Kerem Sevinç
Kerem Sevinç
Hayatınızın başladığı coğrafya, gelecekte nasıl yaşayacağınıza etki ediyor. Fotoğraf sanatçıları için de durum bundan farklı değil. Her ne kadar icra etmesi yüksek maliyetlere neden olsa da fotoğrafçılık olmasaydı, gözümüzdeki bantları çıkartmamız bu kadar kolay olmayacaktı.
Yeryüzünde bizimle aynı anda devam eden çok farklı yaşamların da bulunduğunu hatırlatan drone fotoğraflarına bakıyoruz.

Fotoğraf, iklim değişikliğine dikkat çekme amacı gütmese de insanlarda tuhaf bir suçluluk hissi uyandırmayı başardı. Kendi yaşam alanındaki bir hayvanın belki de saniyeler süren mücadelesini görüyoruz. Kuzey Kutup Dairesi’ndeki buzulların erime hızı, son 20 yılda muazzam seviyelere ulaştı. Bu fotoğraf, Ledoux’a 2018’de Yılın Drone Fotoğrafçısı unvanını kazandırdı.

Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan Martin Mecnarowski, kış aylarından çıkarken yakaladığı bu fotoğrafla büyük ses getirdi. Çözünürken sinir hücrelermize benzeyen desenler oluşturan buzullara yukarıdan bakıyorsunuz.

Geçtiğimiz aylarda Hawaii’nin durumu içler acısıyldı. ABD’ye bağlı ada eyaletindeki Büyük Ada’da yüzyılın en büyük volkanik felaketlerinden birisi gerçekleşti, kasabalar ve köyler çok ciddi zarar gördüler. Bu fotoğraf ise tehlikenin içine doğru yolculuk yapan fotoğrafçı Xiaoxiao Liu tarafından çekildi. Liu, iki gün boyunca lavların denizle buluştuğu anı görüntülemek için uğraştını söylüyor. Ateşin ve suyun çarpıştığı Hawaii sahillerine yaklaşmak anlaşılan o kadar da kolay olmamış.

Romanya’da yaşayan fotoğrafçı Ovi Pop, ülkesinin en gözde illerinden Bihor’un Derna kasabasında iki farklı fotopraf çekti. Aynı yükseklikten aldığı bu iki kareyi birleştiren Pop, iki mevsim arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koyuyor. Dondurucu bir kışın ardından, bölgedeki yüzlerce yıllık ormanın nasıl yeşillendiğini aynı karede görüyoruz.

Suudi Arabistan’ın Hicaz bölgesinde yer alan Madain Salih isimli bu bölgede, çölün ortasındaki kayalara oyulmuş antik mezarlar var. Arkeolojik çalışmaların devam ettiği alanda, insanlığın en kadim miraslarından bazıları bulunuyor. Bu nedenle bölge UNESCO’nun Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. Fotoğrafçı Gabriel Scanu ise düzenlediği gezide sadece drone ile var olan bu güzelliği görüntülüyor.

Dünya’nın en nadide bölgelerinden birisi olan Bahamalar’daki Aboca adası çevresinde pek çok denizcilik kalıntısı var. Bu kalıntıların önemli bir kısmı ise eski tip korsan gemilerinden oluşuyor. Gemiler ve mürettabatları hayatta değil, ancak bölgenin sakinleri doğal döngüleri içerisinde yaşamaya devam ediyor. Sığ sularda avlanmaya devam eden bir köpek balığının avları, kendi etrafını sarmış durumda. Hem fotoğrafçı hem de bir gezgin olan Adam Barker bu büyüleyici sahneyi görmemizi sağlıyor.

İzlanda’da bulunan antik volkanlardan birisi olan Landmannalaugar, sanki su altında yosun kaplanmış bir kaya gibi duruyor. Yeryüzündeki bitkiler, bir zamanlar binlerce derecelik lavların göl olduğu krateri ele geçirmiş durumdalar. Fotoğrafçı Kirsten TÑube ise sadece drone kullanarak bu muazzam oluşumu net şekilde görmemizi sağlıyor.

