Akşam hüzün vaktidir.

Akşam olunca içimde tarifsiz bir hüzün belirir. Hatta bütün yüreğime ve omuzlarıma bir karabasan gibi çöker.

Ta ki gecenin karanlığı yıldızlar tarafından parcalanana kadar. Bir ışıltı,bir ışık bütün hüznümü dağıtır. Işık her zaman yol göstericidir.

Yüreğim kutup yıldızına dair şiirler üretir…

Yönsüz bir zamanda ışık hüznümü dağıtır.

Ağır adımlarla güneşi karşilarken ben sevinirim zamanın yeniden doğumuna…

Ekmek Işçileri

Ekmek işçileri yoğun ve ağır bir iş ortamında çalışır. Yazın sıcaklık 60 derece de olsa ekmek pişirmek mecburidir. Çünkü ekmeğin taze,fırın ocağının sıcak olması gerekir. Sıcaklar öylesine fazladır ki çalışanlar adeta mum gibi erir. Yoğun bir emek ve zahmet vardır. Fırın işçileri en ağır işçidir. Ne sigorta,ne de kayıt. Her şey yanan ateşin yakiciligi gibidir…. Fırın Işçileri yani Görki’nin yol arkadaşları dünyanın her yerinde varlar…

“Gorki’nin yaşamında fırınların ve ekmek işçilerinin özel bir yeri vardır. Fırınlar. Onun Üniversiteleri’nden biriydi. O dönem Rusya’sında fırınlar tıka basa yasak kitaplarla dolu olan birer siyasal eğitim yuvasıydı. Genç Gorki, devrimci hareketin yoğun merkezlerinden biri olan Kazan’da uzun yıllar hem ekmek işçiliği yapmış, hem de gizli devrimci eylemlere katılmıştı.Gelişigüzel ve genellikle rastlantılara bağlı olan siyasal eğitimi konusunda şöyle diyor Gorki:
“Bana Marksist diyorsunuz; elbet öyleyim. Ama Marks’a göre değil, hamurum böyle yoğrulduğu için… Kitaplardan çok ve daha iyi Marksizm’i Kazan’daki eski ekmek işçisi Semenov’dan öğrendim”

Ekmek işçileri tanıtım yazisindan

Yeni Delhi, pardon Urfa Trafiği

Urfa kent merkezinde yaşanan trafik keşmekeşi Yeni Delhi’i aratmayacak düzeyde. Kaldırım dahil her yerde park eden araçlar, yolun ortasında duran sürücüler, ters yöne girenlar, sokak aralarında hız yapan, caddeleri piste çevirenler…

Çok abartı gibi gelse de Urfa Trafiği gerçekten böyle. Özellikle Bahçeli Evler bölgesinde insan yürümekte zorlanıyor, her taraf araç. Hem restgele park sorunu, hem de sürücülerin ters yöne girmeleri insanların hayatını olumsuz etkiliyor.

Ne yayalar, ne de sürücüler bu durumdan memnun. Herkes sinir harbi yaşıyor.

Yıllardır Bahçelievler bu kaderi yaşıyor. Bir müdahale olmadığı gibi, araç sayısı da hızla artıyor.

Kim ilgilenir bu işlerle?

Bilen var mı?

Siyasetçiler mi,

Belediye  mi,

Yoksa trafik polisi mi?

Artık bilmiyorum. Kimin ilgilendiğini bilmiyorum.

Her kim ilgileniyorsa artık Urfa Trafiğine bir el atsın bir zahmet. Korkunç bir karışıklık var. Ne kural, ne de düzen. Kural kuyucular bile kurallara uymuyor. Lüks araçların kural ihlal hakları var sanki?

Sürücülerin eğitimsizlikleri de göze çarpıyor. Her sürücü güya bir sınavdan ve eğitimden geçirilmiş…

Neyse Yeni Delhi, pardon Urfa trafiği için bir yetkili, lütfen…

Of çok sıcak.Pır germe, germo germ.

