Bir kara delik gibi

Çok ilginç bir toplumsal yapı olduk. Kimimiz için bazı sorunların hiç bir önemi yok. Hatta sorun da yok. Ama bazıları için ise sorunlar yaşamın bir parçası, hatta dayanılmaz bir sancısı.

Böylesine çelişkili bir yapı olduk. Aradaki uçurum,  aradaki derinlik, makas  aralığı giderek büyüyor, zıtlık kocaman bir kara delik gibi,

bizleri yutuyor.

 

 

 

 

 

Yansın, ateş bize yabancı değil.

ECaJ-CKXYAAaZHLECaJ-CJWkAI9DOaİzmir Karabağlar’da orman yangını devam eder, onlarca hektar ağaç küle döner, yüzlerce canlı ateşte can verir,  51 saattir hala yangın sürer.

Mesele değil, rutin bir sonuç

Alışkınız.

Yansın, ateş bize yabancı değil.

Geçmişte tapmışlıklığımız var.

Ne olacak ki, kesemizden mi gidiyor.

Biz asıl ateşin kaynağına bakmalıyız. Güneşin doğduğu yere yönelmeliyiz.

Hele bir kayyım atayalım, Allah Kerim.

Sonra bakarız.

Yangın da süner, enfeslasyon da iner.

Diyarbakır, Van, Mardin.

Her şeyin başı oralarda.  Dolar, altın, bist, borsa aklınıza ne gelirse sebep, bu belediyeler.

Kayyım atadık, her şey düzeldi. Bunlar gelince, yeniden tırmanışa geçti dolar, merkez bankası bile etkilendi yaw bu belediyelerden.

Neyse ki merkez bankasını önce hakladık.

Şimdi çalışma zamanı.

Yangın mangın vızgelir.

Ne olacak ki?

Göndeririz bir iki toma, çözeriz evelallah…

 

 

 

 

 

 

Tencere Tava, Hep Aynı Hava

13.12.2007 tarıhinde yazdığım, sanırım yayına veremediğim bir yazımı sizinle paylaşmak istiyorum. Bana ilginç geldi, biraz geçmişi yaşamak bu günü anlamak açısından önemli…

TENCERE_tava_550_1101Bir zamanlar “mutfakta yangın var.” sloganı muhalefetin esin kaynağıydı. Mitinglerde, boş tencerelerle eylem yapılır, açlık ve yoksulluk manzarası çizilirdi.

Şimdi durum farklı. Muhalefet hükümeti farklı alanlarda zayıf düşürmeye çalışıyor. Yani mutfaktaki yangın unutulmuş görünüyor.

Her şeyin düzeldiği havası hakim.

Hükümetin ağzı kulaklarında. TV ekranlarda ‘her şey tıkırında işliyor havasındalar.

“Her şey yolunda. Ekonomi düze çıkıyor. Enflasyonu ezdik. Şimdi kontrolümüzde”  diyor ekonomiden sorumlu bakanlar, ilgili ilgisiz tüm yetkililer.

Kendilerine göre haklı yanları var. Siyasal iktidar güçlü bir oy potansiyelinin üzerinde oturuyor. Tabi ki bunun propagandasını yapacak.

Buraya kadar her şey normal.

Normal gitmeyen ise açıklanan rakamlarla gerçekliğin tezatlığı.

 

Geçen yıldan bu yana,ne zaman tüp borcunu ödemeye gitsem, mutlaka zamlandığını görüyorum. Ekonomi sayfalarına bakıyorum, hükümetin açıklamalarını inceliyorum. Tüp gazla ilgili fiyat artışına dair pek bir düzenleme yok gibi. Ama her nedense mutfakta kullandığımız tüpün ücreti  ha bire artıyor. Son bir ay içinde üç kez zamlandığına şahitim. 32 ytl olan fiyat önce 35 ytl’ye, sonra da 40 ytl’ye, şimdi de 41.5’ ytl’ye yükselmiş durumda.

 

Önce inanamadım. Satıcıyla münakaşa bile ettim. Tüpçümü değiştirdim ve küçük bir araştırma yaptım. Sonuç beni haksız çıkardı. Satıcı haklıydı. Tüp gaz haftalık zamlanıyor, bu da bize yansıyordu.

 

Her halde tüp gazın genel ekonomik göstergelerin dışında olduğunu kimse iddia edemez. Petrolün yan ürünü olan tüp gazın tek başına artmasının bir mantığı yok herhalde. Bu da gösteriyor ki bir çok ürün aslında gizli gizli zamlanıyor.

 

Geçenlerde hükümet kulislerinde elektrikle ilgili yaşanan tartışmalar bana ilginç geldi. Dünyanın bir çok ülkesinden daha fazla baraj ve hidroelektrik santralına sahip ülkemiz, elektriğe otomatik zam yapmayı düşünüyor. Yani her ay sayaçlardaki fatura biraz daha kabaracak.

 

Sadece bu mu?