Dünya’nın en kalabalık ülkelerinden birisi olan Çin’de her yıl, sayısız spor müsabakası düzenleniyor. Bu fotoğraf ise rotasında Çin Seddi’nin de bulunduğu bir etkinlikten. Koşuya her ülkeden, her kültürden sporcu katılıyor. Fotoğrafçı Fan Zhang’in renkleri yakalamadaki ustalığıyla tüm o kültürlere el sallıyor gibiyiz.

Aslında bir su altı fotoğrafçısı olan Davide Lopresti’nin drone ile çektiği bu fotoğrafta, modern ticaretin en büyük araçlarından olan yük gemilerinden birisini görüyoruz. Dalgaları rakipsiz şekilde aşan bu dev gemiler, sığ sulara ve dar boğazlara gelince, kendilerinden çok çok küçük olan römorkör teknelere ihtiyaç duyuyorlar.

Kışın sert geçtiği coğrafyalarda yapılan en popüler sporlardan olan sürat patenciliği, yıllar süren çalışma ve azim gerektiriyor. Avusturyalı fotoğrafçı Vincent Riemersma ise drone ile muhteşem bir zıtlığı görüntülemiş. Son derece süratli giden patencilerin gölgeleri, sanki yürümekte bile zorlanan insanlara benziyor.
Kaynak: webtekno
Kentlerde ki yaşamı, sosyal ilişkileri ve yüz binlerin içinde bulunduğu durumu görünce insanın kentlerden kaçıp, bir adada Robinson Cruseu olası geliyor.
Trafik, konutsuzluk, yeşil alanların durumu, işsizlik ve plansızlık kentleri adeta bir esir kampına dönüştürmüş. Binalar, araçlar, kalabalıklar insanın üzerine üzerine geliyor sanki.
Hangi kentten bahsettiğimi biliyorsunuz.
Yaşadığınız, değer verdiğiniz, bağlı olduğunuz kentten…
Her kent için bunu söyleyemeyiz. Ama bir çok şehir, hatta kentlerin geneli insan sağlığı için artık zararlı. Kanser vakaları, depresyon daha çok kentlerde görünüyor olması bir tesadüf olamaz.
Hava kirliliği, güvenlik sorunları, madde bağımlılığı , ırkçılık, milliyetçilik, ötekileştirme kentler için ciddi problem…
Oysa kentler uygarlığın sembolü olarak tarihte kendilerini var ettiler. Toplu yaşam alanları olarak, daha güzel yaşamlar muştuladılar. Ama sanırım verilen müjde şimdi karabasana dönmüş durumda.
İlk kentleri inşa eden insanlar, bu günkü kentlerin halini tahmin edebilseydiler, kesinlikle kent devriminden vazgeçerlerdi diye düşünüyorum. Bu devrimin insanı bu denli cendereye alacaklarını hesaplamadılar kanımca.
İlk kentler belki de bir ihtiyaçtan ya da stratejik hedeflerden doğdu.
Kent kültürü, zamanla kalabalık insan topluluklarını bir araya getirdi ve karmaşaya kapı açtı.
Yani uygarlığın yitimi de buradan strat aldı ve yanılsama süreci de başlamış oldu.
Yönetimler kentleri daha görkemli yaptılar ama insani değerler giderek aşınmaya, yozlaşmaya da başladı. İşler merkezileştikçe etki alanı genişledi, organizasyonların boyutu devasa oranlara ulaştı.
Yani insan kentlerde kayboldu, duygular dahil, her şey başkalaşmaya, yozlaşmaya ve tükenmeye başladı.
Sistem insan, insanlar tarafından yönetilse de çıkan sonuç insanı yok etmeye yönelik oldu.
İnsan aklının sınırları genişledi, sanayi devrimi teknolojik atılımlarla ilerledi, iletişim uzayın derinlikleri evimizin içine taşıdı.
Tüm bunlar insanlık açısından önemli, hem de çok önemli. Ama işin ilginç yanı her gelişme insanı da biraz güdükleştirdi, çünkü her gelişme tüketimi esas aldı. Buna kapitalizm demek mümkün ama daha gerilere, sanayi devriminden önce gelen bir düşünce biçiminin sonucu kentler uygarlığın yitimi haline geldi.