Urfa’da termometreler güneş altında 58-60 dereceyi gösterince haber konusu oluyor. Bunun dışında Urfa’da ki sıcaklık kimsenin aklına gelmiyor. Oysa Urfa iki üç aydan fazla bir zaman diliminde bu cehennem sıcaklarını yaşıyor. Özellikle de Temmuz/Ağustos aylarında.

Bu rakamların bazen 60 derece ve üzerine çıktığını da belirtmek gerekiyor.

Bu mevsimsel olgu Urfa’nın bir gerçekliği, her şey bunun çevresinde dönüp, duruyor.

Mesela Urfa’da yaşayanlar 60 derece oldu diye yaşamı tatil etmiyor, varsa işlerine yürütmeye çalışıyor, işleri olmayanlar da sıcak diye terk edemiyor, eziyeti çekmeye razı oluyor.

Kısa zamanlı tatile çıkanlar hariç, halkın büyük çoğunluğu cehennemi sıcaklara katlanarak yaşamını sürdürmek zorunda kalıyor.

Bu tabloyu değiştirmek mümkün olabilir mi, birkaç derece de olsa sıcaklığı aşağıya çekmek mümkün mü?

Bilmiyorum, işin uzmanlarına danışmak en doğru yol. Onlar mevsimsel özellikleri rakamlarla ortaya koyup, sıcaklığın nedenlerini en doğru şekilde ortaya koyacaktır.

Ben burada gözlemlerimi paylaşıp, noktalayacağım. Dilerim ki Urfa’da yöneticilik yapanlar, bir an olsun klimalı odalarından çıkar, güneş altında yürür ve içinde bulunan koşulları anlamaya çalışır.

Çünkü Urfa üç ay boyunca elektirik ve su kesintileri altında sıcaklarla boğuşur, mücadele eder…Bir savaş misali sıcakların etkisinden kurtulmak için çareler arar, durur..

Genellikle çare olarak da klima ve soğutucular kullanılır. Bu durum sıcaklığı daha da artırır, elektrik kesintisinde sıcaklıklar dayanılmaz noktaya gelir, su kesintileri ise insanların ruh hallerini etkiler.

Oysa haziran başlarında başlayan şiddetli sıcaklığa karşı en bariz ve ucuz mücadele yöntemi bitki örtüsüdür. Özellikle gölgesi geniş ve serinlik yayan ağaçların her yerde ekilmesi sorunu bir nebze de olsa çözeceğinden eminim. Bu gün bütün kaldırımlarda şemsiye gibi gölgesi olan ağaçların ekilmesi çok zor olmasa gerek.

Zor olmadığını biliyorum ama her nedense Urfa kaldırımları ağaçlardan arındırılmış ya da hiç ekim yapılmamıştır.Oysa tek başında kaldırımlarda iki metrede bir gölge yapan ve serinlik yayan ağaçlar ekilse sıcaklığın hissedilen derecesi birkaç derece aşağıya çekilecektir.

Yine suyun serinlik veren gücünü kentin sokaklarına, cadde ve evlerine yaymanın bir yolu bulunmalıdır. Üç beş süs havuzu bu meseleyi çözmekten çok uzaktır. Kent merkezinde, çevresinde, ilçelerinde hatta köylerinde suyu hem serinlik mekanizmalarına, yeşil alanlarına akıtmak, hem de tarımsal faaliyetlere yönlendirmek büyük bir rahatlık verecektir.

Türkiyenin en az orman dokusuna sahip Urfa’nın hızlı bir şekilde ağaçlandırma yapması gerekirken, başta belediler meseleyi  üç beş küçük park yaparak çözebileceğini düşünmektedir.

Oysa bir beton çölüne dönen Urfa’da yeşil alan oldukça azdır, orman yok denecek durumdadır. Her ilçenin, her köyün bir ve birkaç yeşil alanı olması çok mu zordur?