Temel gıda maddelerine yapılan zam. Mesela yağ, peynir, zeytinde ne hikmetse birden bire fiyat artışına gidildi. En ucuz beyaz peynir 4 ytl iken, bu gün 6 ytl dolaylarında dolaşıyor. Zam oranı neredeyse % 50…

 

Alım gücü giderek düşüyor. İşçi ücretleri, kamu çalışanlarının maaşlarının dünya standardında olmadığını hepimiz biliyoruz. Asgari ücretle çalışan insanların geçim indeksi iktisatçılar için tez konusu bile olur. Ev kirasının en az 300 ytl olduğu bir dönemde insanlarımız asgari ücretle geçiniyorlar.

 

Ne yiyorlar, ne içiyorlar doğrusu merak konusu…

 

Şimdi ben neye inanayım.

Cebimdeki paranın her gün azalmasına mı, yoksa bakanların cilalı sözlerine mi?

 

Tüp gazın otomatik olarak zamlanmasının anlamı ne olabilir?

Ekonomi bilimi açısından ne anlam ifade eder?

 

Reel durum ortada.

Ekonominin düze çıktığına ben de inanmak istiyorum ama gerçeklik  biraz farklı.

 

İktisat bilimi reel durumu esas alır. Yani çarşı pazar bir kıstastır.

 

Eğer çarşı pazarda sıkıntı varsa, ekonomik çarkın sorunlu olduğu kabul edilir.

 

Buna rağmen rakamlarla oynamak, sanal göstergeler yaratmak imkan dahilindedir.

Alım gücünün düştüğü, üretmeyen, kaynaklarını doğru kullanmayan bir ekonomi, yüksek ateşli yapıya sahip olduğundan, kriz sürekli tetiktedir.

İstanbul sokaklarında çağlayan…

İstanbul’da bu gün yağan yağmur, bazı sokak ve caddeleri adetta hızla akan şelaleye haline getirdi. Kısa sürede etkili olan yağış, sokaklarda olağanüstü manzaraların oluşmasına neden oldu.

Eminönü semtinin arka sokaklarında, genelde iş yeri olan bölgede vatandaşların cep telefonlarına takılan görüntü yağışların şiddetini ve İstanbul’un alt yapısını gözler önüne seriyor.

Ses adeta bir şelale, ama arka dekorda görünen dükkanlar işi bambaşka kılıyor… İstanbul burası, dünya metropolü…

Sıcak, her şey sıcak. Hatta sıcaktan da öte…

 

Birkaç gündür sıcak hayatımıza bir kara basan gibi girmiş durumda. Öylesine bir sıcak ki, insan bir yere koyamıyor, tarifini yapamıyor, etkisini anlatamıyor. Sürekli yanan bir ateş topuna dönen güneş ve gözleri kör edercesine parlayan ışık hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumda.

Herkes bir yerlerde beklemede. Havaların birazcık olsun düzelmesini, sıcaklığın birkaç derece düşmesini umut ediyor. Tabi bu kavurucu ateş altında çalışanlar, topraktan verim almaya çabalayanlar da var. Onlar ateşin bir parçası olarak, yanarak, eriyerek yaşamlarını sürdürüyorlar.

Gündüz bir hayalet kentlere döndü bizim buralar. İnsanlar gölge bir yer, serin bir ortam arayıp, duruyor.

Mevsim yaz, sıcak muhteşem demeyeceğim, çünkü korkunç. Deniz ve kumda sıcağa güzellemeler dizenleri bizim buralara davet ediyorum. Sıcaklığın gerçek yüzünü görsünler diye. Misafir ederiz, derece 45, yemekler de sıcak ve sıcak kadar da acı. Her şey sıcak, hatta sıcaktan da öte. Gökyüzü yanıyor, yeryüzü yanıyor ve bir de insan eliyle çıkarılan yangınlar, harlanan ateş var.

Dayanabilen gelsin, valla misafir ederiz.

İçten ve bütün sıcaklığımızla.

Buyrun Mezopotamya sofrasına.

Bizim buralar, bildiğim, bilmediğim,gittiğim, gitmediğim bizim buralar, yani Mezopotamya diye bilinen, yeryüzün en eski köşesi. Eski olmasından mıdır nedir, bir acayip yanıyor, altan alta kaynıyor. Her yaz aynı dertten muzdaripiz. Yazları çok sıcak geçer. Öyle sıcak ki insan adeta erir, sıcaktan kavrulur.

Mezopotamya, Dicle Fırat arası, kimisine göre verimli hilal yani. Kuru bir dalı  toprağa gömsen, bir süre sonra yeniden filizlenir, dal budak verir.

Ama mesele şu ki, yeşeren, dal budak veren kuru dalı yaşatmak her zaman büyük sorun. Ne üzerinde ki canlılar Mezopotamya doğasının olağanüstü çabasına içselleştirebiliyor, ne de dirilmeyi kendilerine karşı başkaldırı olarak algılayanların rızası var bu dirilişe.

Her şey tetikte, sıcak bir tabanda kaynıyor, yakıcı bir rüzgarın esintisi oluyor.

Mezopotamya bu. Her şeyin kendi zıttıyla var olduğu, geceyle gündüzün koyun koyuna yattığı bir coğrafya.