Bu gün kentlerin varlığı sorunlar yumağı anlamına geliyor.
Bin bir sorun, sıkıntı iç içe gelişiyor ve giderek boyutlanıyor.
Parasal ilişkiler, teknolojik gelişmeler, yeni devlet anlayışı ve sözde demokrasi kentlerin en büyük sorunları arasında. Mikrobik ve bakteriyel hastalıklar, kimyasal ve radyoaktif sızmalar yaşantımızın gerçekliği haline gelmiş.
Kentler çelişkinin, mafyanın ve güvenlikçi sistemlerin korkunç denetimi altında. Her şey yedi yirmi dört saat kayıt altında.
Ve bu da yetmiyor. Daha önce şatolarda yaşayan şekçinler, kentlerde yeni bir alan açtılar. Varoşların hemen yanı başında daha steril ve seçkinlerin kaldığı siteler kentlerin en belirgin ayrıntıları arasında yer almaya başladı.
Kentler artık seçkinler, yoksunlar ve yoksulların iç içe yaşadığı ama keskin çizgilerle ayrıştığı bir yapıya dönmüş durumda.
Artık kent demek tüketen, kirleten ve ticarileşen anlayışların organize edilmiş fiziksel alanlar anlamına geliyor.
Doğanın yok edildiği, beton imparatorluğunun kalıcılaştığı kentlerin sorunlarını yazmak için nefes bile yetmiyor.
Bu nedenle 21 yy’ın en büyük sorunu kent kültürünün giderek insanı yok eden, uygarlığın yitim noktaya gelmesidir.
Milyonlarca insanın bir arada yaşaması insana akıl almaz gelse de, 50 milyonlu kentlerin varlığı, milyonlarca aracın trafikte gün yirmi dört saat hareket halinde olması, güvenlik sorunları, çevre felaketleri, işsizlik ve toprağın yitimi kentleri yaşanılmaz kılıyor.
Ama buna rağmen herkes kentlere rağbet ediyor, akın akın göç katarları kentlere doğru ilerliyor.
Bu gerçekliği değiştirmek mümkün mü?
Çok zor ama kentler bu günkü şekliyle var olmaya devam ederse, çok zor.
Daha az beton, daha çok kentli hukuku ve insanların kendini gerçekleştirme alanları, sağlıklı konutlar, iş alanları, yerel demokrasi, eşitlik, ekolojik yaklaşımlar, insan haklarının geliştirilmesi 21 yy’ın çözümü olabilir.
Bu zor sorunun üstesinden gelmek için insanı yeniden ortaya çıkarmakla işe başlamak belki de en doğrusu.
Kentler olacak, köyler de olacak. Tarih geriye işlemeyeceğine göre bu alanları daha yaşanılır kılmaktan başka bir çözüm ufukta görünmüyor. Ne kentlerden vazgeçilir, ne de kentlerin bu hali kabul edilebilinir.
Zor bir durum yani. Her şeyin zıttıyla var olduğu karanlık bir sürecin içindeyiz. Karamsarlık aşılamak niyetinde değilim. Bilakis umudu yeşertmek, geçmişin izinde, günümüzü inşa etme isteğim var.
Bu kadar büyük bir hedef peşindeyim yani.
Zor ama imkansız değil.
Yeter ki bizler kazanç ve kâr hırsından birazcık ödün verelim ve insanı, insanları, toplulukları esas alalım. Her kültürel damar, her tarihsel yapı binlerce yıllık düşünce yoğunluğunun ürünü.
Her şeye rağmen dünya güzel ve yeryüzü doğasında daha çok güzel…
Mesele insanı, diğer canlıları, doğayı; hak, hukuk ve adaleti; insanca yaşama koşullarını yaratmak ve kentleri insan dostu haline getirmek.
Bütün mesele bu.
Bunu kim yapacak?
Bir ilahi kudret mi, yoksa yeryüzünün ilahları olan devletler mi?
Tabii ki bu bir tercih meselesi… İlahi kudretten bekleyenler de olacak, devlete havale edenler de.