İnsanların nefesleyeceği alanları yaratmak yerel yönetimlerin, valiliklerin işi olmasına rağmen,ormanlaşma yıllardır bir kısır döngüye dönmüştür. Bazı alanlarda ekimi yapılan ormanlaşma sahaları da tek tip yani İran Çamıyla donatılmıştır. Oysa çamın yanında, yapraklı ağaç ekimi hem toprak yapısını koruyacak, hem de sıcaklık ortalamasını kısmen de olsa düşürecektir.

Ama görünen o ki ağaç, su ve orman yönetimi konusunda oldukça ketum davranılmaktadır. En acil işler arasında olmasına rağmen, yeşillendirme oldukça yavaş ve yok denecek kadar azdır…

Umarım ki yanılıyorum.

Yanıldığımı görmek ve yeşillendiğine tanık olmak istiyorum.

Son söz Urfa’yı seviyorsak, mevsimsel özelliklere göre imar planı, yeşil alanlar ve daha az katlı yapılar için adım atmalıyız.

Beton bloklar sıcaklığı artırıyor, yeşili öldürüyor, yaşamı kısıtlıyor…

Elim kelepçede…

Feyzi Çelik yazdı.

Şu anda elim kelepçeli bir halde seni arıyorum

M.Emin, Bir gün önce gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınır alınmaz “içinde kameranın olmadığı” polisin ” Doblo”sunda dayak da yemişti. Yağışlı havanın etkisiyle kalabalıklaşan trafikte karakola gidene kadar bir saatten fazla geçmişti. Bu bir saat içinde polis ona her türlü işkenceyi uygulamıştı.

Yine de o gece konulduğu, eski bir apartmanın banyosundan dönüşme nezarethanesinde uyuyakalmıştı.

Rüyasında yılan görmüştü. Yılanı başından tutup öldürmüştü. Her taraf aydınlanmıştı. Önünde uçsuz bucaksız bir deniz görmüş. Belki de bir gün sonra konulacağını düşündüğü cezaevi şimdiden içine doğmuş…

Pazar günüydü. Sabah saatlerinde savcı otopsiye gittiği için onu savcılığa öğleden sonra getirilmesi için karakola haber gönderilmişti. Polis savcının geldiğini haber aldıktan sonra M.Emin’i adliyeye getirmişti. Savcı M.Emin’i görmeden, ifadesini almadan onu tutuklamaya sevk etmişti.

Birazdan hakimin önüne çıkacak… “Ben bugün çıkarsam Eyüp Sultana, Sultan Ahmete gideceğim” diyordu.

Kardeşinin elindeki cep telefonunu aldı. Ezbere bildiği numarayı tuşlayarak köylüsü Hocasını aradı. Ona: “şu anda elim kelepçeli bir halde seni arıyorum” dedikten sonra umudunu koruyarak “serbest bırakılır mıyım?” Sözcükleri ağzından çıktı. O da “İnşallah” diye cevap verdi. M.Emin “Benim için dua et” dedi. Hoca da hastaymış, onun da birkaç gün önce ayağı kırılmıştı, iyileşip yürümekten başka isteği de yokmuş.

Bir an için özgürlüğünü kaybettiğini düşündü. Özgürlüğünü kaybetmesinin o kadar önemli olmadığını düşündü. Önemli olan iradesini kaybetmemekti. Bundan sonraki çabası da buydu.

Zor durumdaydı. Durmadan dua ediyordu. Belki serbest bırakılırdı. O zaman verilen sözler hemen unutulurdu.

Bekliyordu eller kelepçeli. Bu beklemenin, dışarıdaki beklemelere öte anlamlara sahipti. Dünle bağlantısı olmayan bir bekleme.