Tarihten önce var olan, varlığını sürdüren ve asırlarca ayakta kalan bir coğrafya. Varlığını iki nehrin kültüründen, kadimliğinden, asiliğinden alan ve harmanlayan bir eski aden.

 

Mezopotamya için yakıcı sıcakların en yoğun yaşandığı demler, bu günler. Sıcaklık yer yer 45 dereceyi buluyor.

Niye ki?

İşte öyle.

Sebebi yok. Birileri incir sıcağı  der, kimisi üzüm sıcaklığı.

Bu nedenle bizim buralarda cevabı olmayan sorulara, işte öyle  diye cevap verilir.

Müthiş bir cevap.

Nereye çeksen gider, her şeye yeter.

İşte öyle.

Yaz mevsimi benim için korkulu bir rüya gibidir. Kış bitimi ve bahar mevsimi benim için romantizmin demidir, yaz ise çekilmez,yakıcı bir süreç gibi.

Hele yükselen sıcaklık yok mu, bütün yaşama sevincimi alıp, götürüyor. Sıcaklık öylesine artıyor ki, hiç Güneş doğsun istemiyorum.

İnsan hep gece olmasını ister mi, yalana gerek yok, 45 derecede yanmaktansa, gecenin hafif esintisini tercih ederim. Yaz mevsimi Mezopotamya için zorlu geçen mevsimdir. Tıpkı bazı yerler için zorlu geçen kış mevsimi gibi.

Sıcaklık öylesine yakıcıdır ki,her şey sararır, kararır ve yanar.

Yazın özellikle ovalarda sıcaklık 45 derece olurken,  yüksek dağlarında kısmen de olsa  serin bir mevsim yaşanır, sular akmaya devam eder, doğa yeşil örtüsünü  birazcık da olsa korur;  serin bir ortam yaşanır.

Ovalarda doğa sıcaktan kavrulurken, her şey sararır.kurur ve rüzgarın insafına kalır, yüksek rakımlı dağlarda, yaylalarda serinlik insanın içine işler ve yazın ortasında üşüttüğü de olur.

Mezopotamya böylesi derin çelişkilere ve zıtlıklara sahiptir. Bir  yanı derin vadi ya da dağ silsilesi, bir yanı alabildiğince uzanan som sarı ova. Kurumuş bitki örtüsü, yanan toprak ve arada bir esen sıcak rüzgar.

Her şey sıcaktır yaz mevsiminde,yemekler, aşklar ve kavgalar. Öylesine sıcak ki insanı kavuran ve yakan cinsinden…

Coğrafyasının  derin çelişkisi hayata, duygulara, yemeklere ve aşklara yansır, kendisini orada yaşatır.

Mezopotamya bin bir renkli bir gökkuşağı gibi yağmurdan yağmura kendini yeniler ama acıdan ve sıcaktan yana şansı azdır.

Hep yangınlarda, sıcaklarda kavrulur. Kavrulur ama büyük aşklara da yataklık eder, küllerinden yeniden doğar.

mesopotamian_city_by_r_w_shilling-d31h7ig-1-768x480Yanmak ve yeniden küllerinden doğmak.

Bir Mezopoatamya miti gibi…

 

 

 

Özgürleşme


henri delacroix:
sanat hem özgürleşme hem de yaratmadır.

spinoza: yüce mutluluk erdemin ödülü değildir; ödül, erdemin kendisidir.

ernest bersot: acı, kara ilaçtır. acı, engellenmiş istektir, durdurulmuş harekettir, kötürümleştirilmiş yaşamdır.

raymond polin: değerlerin gerçeği yoktur; yalnızca eylemin gerçeği vardır.

jacques maritain: bilgeliğin özünden ve barışından yararlanamayan sanatçı, zekanın ve spekülatif yaşamın acımasız gereksinimlerinin tutsağı olur ve zamansal üretimin ve pratiğin tüm kölece sefaletlerine mahkum olur.

william blake: tasarım bir evre değildir, insansal varoluşun kendisidir.

maurice pradines: kişinin, elde etmek için kendini feda ettiği diğerinde sevdiği şey kendisidir.

fenelon: iyi tarihçi, hiçbir zaman hiçbir ülkeye ait olmayan tarihçidir; vatanını sevse de hiçbir zaman ona nedensiz övgüler yağdırmaz.

francis herbert bradley: iyi istencin dışında hiçbir şey ahlaklı değildir.

descartes: okul mantığı, insana bilinen şeyleri öğreten veya bilinmeyen şeylerle ilgili muhakemesiz bir sürü sözler söyleyen ve böylece sağduyuyu geliştirmekten çok engelleyen bir diyalektikten başka bir şey değildir.

wittgenstein: gelecek olaylar şimdiki olaylardan çıkarılamaz. nedensel bağlılık bir boş inançtır.

lucien laberthonniere: aşk kaynaktır, araçtır ve amaçtır. her şeyi hesaba katan, aydınlatan, açıklayan nihai akıldır. ve aşk öz olarak özgür olduğu için, özgürlük şeylerin temeli olarak tepede hüküm sürmektedir.