Ya da tümden meselenin çözümünü bireylerim sırtına yükleyenler de olacak.
Yani çözümü de kentlerin kaotik ortamına benzeyecek. Zor, çetrefilli ve karışık.
Emin Özmen, dünyanın en köklü ve prestijli fotoğraf ajanslarından Magnum’a aday fotoğrafçı seçildi. Özenle, sabırla ve istikrarla sürdürdüğü çalışmaları bu süreçle yeni bir ivme yakaladı. Türkiye’de ve yakın coğrafyasında yoğunlaştırdığı fotoğrafları artık adının yanında Magnum imzası da eklenerek dünyanın saygın basın yayın organlarında yer buluyor.
Emin Özmen “Türkiye’den aday gösterilen ilk fotoğrafçı olarak” yaşadığı tecrübeyi satır başlarıyla NOSTOS’la paylaştı.
MAGNUM’A ADIM ATMAK
Magnum fotoğrafçılarının bazıları ile uzun zamandır tanışıyorum. Özellikle Nikos Economopulos, Patrick Zachman ve Jerome Sessini ile yakın bir arkadaşlığımız gelişti son yıllarda. Ancak adaylığım ile ilgili ilk gelişme geçtiğimizi yıl Fransa, Perpignan’da yaşandı. Paolo Pellegrin ile meşhur La Poste meydanında bir sohbetimiz oldu. ‘Magnum’da birçok fotoğrafçı senin işlerini takip ediyoruz, devam et Emin’ dedi. Bu cümleyi o an için herhangi bir yere oturtmaya çalışmadım ancak bu ve bunun yanında söylediği cümleler gurur vericiydi. Aradan birkaç ay geçti Musul operasyonunu takip etmek üzere kuzey ırakta bulunuyordum. Yine Paolo Pellegrin ile tamamen tesadüf bir şekilde aynı cephede karşılaştık. Aynı cümleleri bu kez altını çizerek tekrarladı ve beni Paris’e davet etti. Magnum’a katılmak için başvurular herkese açık ancak üyelik sürecinin Magnum’un daveti ile gerçekleştiği biliniyor. Ocak 2017 de bu davet üzerine Magnum ofisine gittim. Bir grup Magnum fotoğrafçısı ile oturup işlerime göz gezdirdik, ve benim Magnum sürecim bu şekilde başlamış oldu. Mayıs sonuna kadar oldukça yoğun bir iletişim içerisinde portfolyomu oluşturduk, binlerce fotoğraf içinden fotografik bakışımı ifade eden 50 kareyi birlikte bir kenara ayırdık. Her yıl Londra, Paris veya Newyork’ta gerçekleşen yıllık olağan toplantılarında tüm Magnum fotoğrafçıları biraraya geliyor ve ajans ile ilgili her konu masaya yatırılıyor, varsa ajansa katılacak adayları belirliyorlar. Bu sene o masada adaylığı tartışılan on fotoğrafçıdan bir ben olmuş oldum. Adaylığınızın gerçekleşmesi için yüzde 51 oy gerekli. Ve sonuç olarak Enri Canaj, Cristina Del Midel ve ben Magnum’a aday olarak katılmış olduk.
MÜJDEYİ PAOLO PELLEGRIN VERDİ
Süreç bugüne kadar Magnum ailesine katılan tüm fotoğrafçıları için 70 yıldır aynı sistem ile devam ediyor. 2 senelik bir sözleşme yaptık ve bu süreç boyunca Magnum ajansı tarafından temsil edileceğim. Sahip olduğum haklar ajansın diğer tüm fotoğrafçıların sahip oldukları ile aynı. 2 yıl sonunda çalıştığım ana konulardan birini geliştirip tekrar masaya koymam bekleniyor, bu kez yüzde 66 oranında bir kabul görmeniz gerekiyor. Tamamdır derlerse associate oluyorsun ve aynı konuya 2 yıl daha devam etmen, geliştirmen bekleniyor. Ve toplam 4 yıl sonunda asıl üye oluyorsun. ‘Bu süreç hepimizin içinden geçtiği ve bizi daha iyi fotoğrafçılar haline getiren bir süreç’ – adaylığım anons edildiğinde Paolo arayarak bu cümleleri kurmuştu. Ajansa katılan fotoğrafçıların büyük bir kısmının en iyi işlerini bu dönemde yaptığı belirtti. İsimleri ve işleri çok kıymetli, saygı duyduğum bir çok fotoğrafçının yer aldığı bir aile Magnum. Ve ben henüz 32 yaşındayım, fotoğrafımın halen gelişmekte olduğunun farkındayım, bu süreç içerisinde onlardan öğreneceğim çok şey olacak. Fotoğrafımı daha iyi bir noktaya getireceğimden, daha derin ve etkili işler yapacağımdan eminim. Bu işlerle Magnum’a da katkı sunacağımdan şüphem yok.
