizin rüyalarımda yıllarca kalacağı, yaşayacağını hiç tahmin etmezdim. Şimdi o ev rüyalarımda hala aynı şekilde korunuyor, dingin bir şekilde yaşıyor.
Ve o şişe, bilmem kaç yıllık o yeşilimsi cam şişe, hala yarısına kadar gaz yağıyla dolu…
03.08.2010/Urfa
Eşitsizliğin pandemik hali
Bir süredir insanlar koronavirüsle mücadele ederek, yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Henüz en kötü senaryolar yaşanmadı ama giderek durumun kötüleştiği, koronavirüsün insanlar için yeni sorunlar yarattığı ortada. Koronavirüs bir yandan insanların ciğerine saldırıyor, ölümüne sebep oluyor, bir yandan da ekonomiyi vurarak, salgının boyutunu değiştiriyor.
Bunun en bariz belirtisi, salgınla birlikte içeriye kapanan insanların ekonomik durumlarının bozulması oldu. Milyonlarca insan işini gücünü, sermayesini kaybetmeye başlayınca; sermayesi emek olan işçi ve emekçiler yoksulluğun dibini gördü. İşçi emekçiler yoksulluğun dibini görünce, işsizler ise ölümün soğuk nefesiyle karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle bir çok insan hastalanınca doktora bile gidemedi, evde ölümü bekledi. Çünkü gitmesi en az bir ay hayattan kopma anlamına gelecekti, gitmese ölümle burun burana gelecekti. Böylesine iki ucu keskin bıçak misali bir hayat sürdürdüler ve halen sürdürüyorlar.![]()
Evde ölümü bekledi söylemi size abartılı gelebilir. Herkes için geçerli bir durum değil elbet. Ama koronavirüs ve giderek daha ağır hissedilen işsizlik nedeniyle binlerce insan kendi içine gömülmüş durumda. Hem de sayısı düşünemediğimiz kadar çok. Çünkü bu durumun görünür bir tarafı yok. Yoksul insanların gözlerden uzak hayatları, kendi halinde yaşanmışlıkları her zaman görünmezlik içindedir zaten. Ne yaşıyorlar, nelerle oyalanıyorlar bilen pek olmaz. İşsizliğin zaten pik yaptığı bir dönemde ,pandeminin de hayatımıza girmesi, iş bulamayan yığınları göz önüne aldığımızda sonucun düşündüğümüzden daha fazla bir yıkım yaratığını görmek mümkün olur.
İnanıp, inanmamak elbette sizin elinizde. Elimde ne yerel, ne de genel rakamlar var. Rakamların doğruluğuna da pek inanmam zaten. Ben sokaktaki harekete, pazardaki duruma bakarım.![]()
En bariz fotoğraf sokaktır ve insanların kendisidir, toplumun, toplumların genelidir.
Bu virüs hareket eden her insana, insanla muhatap olanlara bulaşma potansiyeline sahip. Bu yönüyle eşitlikçi bir virüs. Kimsenin konumuna filan aldırmıyor, konak olarak ulaşabildiği her yere demir atıyor. Yeter ki insan hareket etsin, insanlarla muhatap olsun. Virüs insana eşit bir yaklaşım gösteriyor, eşitsizliği bozan yine insanın kendisi oluyor.
Mesele virüsün insana ulaşma sürecinde. Olanakları olanlar kendini izole edebiliyor, korunma koşullarını yaratabilir. Tümden izole olmak, insanlardan uzak bir yaşam sürdürmek ve alabildiğince kendi yağında kavrulmak mümkün olabilir mi?![]()
Yoksullar için, emekleriyle geçinenler için, evine ekmek götürmek zorunda olanlar için mümkün değil. Onlar açısından bir şekliyle insanlarla muhataplık olacak ki çark dönsün.
Ama akarları olan, aylarca gözünü kırpmasa bile gelirleri olanlar için izole olmak mümkündür. Ne de olsa onlar açısından hayat eskisi gibi devam ediyor. Paraları bankada para kazanıyor, çarkları koronavirüse rağmen dönüyor.![]()
Aslında bunları biliyor herkes. Koronavirüs sürecinde herkes biraz doktor oldu, biraz siyasetçi. Ama kimse ekonomik çarkın ne tür çalıştığını pek anlamadı.
Kimisi bu süreçte hem hastalığı tanıdı, hem de iflası. Kimisi de sermayesine sermaye kattı. İşte eşitsizliğin temeli buydu.
Yani eşitsizliğin pandemik hali, gerçek pandemiden daha hızlı yayıldı, dünya geneline dağıldı.
Bu gün dünyada uygulanan tedavi yöntemleri, hastane koşulları, yatak ve yoğun bakım üniteleri, aşıya ulaşma bakımından yoksul ülkelerin, toplumun düşük gelirli kesimlerin adları, semereleri okunmuyor bile.
Haberlere konu olan daha çok gelişmiş ülkeler, toplumlar ve üst kesimler oluyor. Her gün koronadan insanlar ölürken, kalburüstü kişilerin adları tablonun ana rakamı olurken, arka planda ölenler rakam bile olamıyor.
Gerçeklik bu…
Tanıklığımız budur, yaşanan da budur.
Bunun böyle olması abes de görülmüyor. Herkes kaderine razı, koronavirüs belasının geçmesini bekliyor.
Bekledikçe eşitliksizlik de derinleşiyor.