Tarlaya Oyuna Gitmek

2004 yılında Radikal Gazetesine yazdığım yazıyı sizinle paylaşıyorum…
Ailem ve ben pamuğa gidiyoruz. Kollarım çok ağrıyor. Ve yorgun oluyorum. Okula gitmeyi çok istiyorum ve arkadaşlarımı çok özlüyorum. Öğretmenimi özlüyorum. Orda sabahtan akşama kadar çalışıyor, pamuk topluyoruz. Annem, babam okula gitseydi bana her şeyi öğretirdi. Çadırımızın içinde televizyon yok. Ailem televizyon izleyemiyor.”

Haber: ŞEYHMUS ÇAKIRTAŞ* / Radikal 2 30/05/2004basbakanliktan-mevsimlik-tarim-iscileri-genelges-2817322.jpg

“Ailem ve ben pamuğa gidiyoruz. Kollarım çok ağrıyor. Ve yorgun oluyorum. Okula gitmeyi çok istiyorum ve arkadaşlarımı çok özlüyorum. Öğretmenimi özlüyorum. Orda sabahtan akşama kadar çalışıyor, pamuk topluyoruz. Annem, babam okula gitseydi bana her şeyi öğretirdi. Çadırımızın içinde televizyon yok. Ailem televizyon izleyemiyor.”
Bu satırlar ilköğretim ikinci sınıf öğrencisi Hacire Taslamak’a ait. Henüz sekiz yaşında. Ancak her bahar mevsiminde ailesiyle birlikte Çukurova ya da Karadeniz’e çalışmaya gidiyor. Aslında sadece Hacire değil binlerce çocuk ailelerin çalışmaya gitmesinden dolayı okul ortamından kopuyor. Onların pamuk dediği aslında tarımla ilgili her iş. Toprak tohumu yeşertmeye başlayınca bu serüven başlıyor. Nisana denk gelen ırgatlık serüveni, çocukları sadece ev ortamından koparmıyor, okul ortamından da uzaklaştırıyor… Bu nedenle okulların öğrenci sayısı yarı yarıya düşüyor. Özelikle Şanlıurfa ve Diyarbakır’da birçok aile tarım alanında işlerin başlamasıyla, başta Çukurova, Akdeniz, Ege ve daha sonraları Karadeniz’e gidiyor. Okul ortamından uzak kalan çocukların dönüşü bazen ekim, bazen kasım sonlarını buluyor.
Haydi Kızlar Okula ve Herkese Eğitim kampanyaları yürütüledursun, mevsimlik işlerde çalışan çocukların sorunları her yıl gazete ve televizyonlara konu olurken, özellikle valilikler çocuklarını okula göndermeyen ya da okul ortamından koparan ailelere para cezası vererek sorunun önüne geçmeye çalışıyor. Ama her yıl binlerle ifade edilen çocuk eğitimlerini yarıda bırakarak tarla yoluna düşüyor. Doğdukları topraklardan oldukça uzak diyarlarda en ağır işlerde çalıştırılan çocukların problemi şimdilik haber konusu oluyor. Bakanlığın konu ile ilgili bir çalışma yapıp yapmadığı pek anlaşılmıyor. Çoğu ilköğretim öğrencisi olan bu çocukların konu ile ilgili yazdıklarını hiç dokunmadan herkesle paylaşmak sorunu tartışma açısından yararlı olur düşüncesiyle aynen yazıyorum.
Keşke pamuğa gitmesek
“Bazı çocuklar pamuğa gidiyorlar. Okuldan geri kalıyorlar. Yazıları unutuyorlar, derslerini yapamıyorlar. Herkesin babasının işi olsaydı okula gidebilirlerdi. Onların durumu iyi olsaydı pamuğa gitmezlerdi. Bizim sınıftan arkadaşlarımız gitti. Onların durumu iyi olsaydı, pamuğa gitmezlerdi. Pamuğa gidiyoruz. Sabahtan akşama kadar çalışıyoruz. İşleri olsun, okuldan geri kalmasınlar. Arkadaşlarımızı özlüyoruz. Ne olursa olsun ben okuldan çıkmayacağım. Okulu çok seviyorum. Mehmet okuldan geri kalacağı için ağladı. Mehmet’in babasının işi olsaydı pamuğa gitmezdiler. Halil, Hamza, Mehmet’i çok seviyorum. Keşke pamuğa gitmeseydiler. Orda çadırda yatıyorlar, oynayamıyorlar. Biz burada ders yapıyoruz. Onlar orada çalışıyorlar. Elleri yaralanıyor, şişiyor, üstleri kirleniyor. Bisiklet süremiyorlar, top oynayamıyorlar. Derenin içine giriyorlar. Hasta oluyorlar, hastaneye gidemiyorlar, ilaç alamıyorlar. Çok yoruluyorlar, yoruluyorlar. Gözlerine toz giriyor. Onlar yine çalışıyorlar…” (İkinci sınıf öğrencisi Halil Ağaç)