ÇALIŞTIĞIM KONULARI GELİŞTİRECEĞİM
Birkaç yıldır üzerinde çalıştığım konular var, onları geliştirmeye çalışacağım. Ama özellikle hangisine ağırlık vereceğim şimdilik bende kalırsa daha iyi olabilir. Bu konuların dışında elimden geldiğince dünyada ve bölgede yaşanan yeni gelişmeleri takip etmeye devam edeceğim.
KEŞFETMEK İÇİN KEYİFLİ BİR YOLCULUK
Magnum benim için önemli bir eğitim oldu herzaman. Bugün 70 yılı geride bırakmış bir ajans. İkinci dünya savaşından bu yana dünyada yaşananların görsel bir arşivi. Tarihi ve fotoğrafı Magnum fotoğrafçılarının kaydettiği anlarla/tanıklıklarla öğrendim diyebilirim. Bir gün Magnum’a katılmak, evet belki bunu hayal etmişimdir, ancak bunu bir hedef haline getimedim hiç bir zaman, böyle bir çabam olmadı. Ve bu çaba ile gerçekleşen bir süreç değil zaten-davet edilmeniz gerekiyor. Benim gayem bölgede yaşanan önemli gelişmeleri olabildiğince yakın takip edebilmekti, bunu bazen kendi çabalarımla bazen beni destekleyen editörlerle, dergilerle yaptım – hepsine minnettarım. Bu çalışmalarımın Magnum’un dikkatini çekmiş olması tabiki çok önemli benim için. Ancak bildiğiniz gibi benim hedefim Le Journal’i hayata geçirmekti, ve LJ hem Türkiye hem bölge için bir ihtiyacın ürünüydü. Son 5 yıldır vaktim ve enerjimin büyük kısmını bu hayale harcadım. İyi işler yaptık, önemli bir dönemi belgeledik ve LJ’yi uluslararası düzeyde ciddi bir bilinirliğe kavuşturduk bugün. Belirtmem gerekir ki hem benim kişisel çalışmalarımda hem ajansın gelişiminde özellikle son iki yıldır Cloe Kerhoas’ın bilgi ve birikiminin çok etkisi oldu. Şimdi Le journal kendi ayakları üzerinde-kendi hedefleri yönünde ilerlemeye devam edecek. Ben ise Magnum ile biraz daha farklı ama aslında aynı dünyayı yeniden keşfetmek üzere keyifli bir maceranın içinde olacağım. Bu çok heyecan verici ve motive edici bir olay benim için.