İnanmayanlar sokakların halini görmeli, kağıt toplayan, ne iş olsa yaparım deyip, sokakları adımlayan, iş için çalmadık kapı bırakmayan, en ağır işsizlerde çalışmak zorunda kalanlara ve işsizlere dönmeli.
İşsizin ölümden korkar hali kalmadı, üzerine üzerine yürüyor virüsün. Çünkü evde kalsa aç, sokağa çıkıp iş arasa, bir işe el atsa belki virüs kapacak, hastalanacak ama yaşamak için bir umut yine de… Artık ne kaybedecek zincir var, ne de elde bir iş. Binlerce insan iş yerleri kapalı olduğu için zorunlu dinlenmede, yine binlerce kişi pandemiden dolayı işten çıkarılmış durumda.
İşte eşitsizlik de tam bu noktada başlıyor. Kimisi salgın nedeniyle gerçekten işini kaybediyor, işsiz kalıyor, evine gönderiliyor. Bu grupta olanlar az da olsa bir pandemi ödeneği alıyor. Kimisi ise hiçbir kaide ve kurala bağlı olmaksızın kapının önüne konuluyor, bütün haklardan mahrum olarak, sokağa atılıyor. Bu grubun yasalardan, devede kulak olan ödeneklerden faydalanmasına imkan yok. Çünkü zaten sigortasız çalışıyor. Pandemik eşitsizliğin vurduğu alan da burası zaten. Ne kayıtları var, ne de rakamsal varlıkları. Her şey sahne gerisinde, merdiven altında, karanlık koridorlarda yaşanıyor.
Koronanın bir ilacı henüz yok. Hasta olanlara değişik tedaviler uygulanıyor. Konum ve mevki burada devreye giriyor. Başkanlıktan azledilen eski ABD Başkanı Tramp, koronaya yakalansa da, her ne hikmetse bir iki günde atlatıyor. Bunun nasıl atlatıldığını ne soran oluyor, ne de anlatan. Tramp’ın bağışıklık sistemi mi çok güçlüydü, yoksa milyonların bilmediği bir tedavi yöntemi mi vardı?
Ortada bir cevap olmadığına göre, karışık bir mesele.
Dünyaya hükmeden birisinin, bir işçi gibi tedavi edilmeyeceği açıktır. Farklı yol ve yöntemlerin denendiği de aşikardır. Spesifik bir örnek olduğu için sorgulama önemi de yoktur artık.
Mesele milyonlar virüsün pençesinde can çekişirken, bazıları için sürecin lehlerine çalışmasıdır. Hepimiz biliyoruz ki milyonlarca insan virüs kaptığında birkaç hafta hayattan kopuyor. Kimisi kalıcı hasarla hayata ancak dönebiliyor, kimisi de hayatını kaybediyor.
Yani tedavi olanakları açısından korkunç bir eşitsizlik yaşanıyor. Özellikle aşılamanın başlamasından sonra aşıya ulaşma eşitsizliği derinleştireceğine benziyor.
Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melik Gökçek ve kamuoyunda bazı tanıdık simalar gülerek ekranlara poz verip aşı olurken, milyonlar aşıya ulaşmak için sırasını bekliyor, beklemek zorunda kalıyor. Kalp hastası, kronik hastalar sırasını beklerken, Gökçek benzerlerin aşılanması ne anlama geliyor?
Uzun lafın kısası koronavirüs insana saldırırken eşitlikçi davranıyor. Ama sonrası ise tam bir kaos. İnsan doğanın eşitlikçi yaklaşımını kendi eliyle bozuyor, eşitsizliği derinleştiriyor.
Ben fotoğrafın çerçevesini çiziyorum. Pandemi sürecinde yaşanılanlara parmak basmak istiyorum.
İnsan para kazanamayınca, evine ekmek götüremeyince ölümü kanıksar, hatta bir kurtuluş yolu olarak görür. Düşünün günlerce hiçbir iş yapamıyorsunuz, yapmak isteseniz de iş yok. Bir geliriniz, akarınız yok, büyüyen bir ağacınız, dolan başaklarınız ve süt veren bir hayvanınız yok.
Ne olacak bu durumda?
İşte ben bu noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Kim, ne kadar , neye muhtaç bilmiyorum elbette. Ama bildiğim süreç giderek ağırlaşıyor ve işsizlik herkesi vurmaya hazırlanıyor.
Aşı da bunun cabası olacak. Varlıklı toplumların aşıya ulaşması kolay olurken, varlıksızların aşıya, aşa ulaşması giderek zorlaşıyor, zorlaşacağına benziyor.
Keşke yazdıklarım abartı ve yanlış olsaydı.
Ama maalesef pandemik eşitsizlik ve yoksulluk başta ülkemizde giderek yayılıyor.
Dünya Sağlık Örgütü ve BM açıklamaları da bunu işaret ediyor zaten.
Tabii görmek isterseniz…
Belki eşitsizliği ortadan kaldırmak mümkün olmayacak, ama eşitsizliği derinleştirmemek elimizde. Bu bir ahlaki tutumla mümkün olabilir. Ahlaki tutum hem pandeminin yayılmasını engeller, hem de aşıya ulaşmayı olanaklı hale getirir.
Özellikle de sorumluluğu olanlar, pandemiyi yönetenler, sağlık politikalarında etkin rol oynayanlar bu ahlaki tutumu göstermek zorunda.
Çünkü koronavirüs ayrıcalıklı gruplar yaratmayla durdurulamaz.








