“Pamuktayken, oynadığımız oyunları oynayamıyoruz. Halilgil pamuğa gittiler. Buranın neşesi kalmadı. Sınıfımızın yarısı pamuğa gidiyor. Sınıfımızda az kişi kalıyor. Böyle hiç güzel olmuyor. Sınıfımızda 30 kişi kalabilir. Bu pamuğa gidenlerin babası güzel bir iş görseydi çok sevinçli olurum. Bu pamuğa gidenlerin babası maaşlı olsaydı çok sevinirdim. Sınıfımızdakilerden bazıları pamuğa gidiyor. Hiç sevinmiyorum. Biz de pamuğa gideceğiz. Orda oyun bile oynayamıyoruz. Hep çalışıyoruz. Sabahtan akşama kadar çalışıyoruz. Tek akşam bize müsaade ediyorlar.” (Ali Gülmezyüz)
“Halil, Mehmet, Hamza siz ama hiç gelmiyorsunuz. Biz de sizi çok özledik. Siz gittiniz pamuğa. Gittiniz. Biz de sizi çok özledik. Gittiğinizde nerdeyse biz de ağlayacaktık. Ama siz ağlamayın. Ne olursunuz ağlamayın. Yalvarıyorum ağlamayın. Siz orda pamuk topluyorsunuz. Ellerinize pamukların sivri iğneleri batıyor. Siz daha çok tarladasınız.” (Sait Güneş)
“Ben okuldan ayrılınca okulumu çok özlüyorum. Öğretmenimi çok çok özlüyorum. Arkadaşlarımı da özlüyorum. Derslerden geri kalıyorum. Hem dersleri unutuyorum. Babam çalışmıyor, paramız olmayınca uzak yerlere gidiyoruz. Ben orda çadırda sıkılıyorum, arkadaşlarımı özlüyorum. Ben tarlada pamuk toplarken yoruluyorum. Urfa’yı özlüyorum. Bu sene belki pamuğa gideriz. Halilgil gidince çok üzüldüm. Benim annem okuma yazma bilmiyor. Annem küçükken okula gelmemiş. Arkadaşlarımla görüşemiyoruz.” (Esra Avcı)
“Pamuğa gidiyoruz. Onun için babamızın bir işi olması gerek. Annemizin, babamızın işi olmadığı için bizde pamuğa gidiyoruz. Onun için derslerimizden geri kalıyoruz. Ve bir şey öğrenemiyoruz. Sınıfta kalıyoruz. Onun için pamuğa gitmemeliyiz. Pamukta zorluklar çekiyoruz. Oyun oynayamıyoruz. Hep pamuk topluyoruz. Ellerimiz yara oluyor.” (Mehmet Cengiz)
“Bizim çilemiz artık bitsin. Arkadaşlarımızın yarısı pamuğa gitti. Buna hepimiz üzüldük. Eğer paramız olsaydı, babalarımız çalışsaydı biz de çalışmaya gitmezdik. Arkadaşlarımız çalışmaya giderken biz çok üzülüyoruz. Bu yüzden bir sürü arkadaşımızın babası işsiz. Biz pamuğa gittiğimizde elektrik yoktu, çok karanlıktı. Suyun çeşmesi çok uzaktı bu yüzden zorluk çekiyorduk. Yağmur yağarken çadırlarımız su kaçırıyordu. Sonra Şanlıurfa’ya geldiğimizde tekrar çalışmaya gittik. Okula gelmediğim için çok üzülüyordum. Arkadaşlarım da öyleydi. Arkadaşlarımın okula gelmemesinin sebebi, parasız oldukları için çalışmaya gidiyorlar. 16 Nisan Cuma günü arkadaşlarım çalışmaya gittiler. Hepimiz çok üzüldük. Onları çok çok seviyoruz.” (Bilal Doğan)
7-8 yaşında ekmek derdinde
İlköğretim ve oyun çağında olan bu çocuklar, yedi-sekiz yaşlarında yetişkin insanların yaptıkları işlerle tanışıyorlar. Uzak diyarlarda, çalışmaktan elleri kabar kabar olurken, yürekleri de özlemle doluyor, kavruluyor. Oyunu, arkadaşlarını ve okullarını özlüyorlar. Yaşıtları okul sıralarında ders başındayken, kimileri de özel dershanelerde kurs görürken, onlar ekmek derdindeler. Soğan, pancar, pamuk ve fındık derken, her türlü işi yapmak zorundalar. Sağlıksız koşullarda, naylon ve kamıştan yapılmış çadırlarda yılın büyük bir bölümünü geçiriyorlar. Tatil yaklaşa dursun, onlar ailelerinin bütçelerine katkı sunmak ve belki de okul harçlıklarını çıkarabilmek için kızgın güneş altında, bütün uluslararası sözleşmelere rağmen, deyim yerindeyse bir köle gibi çalışıyorlar. Kış bastırmadan, sonbahar ortalarında dönme çabasında olacaklar. Tıpkı göçmen kuşlar gibi. Dönüş onlar için mutluluk vermeyecek. Okula gidebilme olanağı bulurlarsa, bu kez derslerden geri kalmanın sıkıntısı yansıyacaktır notlarına.
Her bahar evlerinden, okullarından kopan, arkadaşlarından uzaklaşan bu çocukların eğitimi ne zamana kadar böyle sürecek, cevap verebilen var mı?
* Öğretmen, belgesel fotoğrafçısı

Fırat suyundan beslenen bir yazar: Rıfat Mertoğlu

Yıllardır bildiğim,uzaktan da olsa tanıdığım, hemşerim, meslektaşım ve Siverek’li yazar Rıfat Mertoğlu ile kısa bir yazışma sonucu ortaya çıkan röportajı sizinle paylaşmak istedim.