Kaynak:http://www.nostosphotos.com/detay/emin-ozmenle-magnum-yolunda
Mohsen Namjoo Meşhed şehrinde geleneksel yapıdaki bir aile içerisinde büyüdü. Edebiyat ve müziğe olan ilgisi daha çocukluğunda başlamıştı. Okuldaki sanat etkinliklerinde aktif olarak rol alıyordu. Daha 12 yaşında iken babasını kaybedince annesi ve abileri onu müzik okuluna göndermeye karar verdiler. Burada Nasrullah Nasehpur tarafından eğitildi. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen profesyonel olarak müzik yapmaya karar verdi ve müzik eğitimine Tahran Üniversitesi’nde devam etmek için Tahran’a taşındı. Giriş sınavını kazanmak için bir enstrüman çalmayı bilmesi gerekiyordu. Malî durumu nedeni ile gücü ancak bir setar almaya yetmişti. 1994 yılında üniversiteye girdi. Burada ağırlıklı olarak müzik ve tiyatro eğitimi aldı. Üniversitedeki klasik öğretim sisteminden memnun değildi. Klasik, geleneksel İran müziği ile yakından ilgilendikten sonra denemelere başladı ve bu geleneksel müziği modern yöntemlerle birleştirip sentez yaptı. Bu çalışmaları bazı kesimler tarafından kabul görmedi ve çok sık zorluklarla ve engellemelerle karşı karşıya kaldı. İran müziğini alışılmamış bir şekilde uygulaması ve şarkılarının değişik tarzı nedeni ile, üçüncü yılında üniversiteden atıldı. Üniversiteden atıldıktan sonra Tahran’da üç konser verdi. 2000 yılından bu yana rock müzik ve caz onun için önemli hale geldi. Bu iki müzik türünü geleneksel İran müziği ile birleştirdi. Bu denemeler çok kötü bir teknik ile kayda alındı. Bu kayıtların bir kısmı kopyalandı ve tüm İran’da, birçok insan tarafından sevilerek dinlendi. 2006 yılında özel konserler vermeye başladı ve aynı yıl Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nde “Hotspot Teheran” konulu etkinlikte sahneye çıktı. Çok başarılı olan bu konser sonrası Hollanda radyosunda onunla bir söyleşi yapıldı ve konserden bazı eserler çalındı. İran sınırları dışında Mohsen Namjoo özellikle “Sound of Silence” isimli belgeselle tanındı. Bu belgeselde Amir Hamz ve Mark Lazarz, Namjoo ile birlikte, İran’ın diğer öncü müzisyenleri O-Hum, Hich-Kas ve Emad Bonakdar’ı da göstererek, Tahran’daki underground müziği anlatıyorlardı. Temmuz 2009 tarihinde Şems isimli bir şarkısında Kuran’dan alıntılar yaptığı ve İran yasalarına göre ayetlerin müzik eşliğinde söylenmesi yasak olduğu için Kuran’ı karalama suçlaması ile beş yıl hapse mahkûm oldu Albümler Trust the Tangerine Peel (2014) 13/8 (2012) (Konser kaydı) Alaki (2011) (Konser kaydı) Useless Kisses (2011) OY (2010) Geographical Determination (2008) Toranj (2007) Personal Cipher (2016)
Kaynak:Etnik müzik
İçinde yaşadığım coğrafyadan başlayarak, yeryüzünün en ücra köşesine kadar var olan sorunlara duyarlılık göstermeye çalışan, çözümleri konusunda kafa yoran ve kendinden çok üçüncü kişilerin hak ve özgürlüklerini savunma gerektiğine inanan birisi olarak sorunlara bir çerçeve çizmeye çalışıyorum. Kendimce sorunlara cevap olma ve insanlığın omuzlarında ki yükün zerresini sırtlamaya çalışıyorum.
Ne elimde bir silah var, ne de insanları, doğayı, kültürleri, inançları yok edecek bir mekanizma.
Ben yok etmekten çok, yaşatmayı esas alan bir felsefe üzerinde duruyor, hayatın izini sürmeye çalışıyorum.
Bunun çok zor bir yaklaşım olduğunu biliyorum. Çünkü her inanç, her kültür ve her düşünce yan yana durmak istemiyor. Ayrık otları, kaktüs çiçekleri ve doğanın zehirli dikenleri her yerde var.
Baş etmek, dikenlerden arınmak, ayrık otlarını kurutmak öyle kolay değil.
Mesele düşündüğümden de çetrefilli.
Çünkü herkes kendi düşünce ve inancının doğruluğuna inanmakta ve kendi dünyasının militanı olmaya aday olarak yaşıyor.
Oysa yeryüzünde ki bütün çatışma ve kavgalar ‘benin düşüncem doğrudur’ yaklaşımdan çıkmıştır.
Bu çatışmaların, derin çelişkilerin önünü almak, yeryüzünde barış ortamı sağlamak akıl ve vicdan sahibi insanların işidir.
