Depremi Unutma…

13 milyon insanın yaşadığı eski dünyanın kadim kentleri, kasaba ve köyleri 06.02.2023 saat 04.17’de şiddetli sarsıldı, yer yer toprak katmanları yarıldı, binalar çöktü, binlerce insan çöken yapıların altında, enkazda kaldı. Bir anda, kısa bir zaman dilimimde yer sarsıntılarından dolayı çok sayıda insan hayatını kaybetti. Enkaza dönen yapıların altında kalanlar için artık çok geçti, geride kalanlar ise küçük bir kıyameti yaşadılar. Kutsal kitaplarda işaret edilen, korku filmlerin insanı ürküten sahneleri sokak sokak, kent kent yaşandı. Gecenin karanlığına deprem üzeri soğuk, kar, boran eklendi, kısa sürede ölüm korkusu 11 ilin geneline sirayet etti. Ne girilebilecek ev kalmıştı ortada, ne de sığınabilecek bir mekan. Her şey depremle birlikte sarsılmış, darbe almış, yıkılmıştı. Yıkımdan kurtulan insanlar ise buz gibi havada incecik elbiselerle sokakta kalmıştı.
O gece yaşanılan korkunç zamanı anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalır. Aklımızın ucundan bile geçiremediğimiz kadar şiddetli bir depremle sarsılmış ve biraz uzağımızda patır patır çöken binalar görmüştük. Ölümden kaçabilenler hayatta, sayıları binlerle ifade edilenler ise artık aramızda değillerdi. Bazıları için dokunabileceği birileri kalmışsa eğer, acının katmerli sancısıyla kucaklaşacaklardı. Bu öyle sıradan bir kucaklaşma değil; insanı delirtebilecek kadar sancılı, yüreğini darmadağın edecek kadar keder dolu. Kucaklaşırken güçleri ve göz pınarlarında yaş kalmışsa belki ağlayacak, birbirlerini teselli edecekler.
Deprem Bölgesinde kentler bir asırda kaybedeceği insanı, 90 saniye içinde kaybetti. Kadim coğrafya kocaman bir mezarlığa döndü ve her evden cenazeler çıktı. Birinci gün, ikinci, üçüncü gün derken korkunç depremin üzerinden bir hayli zaman geçti. Halen acılar insanları delirtecek kadar güçlü bir şekilde yaşanıyor. İnsan bu durumda yaşanılan, duyulan, tanık olunanları nasıl anlatacağını da bilemiyor. Deprem sanki beynimizde ki fay hatlarını da kırdı. Artık kelime dağarcığım, düşünce gücüm sarsıntıya paralel olarak kırılgan. Zihnim her an deprem olacakmış gibi hissediyor.
O gece tarifi güç bir patlama sesiyle uykudan sıçramış binlerce insandan birisi olarak, süren sarsıntının kısa sürede biteceğini düşünerek, ilk önce farkında olmadan, çocukların odasına koşmuştum. Koşarken sağa sola savrulmuş, üç beş metrelik koridor bana korkunç uzun gelmişti.

“Çocuklar korkmayın, korkmayın, şimdi geçer” demiş, ancak sarsıntı hızından bir şey kaybetmeden devam edince binanın çökeceğini düşünmeye başlamıştım. Korkunç bir duyguydu, her an üzerimize beton blokların çökeceğini düşünüyor, beton tabla ile alt katlara düşeceğimizi zihnimden geçiriyordum. Korkunç bir zaman dilimiydi. Sarsıntıya paralel çökme duygusu insan zihninde dayanılmaz bir ağırlık oluşturur. Odalardan bir şeylerin döküldüğünü, duvarlardan kırılma seslerinin geldiğini duyduğumda elim kolum boşalmış, geri dönüşü olmayan bir türbülansa girdiğimizi hissetmiştim. Şok olmuş bir vaziyette salon kapısının önünde ayakta dikilerek depremin durmasını beklememekten başka elimden bir şey gelmiyordu. Depreme karşı aciz kalmıştım. Güya çocukları koruma adına arada bir seslenerek varlığımla onlara cesaret vermeye çalışsam da tarifi güç bir korku yaşamıştım.
İlk deprem öylesine uzun, öylesine sarsıcıydı ki, bir an hiç bitmeyecek sandım. Öyle ki zaman kavramı zihnimden silinmiş, sarsıntının dakikalarca sürdüğünü düşünmüştüm. Hiç alışkın değildik böylesi sarsıntılara. Urfa 3. Deprem bölgesiydi. Bu kadar şiddetli deprem beklenilen bir durum değildi.