Yıllar önce İzmir Kordon Boyunda, eski bir çarşıda çay içmiş, birkaç fotoğrafını çekmiştim. O zaman romandan çok, sendikal mücadele, genel siyaset ve öğretmenlik üzerine konuşmuştuk. Ayrıca bayağı bir zaman önce Taşın ve Aşkın Ezgisi adlı romanıyla ilgili bir yazı da yazmıştım. Hem doğduğum toprakları anlatması, hem de tanıdık duyguları, tipleri ve olayları anlatması ilgimi çekmiş, zihnimde yer edinmişti.

Rıfat Hoca yazmaya devam etti. Birkaç kitap daha yazdı ve en son Dedemin Ayakkabıları adlı bir roman yazdı.

Bunun üzerine yazışma ihtiyacı duydum. İstedim ki yazdıkları bilinsin, tartışılsın ve edebiyat alanında ki karnesi notlarla dolsun. Elbette Rıfat Hoca’yı başkaları da yazdı, yazıyor. Ben içimden geçenleri Rıfat Hoca’ya sormaya çalıştım. Okuduğunuzda, kafanıza bir soru takılırsa ya da soracağınız sorular varsa , lütfen  yorum kısmın yazın. Er geç cevap yazacağını biliyorum.

Görüşmemiz mutlak eksik kalmıştır, unuttuğumuz bir şey olmuştur. Dolayısıyla olaya el koymanız en iyisi, eminim güç katarsınız.

Yazarımıza sormadan, danışmadan hoş görüsüne sığınarak, böylesi bir yöntemi denemek istiyorum. İstiyorum ki okuyucun da çorbada tuzu olsun.

Umarım beğenir, çalışmamıza renk katarsınız…

  1.  Sayın Rıfat

    Mertoğlu kendinizi nasıl tanımlarsınız? Kimsiniz?

Siverek’te Fırat nehrine yakın bir mezrada 1970 yılında doğdum. Çocukluğum koyunların, kuzuların, keçilerin peşinde koşmakla geçti. Kırlarda, geçitlerde eşkıyalara, çerçilere rastladım, silah sesleriyle büyüdüm. Ailemin Çukurova’ya göç etmesi nedeniyle İlköğretim ve liseyi Tarsus’ta bitirdim. Hem okudum, hem de aileme katkı sunmak için tarlalarda çalıştım. Sivrisineklerle fokurdayan pamuk tarlalarında, sebze, meyve bahçelerinde uzun yıllar emek harcadım. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünden mezun oldum. Kısa bir süre gazetecilik yaptım. Özel firmalarda çalıştım. Daha sonra öğretmen olarak atandım, 21 yıl MEB’e bağlı okul ve kurumlarda yöneticilik yaptım. Öğretmen Akademisi Vakfında kısmi zamanlı eğitme olarak görev aldım. BM’in Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi projesinde çalıştım, eğitimler verdim.

  1. Roman yazmaya ne zaman başladınız?

İlk romanım olan Taşın ve Aşkın Ezgisi’nin yazımına 2000 yılında başladım. Bu kitabım 2004 yılında yayınlandı. Ortaokul yıllarından beri çeşitli gazetelerde şiirlerim ve yazılarım yayınlanmaktaydı. Edebiyata karşı ilgim vardı.

  1. Böyle bir tercih yapmanıza neden olan herhangi bir sebep var mı?

Önceleri şiir yazıyordum, bu şiirlerimi yerel ve ulusal gazete ve dergilerde yayınlıyordum. Sonra şiir duygularımı aktarmada yetersiz kaldı, yazdığım şiirler çok sağlam değildi. Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Yılmaz Odabaşı, Cemal Süreyya şiirlerini okudukça yazdıklarıma gülüyordum. Sonra şiiri bıraktım, bir iki kısa öykü denemem oldu, baktım düz yazıda daha başarılıyım, romana yöneldim. Bu yönelme de tamamen tesadüfî oldu. Siverek’te bir grup öğretmenle ‘Küçe’ isminde kültür sanat dergisi çıkarıyorduk. Bu dergi için Keçeciler hakkında bir yazı yazmam istendi, Gümrük hanında bulunan keçecilerle görüştüm, onların hayatlarını araştırdım, baktım elimde epey materyal birikti. İlginç yaşamları vardı keçecilerin. Keçe sanatı da son demlerini yaşıyordu. Onların yaşamlarından esinlenerek ilk romanımı yazdım. Roman yayınlandıktan sonra müthiş bir ilgi gördü, okuyanlar beni ziyaret etmeye başladı, yolda karşılaştığım okuyucular yolumu kesti, sorular sordu. Bazıları yeni doğan çocuklarına roman kahramanlarımın ismini verdiler. Roman hayata iz bırakıyordu. Böylece yeni romanlara yöneldim.