Kelepçeler çıkarıldı. Ancak o, elinde kelepçe varmış gibi ellerini birbirine yapışık yapmaya devam ederek dua etmeye devam ediyordu. Elleriyle yüzünü avuçluyor, içinden hangi dua varsa arda arda ediyordu. Hukukmuş, hakmış onun umurunda değildi. O kendi bildiği Allahı ile başbaşa kalarak “deliğe” girmemek adına her şeyi yapıyordu. Şimdi de yere bakıyor, yerde sanki kendi sureti varmış gibi…

Biraz sonra ne olabileceğini tahmin edeceğini bilecek bir halde…o deliğe süpürüldüğünü hissetmiş olmalı… Dualar bir nevi pazarlık havasında…

Organize olmuş kötülük ve kalbi iyilik…

İyi ve kötü iki zıt kavram olmasına rağmen, insan her ikisini bünyesinde taşır; zaman,mekan ve koşullara bağlı olarak bazen iyi, bazen de kötü harekete geçerek yaşamın zikzaklarını oluşturur, hayatın doğası gereği varlığını korur.

Ama insan içinde ki kötülüğü örgütleme ,organize etmeye yeltendiğinde, insan artık insan olmaktan çıkar, adeta farklı bir yaratığa döner.

Çünkü organize olmuş kötülük, insanlık için en büyük tehlikedir. Tarihin karanlık dehlizleri bu örneklerle doludur…Savaşlar, göçler, kıtlıklar kötülüğün eseri olarak tarihe kalın harflerle yazılmıştır.

Aslında geçmişe de gerek yok. İçinde bulunduğumuz an, kötülüğün en organizeli zamanıdır. Her yerde, her mekanda, her koşulda kötülük mevcudiyetini korumakta, yaşama hükmetmektedir.

İnsana, topluma, doğaya yani genel olarak bütün varlıklara zarar verme eğilimi kötülük olarak tanımlanır. Mesele şudur. Kötülük insanla beraber hayat bulmuş, varlığını bütün dönemlerde korumuştur.

Bu gün kötülük daha büyük bir etki ve güçle varlığını sürdürmektedir.

Hatta kötülük,  milyonların zihninde kötü bile değildir artık. Çünkü kötü organize olduğunda iyi bir yüze, albeni olan bir kavrama ve cazibesi olan bir cinse dönüşmüştür.

Bu gün hayatımızda olan onlarca alışkanlık kötünün örgütlü halinin yansımasıdır. Kötüdür ama bize iyidir.

Yığınca örnek hayatımızı sarmalamıştır.

Basitten karmaşığa doğru ilerleyen kötülük istisnasız her yerde baskındır ve iktidardır.

Karamsar olmak için değil ama gerçek bundan ibarettir, bilmek gerekiyor.

Kötü korkunç bir örgütlenme ağına sahipken, iyi organize olmaktan oldukça uzak kalbi düzeydedir.

Bu gün yeryüzünde insana, doğaya, canlılara zarar vermek için devasa örgütler varken, iyiliğin örgütlendiği kurum sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Dünyadaki ordular savaş dışında hazır kıta beklerken, açlık milyonlarca çocuğu öldürebilmektedir. Milyonlarca askerin harekete geçtiği savaşların yıkıcı kısmından bahsetmeye gerek bile yok. Savaş kötülüğün en organizeli halidir.

Savaş iyilik barındırmaz ve yıkıcı olmaktan başka da bir işe yaramaz.Bu yazının yazıldığı saniyeler içinde, dünyanın dört bir tarafında silahlar patlamakta, insanlar hayatlarını kaybetmekte,doğa yok olmakta, yoksulluk, yoksunluk giderek artmaktadır.

Bu kötülüğün organizeli halidir.

Her yerde, ama her yerde durum budur. Kötülük güçlüdür, yok edicidir, yıkıcıdır.

Kötülük varlığını iyiye borçludur. Çünkü iyi ne güç peşindedir, ne de yıkıcı araçlara sahiptir,

İyi, insan yüreğinin titreyen enerjisidir.