O korkunç sarsıntılar biraz durur gibi olduğunda kendimizi hızlıca dışarı atmak için üzerimize rastgele bir şeyler geçirip, en yakın parka gitmek için harekete geçtik. Zihnimizde artçı depremlerin daha yıkıcı olabileceğini biliyorduk. Uzun süredir yağmayan yağmur tuhaf bir şekilde o gece dondurucu soğukla birleşerek, zaman zaman kara dönüştürerek dakikalar içinde bedenimizi teslim almıştı. Kışın bütün hainliği o lanet olası zamanda üzerimize bir karabasan gibi çökerek, deprem korkusuna üşümeyi de ekliyordu.
Bizler depremin yıkıcı etkisinden kurtulmuştuk. Görebildiğimiz kadarıyla çevremizde bulunan binalar da ayaktaydı. Her şeyin kısa sürede düzeleceğini, gün ışımadan evlerimize döneceğimizi umuyor, umut ediyorduk. Oysa her şey düşündüğümüzden farklı gelişti, deprem her şeyi kökünden sarsarak bütün gücümüzü kırdı. O gece kendini sokağa atabilenler güvenli yerler arayışına girdikleri için yollar tam bir kaosa dönmüştü. Yüzlerce araç boş alanlara hücum edince birçok yol tıkandı, insanlar kıpırdayamaz duruma geldi. Bu kaos ortamında herkes bir yerlere yetişmeye, bulunduğu ortamdan uzaklaşmaya çalışırken, Urfa merkezde bazı binaların yıkıldığına dair haberler yayılıyordu.
En sarsıcı olan ise depremin ilk saatlerinde yakın, komşu şehirlerden gelen haberlerdi. Haberlere göre oralarda yaşayanlar bizim kadar şanslı değillerdi. Deprem sırasında kendilerini dışarı atamayan binlerce insan, yıkılan binaların enkazında kalmıştı. Çevre illerden gelen kara haberler artıkça korkularımız büyüyor, gece yaşadığımız depremin düşündüğümüzden çok daha fazla yıkıcı olduğunu anlamış oluyorduk. CSM operatörlerinin devre dışı kalması, elektriklerin kesilmesi felaket hakkında az da olsa ipuçları verse de yaşanan korkunç yıkım aklımızın ucundan bile geçmiyordu.

İlerleyen zaman içinde depremin birçok ilde hissedildiğini, şiddetinin oldukça fazla olduğunu öğrenmiş olduğumuzda işin ciddiyetini kavramıştık. Önce yakın çevremizden gelen haberlerle kahrolduk. Urfa merkezde birkaç binanın çöktüğü, Adıyaman’da ise durumun vahim olduğu dilden dile dolaşıyordu.
Gün ışıdığında üşüyorduk, en çok da gelen haberler içimizi titretiyor, acıtıyordu. Bizler felaketin kanlı bilançosunu dilden dile öğrensek de, deprem sırasında Adıyaman Valisi Mahmut Çuhadar kentte önemli bir hasar olmadığına dair demeç verdiğinde kafamız karışmıştı. Gelen haberlere göre deprem valinin açıklamasının tersine korkunç bir sonuç doğurmuştu. İnanmak istemiyor, iyi haber alabileceğimiz birilerini arıyorduk. Ama ne yazık ki o saatlerde ne doğru dürüst bir iletişim kurula biliniyor, ne de iyi haberler alabiliyorduk. Kimseye ulaşamıyorduk, ulaşabildiğiniz insanlarla da sağlıklı bir iletişim kuramıyorduk. Depremin birinci gününde öğlene doğru İkinci büyük deprem dalgası geldiğinde artık işin ciddiyeti ortaya çıkıyor, çok sayıda kişinin öldüğü hızlıca yayılıyordu.
Zaman artık zifiri karanlık bir gece gibi üzerimize çöküyor, kanayan bir iç yara misali acıtıyordu ruhumuzu. Durumun çok ama çok kötü olduğunu anlamaya başlamış olsak da tam olarak ne olduğunu bilmiyorduk. Belki biraz kendi derdimize düşmüş olacağız ki başka kentlerin acısını kavramakta gecikiyor, kendi sancımızı yaşıyorduk.