Ama işin gerçek yanı, yani reel tarafı tarafgirliğin giderek büyüdüğü ve insanın insana tahakküm kurma güdüsünün ideolojik aygıtlara dönüştüğü, savaş araçların ekmek peynir yerine ikame edildiği kötü bir çağdayız.
Barış yeryüzün en ulvi, en ahlaki değeri olmasına rağmen orduların kendi aralarında diş bilediği, yer yer savaştığı ve giderek zorun her yerde geçerli akçe olduğu bir dönemdeyiz. Tıpkı eski çağlarda ki gibi, hatta geçmişe rahmet okutacak düzeyde vahşet olayları yaşanmakta. Gerek bireysel, gerekse de kitlesel silahlanma insanlığın bir akıl tutulması yaşadığının en açık kanıtı.
Çok uzatmaya gerek yok. Az laf, çok sevgi yaklaşımdan yola çıkarak, yeryüzü giderek daha bir sorunlar yumağı haline geliyor. Orman yangınlarını söndürecek bir teknoloji yok ama dünyanın uydusunu yok edecek bir nükleer potansiyele sahibiz.
Bu gidişatın insanı yaşatmayacağı açık. Her şey yok etmeye programlanıyor,sokaklar,evler, sınırlar kavganın arenası.
Bu güne kadar onlarca bilim insanı, onlarca alim, peygamber ve siyasetçi sorunlara çözüm için çok çaba sarf etmesine rağmen, insanlar için yaşanılır bir yeryüzü halen bir ütopya olarak kalmıştır. Ne dinsel argümanlar, ne toplum öncüleri sorunlara çözüm getirememiştir.
Binlerce kitap yazılmış, teoriler geliştirilmiş ama sonuç hiç değişmemiştir. Birbirini ezerek yaratılan dünyalar, bir süre sonra yeniden kavganın, savaşın ve birbirini yok etmenin cenderesine dönüşmüştür.
Mesele şudur ki,
Yeryüzü herkese yetecek kadar toprağa sahiptir. Ne havası tükenir, ne de suyu. Yeter ki insan aç gözlü olmasın. Aç gözlülük havayı, suyu ve doğayı tüketir, insanı yok eder, kültürleri çürütür.
Bu nedenle insan, her şeyden önce vicdanlı davranmak zorundadır. Kendi haklarını savunmak, başka insanların da hakları olduğunu unutmamak zorundadır.
Yani herkes için hak, herkes için aş, herkes için adalet bir zorunluluktur. Hiçbir din, hiçbir düşünce, hiçbir değer bu formülasyonu gözden uzak tutamaz, tutmamalı.
Basit ve anlaşılır bir yaşam ütopyası insanların yüreğine nakış nakış işlemeli…
İnsanlık Dallas dizilerinden bıktı, ilk çağ vandalizmden çok çekti, tahakküm seferlerinden, sömürge yönetimlerinden sıkıldı…Korkunç acılar çekti, çekiyor.
Biraz hümanizm ya, empati ve her kes için hak…
Bu kadar basit bence.
Egonuzu, milliyetçiliğinizi, müritliğinizi bir yana bırakıp, bu yazıyı okursanız, yeryüzü güzelleştiğinin farkında olacaksınız.
Biraz insani duyarlılık…
Yakından uzağa doğru başlayarak duyarlılık.
Hepsi bu.
Soyut resim: Ülkü Ünal./https://artbiance.com/urun/soyut-8/
Video için Sabriye Çınar Doğan’a çok tşkler.
Sabriye Çınar Doğan video için teşekkürler.İzleyin, gülmek kesin…
Doğan
Yıllar önce çekilen bir fotoğraf. Ben mi çekmişim yoksa başka bir arkadaş mı çekmiş tam hatırlamıyorum. Henüz koçerliğin geçerli akçe olduğu yıllar. İnsanın, insana benzediği yıllar.Saçlar, giyilen elbiseler ve elbette çocuklar o dönemin özelliklerini yansıtıyor. Sanırım Siverek Karabahçe Köyünün zozanlarında kıl çadır kuran köylülerin günlük yaşamından bir kare… Karacadağ 1985