  1. Romanlarınız genelde Fırat Vadisinde geçiyor. Bunun özel bir nedeni var mı?

Fırat vadisi çocukluğumun geçtiği yerdir. “İnsanın anayurdu çocukluğudur,” derler. Çok uzaklara gittim, yabancı yerlerde büyüdüm ama dönüp dolaşıp anayurduma geldim. Çocukken vadi bakirdi, yol, elektrik yoktu. Eşkıyalar, kaçakçılar, çerçiler cirit atıyordu. Hikâyeleri, masalları, destanları çoktu vadinin. Osman Şahin, Fırat’ın Cinleri filmini burada çekmiş, “Fırat’ın Sırtındaki Kan” romanını burada yazmıştı. Ben de bu vadinin çocuğuydum ve benim de hikâyelerim vardı. Tille’nin Gelini’nde Fırat vadisinde barajdan sonra sulara gömülen bahtsız Tille’nin hikâyesini yazdım. İçimde biriken, yüreğimin köşesinde tortulaşan hayatları gün ışığına çıkarmaya çalıştım. Sonradan baktım, vadide yaşananların bir kısmı halen içimdeydi, Dedemin Ayakkabıları’nda onları da paylaştım. Dedim ya Fırat Vadisi bitmez tükenmez hikâyelerle doludur. Mitolojik çağlardan bu yana nice destanlar biriktirmiştir.

  1. Mesela Şiir, öykü, deneme varken neden roman?

Şiirde, öyküde nefessiz kaldığımı, duygularımı özgürce ifade edemediğimi fark ettim. Küçük bir göl düşünün birkaç kulaçtan sonra karşı yakaya varıyorsunuz. Oysa yüzmek istiyorsunuz, daha fazla kulaç sallamak istiyorsunuz. Roman bir denizdir. İstediğim gibi yüzüyorum, özgürüm yani… Bir de şu var, okuyucu ne yazmanız gerektiğine karar veriyor, ilk romanıma gösterilen yoğun ilgi, yönümü belirlememe çok katkı sundu. Yeni bir roman yazmam için adeta teşvik etti beni. Ben de farkına vardım ki, romanda daha başarılıyım.

  1. Ben hep merak ederim, yazarlar amaçları için mi yazar?

Amaçtan ne kastedildiğine bağlı biraz, ben içimde biriken duygularımı paylaşmak istediğim için yazıyorum. Yazarken yeni bir dünya kurguluyorum, o dünyada yeni kahramanlar var, yeni olaylar, yeni duygular, yeni bir atmosfer. Okuyucuyu da bu yeni dünyamda gezintiye çıkarıyorum, eğer okuyanlar bu hayatın gizemli sokaklarında benimle dolaşıyorlarsa başarılıyımdır. Eskiden bu işi dengbêjler, çirokvanlar yapıyordu. Amacım biraz da okuyanın hayal dünyasını harekete geçirmektir. Diğer taraftan yazarların, şairlerin bu işi para kazanmak amacıyla yaptıklarına inanmıyorum.

  1. Romancı olmasaydınız, yazın alanında tercihiniz ne olurdu?

Romantik denemeler yazmak isterdim. Bazen deniyorum, aşk ve sevgi üzerine kısa şiirsel denemeler… İnsana özgü en güzel duygudur aşk, onu anlatırken kutsal sözcükler kullanmalı. İmgesel cümlelerle onu destanlaştırmalı.

  1. Türkiye’de roman yazarlığı ne durumda, dünya ile kıyaslamak gerekirse düzey nedir?

Dünyada kitap okuma oranlarına bakıldığında Avrupa ülkelerinin büyük farkla önde olduğu görülmektedir. Yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere ilk sıralardadır. Japonya yüzde 14 ve ABD ise yüzde 12 civarındadır. Türkiye’de bu oran yüzde 0,1 düzeyindedir. Türkiye’de en çok kitap okuyan il Ankara, en az okuyan il ise Urfa’dır. Bu kısa bilgilerden sonra roman ve diğer türlere göz atalım. Dünyada çok satanlar listesine bakıldığında; roman dışı türler yüzde 54, roman, öykü, şiir yüzde 17, yaşama, başarı, sağlık konusundaki kitapların oranı yüzde 29’dur. Bu oranlara karşılık Türkiye’de en çok okunan türün roman olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Son yıllarda roman satışının fazlalığı bunu gösteriyor. Dünyada roman dışı türler daha fazla okunuyorken, ülkemizde durum tam tersidir.

 

  1. Son soru ilerde neyi yazmak istiyorsunuz?

Babamın romanını yazmak istiyorum. Okuma yazması olmadığı halde, eşkıyalara, ağalık sistemine kafa tutan, uzun süre onlarla çatışan, feodal düzenle tek başına başa çıkamayacağını anlayınca sürgüne giden, orada da hayata kafa tutan bir Mezopotamyalı. Evet, onun romanını çoktandır kafamda kurguluyorum.