O gün deprem öyle güçlü, öylesine sarsıcı oldu ki, aradan geçen zamana rağmen hala zihnim, zihnimiz yıkılan o anlara tutsak. Ben ne yapsam, ne etsem o kahrolası sarsıntının sesini zihnimden atamıyorum. Bütün seslere baskın gelen, zihnimdeki renkleri siyahlaştıran o karanlık sarsıntı zihnimi sarmış durumda. Daha etkisi ne kadar sürecek bilemiyorum, belki hiç bitmeyecek, bir ömür benimle yaşayacak.
Depremin ilk bir haftası böyle geçti. Evlere yakın, ama evlere girmeden, uzaktan izlemekle yetindik. Akşam ise kimimiz arabada, kimimiz okullarda sabahladık. Artçı sarsıntılar, Adıyaman’da yaşanan korkunç yıkım ve kaybettiğimiz canlar her şeyi anlatıyor, söz hükmünü kaybediyordu.
Büyük deprem üzerinden bir aydan daha fazla bir zaman geçti. Yarılan zamanın ve kırılan fay hattının henüz öfkesinin dinmediği, bizi vakitli vakitsiz salladığı, yokladığı oluyor. Bilim insanlarına göre daha bayağı zaman böyle geçeceğine benziyor. Depremde neyin, nerede, ne zaman olacağını kestirmek bu günkü koşullarda imkansız. Belirsizlik içinde sarsılarak yaşama tutunuyoruz. Artık bu belirsizliğe alıştık mı, yoksa çaresizliğe teslim mi olduk bilemiyorum? Herkesin çaresizliği kendine göre ağır; canlarını, evlerini kaybedenlerin çaresizliğini anlatmak imkânsız. Kıyaslama yapmak bile abesle iştigal.
Deprem herkesi farklı şekilde vursa da hayatta kalanlar için yaşam bir şekliyle devam etti, ediyor. Çadırda, çorba sırasında, enkaz etrafında ya da artık adları sadece birer numara olan sevdiklerinin mezarının başında beklemekle geçti, geçiyor. Yakınlarının cansız bedenlerine ulaşamayanların dramı ise çok daha ağır ve sarsıcıydı.
Artık biliyoruz ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve hayat bazıları için çok zor geçecek. Evini, sevdiklerini, arkadaşlarını, anılarını, komşularını, dostlarını ve bir ömür emek vererek biriktirdiklerini kaybedenler için hayat artık çok zor. İnsanların henüz yaraları çok taze, yürekleri yangın yeri, zihinleri acının sancısında. En kötüsü de belirsizlik. Belirsizlik deprem kadar sarsıcı olmasa da insanı çürüten, içini acıtan bir potansiyele sahip. Geride kalanlar açısından bu kez gelecek değil, geçmişe dönme isteği var. Bunun imkansız olduğunu, her şeyin yarım kaldığı ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bilinse de insan bir an zaman sarmalının geriye dönmesini , kaybedilenleri geri getirilmesini istiyor.
Büyük depremin sarsıcı etkisi yıkılan binaların çokluğundan belli oluyor. Büyük depremin ilk günlerinde sosyal medyada dönen bir video izlemiştim. Belki çoğunuz izlediniz. Üstü başı perişan, bitkinliği gözlerinden okunan, sakalı uzamış orta yaşlarda birisinin çöken binanın önünde yanan ateşin etrafında beklediği görülüyor. Çökmüş ruh hali, direncini kaybetmiş bedeni ve sevdiklerini yitirdiği her halinden belli olan erkek ısındığı ateşin külünü azar azar yemeye çalışıyor, sonra sıcak külü yüzüne, saçlarına, başına birkaç kez sürüyor. O günlerde videonun ne kadar gerçek, ne kadar kurgu olduğunu anlamamış, sıcak kül yeme olayının ne anlama geldiğini düşünmeye başlamıştır.

Kürtlerde “Xueli li ser” diye bir deyim var, “kül başına” yani. Genellikle derin acı içinde kıvrananlar için kullanılır. İnsanın inanası gelmiyor ama sanırım “kül başına” gerçek bir vaka. Acının ateşle dağlanması gibi bir şey. Deprem bölgesinde ilk birkaç gün insanlar acılarını hafifletecek bir dayanak bulmak için oraya, buraya kaçıştılar. Enkazların başında ateş yakarak çevresinde kümelendiler ve ateş kısmen onların hayatta kalmasını sağladı.
