
On beş yıl önce(bu günkü tarihle 26 yıl oldu) Siverek’teki evimizden bir daha dönmemek üzere ayrıldık. Baba yadigarı toprak damlı, taş duvarlı evimizin bütün ayrıntıları kendiliğinden zihnime kazınırken, evi ıssızlığa terk ederek, Urfa’ya göç ettik. Geride bir sürü hüzün, anı ve sevinçler bırakarak, çok uzak olmayan, bir adımlık Urfa’ya yerleştik.
Belki ayrılmak için hiçbir neden yoktu, ya da bize öyle geliyordu…Siverek’in kas katı toplumsal yapısı, genel siyasal ortam ve ülkenin içinde bulunduğu durum göçün arka planında yer alan nedenlerdi.
Bildik nedenler yani.
İnsanın batıya göçünün tarihsel etkisiyle yönümüzü batıya vermiş; Ankara, İstanbul derken ancak Urfa’ya karar kılmıştık. (O yıl öğretmen olarak tayinim Ankara Şereflikoçhisar’a çıktığı halde son anda çok sevdiğim ve şu an dört duvar arasında mahpus olan yol arkadaşımın önerisiyle Urfa merkeze yerleşme karar aldık.)
Urfa çok uzak bir diyar değildi elbette…
Ama insan doğup, büyüdüğü yerden kopunca, her yer insana çok uzak gelir.
O zaman Urfa bile bana çok uzak bir yermiş gibi geliyordu.
Urfa’da ilk günlerimiz, bu uzaklığın derin sancısında geçerken, sonra alışmaya başladık, Urfa’nın kadim sokaklarına.
Sonra aradan yıllar geçti…
Yakın olan uzak, uzak olan yakın oldu. Her şey değişti yani… Bir bir, bazen acıtarak, bazen hissettirmeden bütün imgeler, mekan ve duygular değişti…
Ama ne ilginçtir ki hızla akıp giden zamana inat, rüyalarım hiç değişmedi.
Her insanın uykuya dalarken gördüğü rüyalarım kaldığı yerde, Siverek’teki evimizde canlanmaya devam etti.
Daha doğrusu rüyalarımdaki evimiz hiç değişmedi.
Şimdi harabe bir görünüm alan evimiz, rüyalarımda hala aynı dinginliğinde. Bütün rüyalarım o evde gerçekleşiyor, insanlarla ilişkilerim o evde şekilleniyor.
Hayatında Siverek’in kıyısından geçmeyenler bile, rüyalarımda o evde görünüyor, benimle aynı dili yani Zazaca konuşuyorlar…
Hem de çok güçlü imgelerle…
Şimdi gördüğüm bütün rüyaları unutabiliyorum ama o evde geçen rüyalarım zihnimde kalıyor, kaydoluyor bir bir.
Rüyalarım toprak damlı, taş duvarlı evimizin avlusunda geçiyor, geniş yapraklı dut ağacının gölgesinde dinlenen, tahta merdivenden dama çıkan insanların siluetlerinden oluşuyor. Bir de evimizin tahta direklerini destekleyen sütunda asılı duran gazyağı şişesi, her seferinde rüyalarımı süslüyor adeta siyah beyaz bir fotoğrafın en fulü yerini oluşturuyor. Zihnim geçmişin izlerini günümüze taşırken, elektriksiz evimizi aydınlatmak için gaz yağı satan satıcıdan gaz doldurduğumuz gaz şişesini unutamıyor.
Gazyağı şişesi sanki karşımda, şimdiki evimizin duvarında asılı duruyor.
On beş yıl önce babamın vefat ettiği tarihte bile yarısına kadar gaz dolu olarak, duvarda asılı bekleyen gaz şişesine hiç dokunmadık…Ne ben, ne annem, ne de kardeşlerim o şişeye dokunmadı hiçbir zaman. Göç ettiğimizde yüklerimizin arasına almadığımız ama duvardan da indirmeye kıyamadığımız o şişe, o geniş yapraklı dut ağacı, evinizin damına çıkan tahta merdiven, kapı içinde kapısı olan kocaman tahta kapıyı Siverek’te bırakıp, göç yollarında düşerken, o köhne evimizin rüyalarımda yıllarca kalacağı, yaşayacağını hiç tahmin etmezdim. Şimdi o ev rüyalarımda hala aynı şekilde korunuyor, dingin bir şekilde yaşıyor.
Ve o şişe, bilmem kaç yıllık o yeşilimsi cam şişe, hala yarısına kadar gaz yağıyla dolu…
03.08.2010/Urfa