Güçsüzdür ama olağanüstü etkileyicidir. Küçük bir etkileşim bir anda kelebek etkisi yaratır,yeryüzündeki  kapkara bulutları dağıtabilir. Gücü kendisinde saklıdır.

Görünmez bir enerji, güzellikler yaratan bir dokunuştur. Organizeli kötülük ise kaba saba ve fiziksel güçle ilişkilidir.

İyilik ise tılsımlı sözcüklerin ahengidir. Şiirdir, romandır, sanattır…Omuz omuza çekilen halay, paylaşılan lokmadır.

İyi kalbidir, sihirli bir dokunuştur,paylaşmaktır, acıları hissetmektir. Yoksulluğa, yoksunluğa başkaldırıdır…

İyilik insanidir…

Yemen ve Suudiler arasında süren savaş, çatışma ve kaotik ortam insanları aç bırakıyor, hastalıklara davetiye çıkarıyor ve göç etmelerini dayatıyor.

Bir aile, bir fotoğraf.

Her fotoğrafın bir hikayesi var. Fotoğraf çekerken insanların hikayelerini anlatmasını istemem. İşi doğal seyrine bırakırım. İsterim ki çektiğim fotoğraf yaşanan hikayeyi anlatsın.

Genelde yöntemim budur.

Bu fotoğrafı Van’ın ünlü Peynir Pazarına giden ara sokaklarda 2013 yılında, sabah saatlerinde çektim. Sanırım Van ve yöresini tanıyan, burada ki sosyal dokuyu bilenler fotoğrafın ne anlattığını anlamışlardır.

Ama Mezopotamya Kültürüne, tarih ve yapısını yabancı birisi için bu fotoğrafı yorumlamak güç olabilir.

Bu nedenle anlatmak daha iyi olur diye düşündüm.

Bir pazar günü daha rahat fotoğraf çekmek için Van Sokaklarındaydım. İnsan Van’a gelince önce otlı peynir pazarına uğrar.
Ben de öyle yaptım. Ara sokaklardan geçip pazara varayım derken, kapalı bir dükkanın önünde yaşlı bir amca, genç bir kadın ve tedirgin iki sevimli çocuk. Bu görüntülere alışkın birisi olsam da deklanşöre baktım. Rahatsızlık vermemek anacıyla amcaya selam vererek açık dükkanlara doğru fotoğraf çekmeye başladım.Fotoğraf çekiyordum ama gözüm kulağım, dükkan önünde bekleyen aileydeydi. Uzun süre çevrelerinde dönüp dolandım. Çocukların mızmızlıkları ve ara sıra amcanın çocuklara kızmaları dışında bir dialog yaşanmadı.Kadın gelini olmalıydı. Arada ki mesafe ve hafifçe sırtını dönmesi, çocukları susturmaya çalışmasından anlaşılıyordu. Kırsalda yaşayan Kürt ailerde bir adet var. Gelin,gelin olarak geldiği evin büyüğü olan kayınbabasıyla evliliğin ilk zamanlarında konuşmaz. Meramını el kol ve baş işaretleriyle anlatır. Belli bir süre böyle geçer. Sonra kayınbabasının elini öper ve kayınbabasıyla artık konuşmaya başlar. Kayınbaba da geline elini öptüğü için para ve hediye verir. Bu gelenek kentlerde yok denecek kadar azdır. Ama köylerde halen bazı ailerde yaşam buluyor.

Bu fotoğrafta olduğu gibi…

Yıl 2019. Aradan 6 yıl geçti. Bu fotoğrafta ki sosyal doku halen varlığını koruyor. Koruması da normal. Bu ne bir gerilik, ne de bir ayıp. Köy toplumunun süre gelen gelenek ve göreneği…Kendine has bir kültürel doku.

Belki yakın zamanda yok olacak ama yerine başka davranış ve gelenekler yerleşecek.