İlk günler olması gerekenler yoktu ortada. Her şey iklimin ve depremin yıkıcı insafına kalmıştı. Ne teknoloji kalmıştı ortada, ne de övünülen yollar. Her şey ölümün rengine, acının sancısına ve yarılan toprağın şekline dönmüştü. Sadece binalar değil, hayat da yerle bir olmuştu. Ölenler ölmüştü ama geri de kalanlar için her şey hala 7.8 şiddetinde yaşanıyordu.
Bu ortamda depremin vurduğu Adıyaman’a gitmek şart olmuştu. Çok sayıda tanıdık, dost, arkadaş ve akraba enkaz altındaydı. Gelen haberlerin dayanılmaz ağırlığı altında Adıyaman merkeze ulaştım. Depremin vurduğu güney bölgesini görünce adeta felç olmuştum. Ne olmuştu Adıyaman’a? Sanki atom bombası atılmıştı kente. Adıyaman merkezi görünce aklıma Nagazaki, Hiroşima ve Kobani gelmişti. Bu nedenle ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilememiş, bir süre dona kalmıştım.. Bir çok dostum, arkadaşım ve birinci derece akraba olanlardan hayatını kaybedenler vardı. Binalar yollara devrildiği için sokaklar, caddeler büyük oranda yıkıntılar nedeniyle kapalıydı,. Bu kadar büyük yıkımı ilk defa tanık oluyordum. Savaştan beter bir durum vardı ortada. İçim acıyarak yıkılan binalara baktım, gözlerim enkazdan sağ çıkabilecek birilerini aradı.

…
Adıyaman’da bütün yollar yıkıma çıkıyordu. Deprem koca kenti harabeye çevirmiş, binlerce insanı evsiz bırakmıştı. Sevdiklerini, yakınlarını, evlerini, iş yerlerini kaybedenler, o kahrolası dakikaları anlattıklarında içim titreyerek dinledim, gözyaşlarını içime akıtarak dayanmaya çalışmıştım. Hem gördüklerim karşısında nutkum tutulmuş, hem de oluşan enkaz karşısında içim burkulmuştu. Ölenler, evsiz kalanlar, soğukta üşüyenler her şeyi sarsmaya yetiyordu. Birkaç enkaz başında deklanşöre basarken, ilk kez fotoğraf çekmekten utanır olmuştum. İnsanların acısı karşısında ne yapacağımı bilemez halde beklemiş, büyük oranda fotoğraf çekmekten de vazgeçmiştim.
Depremden kurtulanların anlattıkları tek kelime ile korkunçtu. Kendilerini can havliyle dışarı atabilenler, kurtulduklarına sevinememiş, yaşanan yıkım karşısında dehşete kapılmışlar. Kentten yükselen çığlık sesleri karşısında en az 7.8 şiddetinde ki deprem kadar sarsılmışlar. İnsan çığlıkları Adıyaman genelinde yankılanmış, bir anda her şey karma karışık bir hal alarak tam bir kaos yaşanmış. Bunun bir kıyamet olduğunu düşünmüş çoğu insan. Çığlıklar gökyüzüne ulaşsa da sonuç değişmemiş. Depremle birlikte yağmur, şiddetli dolu ve dondurucu soğuk insanların dayanma gücünü kırsa da, insanların çırpınışı sürmüş saatlerce. Enkaz altından bir umutla seslerini duyurmaya , enkazı tırnaklarıyla kazmaya çalışanlar olmuş. Enkaz altında kalanların çığlık ve inlemeleri ise bambaşka bir depremler yaratmış. O saatler için kelimeler kifayetsiz, duygular lal olmuş. Enkaz altında kalanların kimisi donarak, kimisi kan kaybından hayata veda etmiş. Ölümün çemberini kıranlar ilk yaşanılanların şokunu atlattıktan hemen sonra kendi imkânlarıyla yakınlarını, sevdiklerini, anne ve babalarını ya da evlatlarını yıkıntılar arasından çıkarmaya çalışmışlar.

Kendi sevdiklerini canlı ya da cansız çıkarabilenlerin bir nebze acıları dinmiş ama sevdiklerini enkaz altından çıkaramayanlar sabahın ilk ışıklarıyla yıkıntıların ürkütücü boyutunu gördüklerinde artık sessizliğe gömülmüşler. Çığlık seslerinin yerini inlemeler almış. Dört gün sürmüş bu durum. Devlet oldukça gecikmiş, yollar kapanmış, yapılan müdahaleler de rasgele olmuş.