  1. Sorulmayan bir soruya cevap vermek ister misiniz? Soru sizden, cevap sizden J

Yazar olmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?

Yazar olmadan önce çok iyi bir okur olmalı insan. Çevresine, insanlara ve diğer canlılara duyarlı olmalı, iyi gözlem yapmalıdır. Yazar, özgür olmalı, korkularından arınmalı. Yazdığı metni de serbest bırakmalı, gerekirse kahramanlarının peşine takılmalı. Ve haddini bilmeli yazar.

  1. Sayın Mertoğlu, 5. Romanınız olan “Dedemin Ayakkabıları” okuyucu ile buluştu. Bu romanınızda hangi temayı işlediniz? Neden “Dedemin Ayakkabıları”?

Memleketim Siverek ile Adıyaman toprakları arasında Fırat nehri akar ve nehir boyunca bir vadi uzanır. Bu vadi yakın zamana kadar gözlerden ıraktı, yolu yoktu, yabancıların kolaylıkla gidip görebileceği bir yer değildi. Kendi içinde acılarıyla, hayalleri, umutları ve coşkularıyla devinen, kan davaları, ölümler, talanlar yaşayan bir vadiydi… Dağlar, uçurumlar, kanyonlarla kaplı, nar bahçeleriyle süslü, cenneti andıran bir mekân. Benim çocukluğum da bu vadide geçti. 1940’lardan, 1980’lere uzanan kan davaları nedeniyle mantar gibi eşkıyaların çoğaldığı vadide, silah seslerine, ağıtlara, çığlıklara çocuk yüreğimle çok tanıklık ettim. Vadi, Siverek şehrine yaklaşık 30 km uzaklıktadır. Köylüler, ihtiyaçlarını karşılamak için bu mesafeyi yürüyerek şehre gelirlerdi. Bu geliş gidişlerinde ayakkabıları yıpranmasın, yırtılmasın diye bağcıklarını birbirine bağlar omuzlarına atar, şehrin girişinde giyerlerdi. Dönüşte de aynı şeyi yaparlardı, taşların, dikenlerin batmasıyla kanayan ayaklarını içine tuz konulmuş su dolu leğene koyar, dinlendirirlerdi. Özellikle deri ayakkabı pek bulunmazdı, ondan dolayı kıymeti çok bilinirdi. İşte, “Dedemin Ayakkabıları” ismi buradan geliyor. Bu romanda bir vadiyi anlatıyorum; vadide yaşanan kan davalarına, ölümlere, efsane aşklara, eşkıyalara, çerçilere, sofilere dokunuyorum. Çaresiz insanların hayallerini, umutlarını, acılarını, sevinçlerini vermeye çalışıyorum.

Yaşanmış bir hikâye miydi bu?

Fırat vadisi, mitolojik çağlardan bu yana insanların acılarına tanıklık etmiş bir vadi. Yakın tarihimizde ise yurtlarından koparılan Ermenilerin yaşadıkları ayrı bir trajediye tanık oldu. Vadide eskiden Ermeniler de vardı, biraz o yaraya dokundum. Yıllar sonra karşılaşan insanların hikâyeleri halen anlatılır oralarda. Tesadüf sonucu hayatta kalan Usik, altmış yıl sonra içinde büyüttüğü özlemle köyüne gelir. Bakar ki nişanlısı Satê, en yakın arkadaşıyla evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış. Bu trajik olay bile başlı başına bir romandır aslında. Zaman bulanık bir nehirdir ve nereye akacağı belli değildir. Ve işte zaman bu iki ihtiyarı yeniden buluşturmuştur.

Ya eşkıyalar?

            Ben bir vadiyi anlatıyorum. Orada eşkıyalar da, çerçiler de, dengbêjler de, sofiler de, şeyhler de, ağalar da vardı. Eşkıyalık geleneği Anadolu’da çok eskilere dayanır. Vadide ise 1940’lardan sonra hızla yayıldı. Eşkıya aslında bir tür kaçaktır, kanundan kaçar ve daha çok adi suçlular için kullanılır. Vadide onlara “mahkûm” deniyordu. Kan davası nedeniyle adam öldürenler, kanundan kaçarak, ‘mahkûmluk kürkü’ giyiyor, dağlara, mağaralara sığınıyorlardı. Bazıları yalnız, bazıları çeteler halinde gezerdi. Örneğin vadide Bekiro ünlü bir eşkıyaydı. Onların da uydukları belli kurallar vardı, mesela kadınlara ve çocuklara ilişilmezdi. Kadın öldüren eşkıya diğer eşkıyalar tarafından hemen cezalandırılırdı. Vadinin bir dönemine ayna tutan “Dedemin Ayakkabıları”ında eşkıyalar es geçilemezdi. Aynı şekilde dengbêjler de hayatın önemli bir rengiydi. Onun için sesler de ayrı bir motif olarak yerini aldı romanda.