Harabeye dönen, ölümün çıldırtan sessizliğine gömülen Adıyaman’ın yerle bir olduğunu söylemek abartı gelse de, yıkımın şiddeti herkesi şok etmiş. İnsanlar kendileriyle baş başa kalmışlar ve elleriyle koca beton bloklar arasında kalan sevdiklerine ulaşmaya çalışmışlar.
Yani depremde söz hükmünü kaybetmiş; o kara günün ilk ışıklarında, tarih bir yanını yitirmiş. Her şey doğanın insafında sarsılmış, savrulmuş ,yıkılmış… Oluşan enkaz insanları derin bir acıya, sessizliğe, ölüm uykusuna yatırmış. İnsanı yaralayan, ruhunda gedikler açan bir yıkımı yaşamış. Düşünsenize bir gece sabaha doğru geniş bir coğrafya saniyeler içinde yerle bir oluyor, kurtulanlar ise her şeyini kaybediyor.

Bu yıkım hem hayatımızda ki fay hatlarını kırdı, hem de yeni fay hatlarının oluşmasına neden oldu. Artık zaman eskisi gibi olmayacak. Ne yapsak bir yanımız eksik, sözcükler yarım, duygular lal olacak. Uzunca bir süre bu felaketin etkisini atabileceğimizi düşünmüyorum. Korkunç bir travma oluştu ruhlarımızda.
Her çağın, her koşulun kahramanı olabilir ama depremin kahramanı olmuyor.. Önüne ne gelse yıkıp geçiyor. Kahramansız zamanların tetikleyicisi oluyor deprem. Bu nedenle tarih boyunca depreme karşı kahraman ilan edilen hiç kimse yok. İnsan depreme karşı mağlup ve aciz. Hele de aç gözlü, rant odaklı ve rüşvet kültürünü yaşayan toplumlar daha büyük acılar yaşıyor, yıkımlar görüyor.
Hep söylenir. Deprem değil, binalar öldürür diye. Bir kez daha bunu acı ile deneyimledik. Demirden, çimento ve kaliteden çalanlar binlerce insanın hayatına mal oldular. Onlara izin verenler, inşaat aşamasında kontrol edenler, rantlarına göz yumanlar sonucun mimarları oldular.
Ne değişti 99 depreminden? Deprem vergisi, dask, yapı denetim, deprem yönetmeliği.
Ne oldu?
Sonuç ortada. Demek ki sadece kanun, yönetmelik çıkarmak yetmiyor. Etkin bir denetim mekanizmasının yanında rüşveti ortadan kaldıracak bir sistem gerekiyor.

Bunu büyük acılarla deneyimledik. Bir değil, hem de birkaç kez. Sanırım deneyimlemeye de devam edeceğiz. Bir iki haftaya kalmaz her şeyi unuttuğumuzda sorun daha da büyüyerek yarınlara aktarılacak. Depremin ne zaman olacağı belli olmadığına göre yarın olacakmış gibi adım atmalı, depreme dayanıklı konutların inşa edilmesini teşvik etmeliyiz. Teşvik diyorum çünkü milyonlarca insanın depreme dayanıklı konutu yok. Depremden sonra kontrol edilen konutların fotoğrafları incelenirse ne durumda olduğumuz ortaya çıkar.
Uzun lafın kısası önümüzde ciddi bir süreç ve ödev var.
Depremin yıkıcı yönünü bir daha yaşamamak ve ölümleri en aza indirmek için artık deprem gerçekliğiyle yaşamayı öğrenmeli, depreme dayanıklı konutların yapımı için ek önlemler almalıyız. Yasa yeterli olsa denetim yeterli olmuyor, denetim yeterli olsa inşaatlarda kullanılan malzeme yeterli olmuyor. Yani yumak olmuş bir sorunla karşı karşıyayız. Müteahhit, belediye ve denetim mekanizması birlikte ele alınıp, sorun köklü çözüme kavuşmalıdır. Bu gün deprem bölgesinde on binlerce insan çadırlarda zor bir yaşam sürdürüyor. En temel ihtiyaçlardan mahrum, yürekleri yarılı, ruhları kanamış bir halde geleceğe umutsuzca bakıyorlar. Acılarını bu günden yarına hafifletmek mümkün görünmüyor. Bu nedenle meseleyi iktidar odaklı düşünmekten vazgeçip, insani kriz düzeyinde ele almaya başlamalıyız diye düşünüyorum.






